Hz. Peygamber, Mekke’den ayrılacağı gün müşrikleri şaşırtmak ve onlara zaman kaybettirmek amacıyla yatağına Hz. Ali’yi yatırıyor ve böylece “Henüz evde” görüntüsü veriyor. Sonra arkadaşı Ebû Bekir ile gizlice evden çıkıyor ve şehrin yakınlarındaki Sevr Dağı’nda bulunan bir mağaraya saklanıyor ve orada günlerce kalıyor. Kendilerine günlerce şehirden gizlice yiyecek ve içecek getiriliyor. Arkasından şaşırtmaca yapılarak direk Medine yönüne gitme yerine Kızıldeniz (bugünkü Cidde) istikametinde batı yönünde ilerleniyor, sonra kuzeye dönülüp Medine’ye varılıyor. Muhtemelen yol boyunca yine benzer tedbirler alınıyor. Müşriklerce takip ediliyor, izleri sürülüyor. Bu şekildeki bir yolculuk, ancak ve ancak“Kaçmak” fiili ile izah edilebilir. Öte yandan kaçmak ve saklanmak da birer insani duygudur. Üstelik can güvenliğini sağlamaya yönelik bir tedbirse, her zaman caizdir. Hz. Peygamber meşhur bir hadisinde “Harp hiledir” buyurduğuna göre, zayıf durumda iken saklanmak, gizlenmek ve hatta kaçmak da bir hile sayılır. Bu şartlarda kaçmak, bir insan için nakısa değil, bilakis aklın ve mantığın gereğidir.
Ancak İslam Âlimleri, tarih boyunca, her nedense Hz. Peygamber’e “Kaçmak” fiilini yakıştıramamışlar ve onun gizlice Mekke’den ayrılarak Medine’ye gidişini hep “Hicret”şeklinde değerlendirmişlerdir. Aynı alışkanlık bugün de devam etmektedir. Zira henüz yargılama aşamasında iken Türkiye’den kaçıp Amerika’ya yerleşen Fethullah Gülen’in bu hareketi de, taraftarlarınca “Hicret” şeklinde değerlendirilmekte ve adlandırılmaktadır. Fethullah Gülen, ABD’den ne zaman döner bilinmez ama Hz. Peygamber, hicretinden yaklaşık 8 yıl sonra Mekke’ye dönmüş ve kendisini Mekke’den sürüp çıkaranları şehirden, onların tanrıları olan putları da Kâbe’den söküp atmıştır! Bu anlamda (yani dinî literatürden sıyrılarak söyleyecek olursak) Hz. Peygamber’e bir ihtilalci demek herhalde yanlış olmaz. Esasen yüzlerce yılda oluşan bir toplumsal düzene başkaldırarak yeni bir toplumsal düzen va’zeden ve yüzlerce puttan oluşan ilahlara karşı sadece Allah’tan ibaret tek bir ilaha inanılmasını öğütleyen bir insana da en büyük “İhtilalci” veya “İnkılâpçı” demekten başka çaremiz yoktur.
İslam’ın ilk ve en büyük mücadele alanı putlar ve putperestler olmakla birlikte, Müslümanlar Hz. Peygamber’den uzaklaştıkça yine sapıtmışlar, yeni yeni putlar yaratmaya, üstelik de onlara tapınmaya başlamışlardır. Ancak Hz. Peygamber’den sonra oluşan putperestlikler, yeni tür bir putperestliktir. Bu tür putperestlikte hamurdan, çamurdan ve tahtadan yapılan muhtelif şekiller yerine canlı insanlar söz konusudur. Yani bu neviden puta taparlıkta "Halife, Şah, Hükümdar, Sultan ve Padişah" adı altında put, mabut ve ilah hâline getirilen insanlar bahis mevzuudur.
Bu tür putperestliğe, bir tür Yeni Nemrutçuluk veya Yeni Firavunculuk da denilebilir ki; bu yeni tür putperestliğin öncülleri Emevilerdir. Çünkü Emeviler, Hz. Ali’ye kadar, şûra, ile (yani bir anlamda seçilmişlerin kendi arasında yaptıkları seçimle) işbaşına gelen halifeler yerine, babadan oğla geçen bir hilafet sistemini benimsemişlerdir. Bu yeni şekil hilafet, düpedüz bir saltanattı ve Hz. Peygamber’in ehl-i beytinin büyük ölçüde imha edildiği Kerbelâ Faciası’na sebep olan Yezid de işte bu şekil bir yöntemle halife olmuştu.
Oysa Emevilerle başlayıp Abbasilerle devam eden, daha sonra oradan diğer İslam ülkelerine sıçrayan halifelikler, hükümdarlıklar, sultanlıklar, şahlıklar ve padişahlıklar tamamıyla İslam’a aykırı şekilde cereyan etmiştir. Çünkü Müslümanlarca kurulmakla birlikte bu tür devlet idarelerinde devletin başındaki kişinin sözleri, uyulması kesin olan birer emir, yani içinde uluhiyet de bulunan birer buyruktur. Onlar, Allah’ın yeryüzündeki gölgeleridir (Zıllullah) ve bu sebeple söyledikleri sözler, aynı zamanda yönetmiş oldukları insanlar üzerinde Allah’ın buyrukları ölçüsünde etkiye sahiptir. Dolayısıyla bu sözler, uyulması aynı zamanda dinî mahiyet arz eden birer ilahî emirdir! İrade ettikleri devletin sınırları içinde yaşayan herkes, aynı zamanda onların kullarıdır. Osmanlı Padişahlarının bazı fermanlarında göze çarpan “Kullarımdan her kimesne…” tabiri bu bakımdan son derece önemlidir.
Dedik ki; “Emevilerle başlayıp Abbasilerle devam eden, daha sonra oradan diğer İslam ülkelerine sıçrayan halifelikler, hükümdarlıklar, sultanlıklar, şahlıklar ve padişahlıklar tamamıyla İslam’a aykırı şekilde cereyan etmiştir.” Bunu neye dayanarak söylüyoruz? Elbette İslam’ın Anayasası olan Kur’an’a dayanarak söylüyoruz.
Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır:
Bir başka ayette ise yine Hz. Peygamber muhatap alınarak şöyle denilmektedir: - Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir…(3)
Şimdi, önce yukarıdaki iki ayette geçen hükümlere bakın, bir de Başbakan R.Tayyip Erdoğan’ın sekiz yıllık iktidarı boyunca sergilemiş olduğu tavra... Amaçları ne olursa olsun (isterse provokasyon olsun); Başbakan'ın Mersinli bir çiftçiye söylediği Haydi, şimdi ananı da al git, bir şehit anasına söylediği Askerlik yan gelip yatma yeri değildir, parasını YİMPAŞ isimli yeşil sermaye grubuna kaptıran vatandaşa Paranı verirken bana mı danıştın? şeklindeki sözleri, hiç yukarıdaki ayetlerin hükümleriyle bağdaşıyor mu?
Bütün bunlar bir yana, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’den sonra Tunus Devlet Başkanı Zeynelabidin bin Ali gibi İslam Dünyası’nın putları peş peşe devrilirken; Mısır, Yemen, Cezayir, Fas ve Sudan gibi İslam ülkelerinde hüküm süren canlı putlar, devrilmek için sıraya girmişken Sayın Başbakan'ın ısrarla Başkanlık sistemini tartışmakta fayda vardır diyerek, başkanlık sistemine göz kırpması oldukça anlamlıdır. Referandumla kabul edilen Anayasa değişikliğiyle cumhurbaşkanının yetkilerinin genişletildiği malumdur. Önümüzdeki seçimlerden sonra ilk yapılacak işin sivil bir anayasa olacağı konusundaki söylemleri de biliniyor. Anlaşılıyor ki; Hüseyin Barack Obama’ya ve iki partili Amerikan sistemine öykünen Başbakan'ın aklında, "Gül’den sonra ciddi ciddi başkan olma düşüncesi var ve bu düşüncesini açıkça ifade ediyor". Aslında bunu Sayın Gül ve Sayın Mehmet Ali Şahin de istiyor ama onların başkan olabilme imkânları olmadığı için şimdilik sureti haktan, yani parlamenter demokrasiden yana tavır koyuyor gözüküyorlar. Ancak onların da şuur altında başkanlık sisteminin yattığı kesindir. Hem onların, hem AKP’ye oy veren milyonlarca insanın!
Minareler süngümüz, kubbeler miğfer,
Camiler kışlamız, müminler asker!
Yazımıza bir Temel fıkrası ve ondan çıkaracağımız bir dersle son verelim:
O sene, Ramazan ayı yaza denk gelmiştir ve Temel oruç tutmaktadır. Susuzluktan bunalmış vaziyette Trabzon’da bir kilisenin önünden geçerken kilisenin bahçesindeki çeşmeden su içmekte olan rahip ile yardımcılarını görünce kendi kendisine şöyle mırıldanır Temel:
-“Ula kâfirler, tininuzun kıymetini iyi pilun. Hele bakın şu hâlime de ibret alun!”
Ders:
Ömer Sağlam