Yanılmıyorsam 1980 yılının Nisan Ayı idi. İmam-Hatip Lisesi’nin son sınıfında okuyordum. Oturmuş olduğum sıra, masaların üç sıra halinde yerleştirildiği sınıfın orta bölümünün en önündeki sıra idi. Yani kara tahtaya en yakın olan sıra. Dolayısıyla arkadaşlarımızla şakalaşmalarımız, güreş tutuşmalarımız ve elbette kavgalarımız hep bizim sıranın önündeki boş alanda cereyan ederdi. Okul İmam-Hatip Lisesi olunca hâliyle, aramızda sol kesimden öğrenci yoktu. Ben ülkücü grubun içinde bulunuyordum ama bizim sınıfta Akıncılar daha baskındı. Bu yüzden de oldukça şımarık hareketleri vardı. İran İslam Devrimi’nin etkisiyle olacak, Akıncılar iki de bir Allah’u Ekber, Humeyni Rehber sloganları atarak bizleri tahrik ediyorlar, bu yüzden de aramızda tartışma ve ağız dalaşı hiç eksik olmuyordu. O güne kadar herhangi fiilî saldırıya maruz kalmamıştık.
O gün sabah oturmuş, hiçbir şeyden habersiz hocanın gelmesini bekliyordum. Birden suratıma inen şiddetli bir yumruk darbesiyle sarsıldım. Yumruk darbesi o derece hızlı ve şiddetli idi ki; kimin vurduğunu bile göremedim. Arkasından kendimi kaybetmiş, doğruca koridora fırlamıştım. Kavga etmeyi bile bilmiyordum ama yediğim yumruğun etkisiyle olacak; birden aslan kesilmiştim. Önüme gelene, üstelik de rastgele vuruyordum. Burnum kanamıştı ve üstüm başım kan içindeydi. Çok geçmeden polisler geldi ve iki grubu da toplayarak bizi Emniyet’e götürdüler. Bir gece nezarette kaldık, ertesi gün de Savcılık’ta ifadelerimiz alındıktan sonra, kamu adına kovuşturmaya gerek olmadığına denilerek salıverildik.
O sene sonunda liseden mezun olmuş Bursa İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi İşletme Fakültesi’ni kazanmıştım. 1985 yılında fakülteyi bitirdikten sonra devlet kurumları tarafından açılan pek çok sınava girdim çıktım. Ancak pek çok sınavın yazılı kısmında muvaffak olduğum halde mülakatlarda hep kaybettim. Hatta 7-8 bin kişinin katıldığı sınavların bile yazılı kısımlarını ilk onda kazandığım hâlde, mülakatta kaybettim. Sınavlarda başarısız olunca hiç olmazsa askerliği aradan çıkarayım diye askere gittim. Bu kez de “sakıncalı kura” çektim! Askerliğimi Kars’ta sakıncalı piyade olarak yaptım. Neymiş efendim, 1980 yılının Nisan Ayı’nda lisede kavgaya karışarak bir gün süreyle eğitim ve öğretimin kesilmesine sebep olmuşmuşum!
Yani anlayacağınız, polis bizi darp ve öğrenim özgürlüğünü kısıtlama suçundan fişlemiş. Anladım ki; kamu sınavlarının sonucunda yapılan güvenlik soruşturmalarında ben “Sakıncalı” bulunuyormuşum! Askerden dönünce Maliye Bakanlığı’nda bir sınava girmiş, kazanmış olduğum sınav sonucunda yine güvenlik soruşturmasına takılmıştım. Ancak, şimdilerde DP Genel Başkanı da olan Namık Kemal Zeybek’in devreye girmesiyle sakıncalı personel sayılmama sebep olan ve polis tarafından darp ve öğrenim özgürlüğünü kısıtlamak şeklinde tanımlanan suçun, atamaya engel bir suç olmadığı sonucuna varıldıktan sonra atamam yapılmıştı. Ancak bu sefer de ben görevi kabul etmemiştim. Çünkü o tarihte özel sektörde de iş bulmuştum.
İşte sırf bu sebeple, yani hiç yok yere Millî Görüş’ün gençlik kolu olan "Akıncılar"ın, üstelik de benim okul ve sınıf arkadaşım olan birkaç kendini bilmezin sebep olduğu nümayiş sebebiyle yaşadığım acılardan dolayı Millî Görüş mensuplarına karşı bugüne kadar hep şaşı bakmışımdır. Bu bakış açım henüz düzelmiş de değildir.
***
2003 yılında yenisiyle değiştirmek için mevcut evimizi satmıştık. Para değer kaybetmesin diye de (biraz da çevremizdekilerin tavsiyesine uyarak) götürüp o gün için en yüksek faiz veren İmar Bankası’na yatırmıştık. Birkaç ay geçmişti ki; bir de ne görelim AKP Hükûmeti İmar Bankası’na el koymuş, üstelik de bankanın mevduatını ödemeyeceğini açıklamıştı. Yani anlayacağınız, Millî Görüş’ten ikinci bir darbe daha yemiş, kaç yılın birikimi olan evimizi kaybetmiştik! AKP Hükûmeti, daha sonra paramızı kendi keyfine göre ödemesine ödedi ama paramız çok değer kaybetmişti. Öyle ki; sattığımız evin kalitesinde bir evi henüz edinemedik! Böylece Millî Görüş’e olan duygusal tepkim bir kat daha artmıştır.
***
Nihayet 2009 yılına gelince, hayatımın en acı ve beklenmedik muamelesine maruz bırakıldım. Çünkü bu yılın Haziran ayı içinde, yirmi küsur yıldır severek hizmet verdiğim Türkiye Diyanet Vakfı’ndaki görevimden ayrılmak zorunda kaldım. Çünkü başında Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, Prof. Dr. Mehmet Görmez ve Dr. Tayyar Altıkulaç gibi adamların bulunduğu Vakıf yönetimi, sözleşmemi fuzuli yere feshederek beni işsiz bırakmışlardı. Kendilerini mahkemeye verdim ve mahkûm ettirdim. Mahkeme, adı geçenlerin fesih gerekçelerini geçersiz sayarak işe iadem yönünde karar verdi. Ancak ben, sırf AKP ve Millî Görüş karşıtı düşüncelerim sebebiyle sözleşmemi fesheden bu adamlardan tiksindiğim için bir daha onlarla çalışmayı uygun görmedim ve tazminata razı olarak bu adamlardan büsbütün koptum. Sonuçta bir kez daha Millî Görüş'ün darbesine ve saldırısına maruz kalmış ve hayatım alt üst olmuştu.
Yani anlayacağınız, romanda “Hiçbir şeyden çekmedi ayağındaki nasırdan çektiği kadar” şeklinde tanımlanan adam gibi ben de hayatta hiçbir şeyden çekmedim şu Millî Görüş’ten çektiğim kadar diyebilirim. Onun için bu adamları bir türlü sevemiyor ve affedemiyorum kardeşim!
Tabutunun Üstünde Neden Türk Bayrağı Yoktu?
Bazı okuyucularımın, Sayın Necmettin Erbakan’ın vefatı üzerine iki gün önce kaleme aldığım “Nefesim Pek Güçlüdür; Okuduğum Hasta Mutlaka Şifa Bulur!” başlıklı yazımda geçen; “…Erbakan’a her zaman saygı duymuş ve bu bakımdan kendisine karşı yapılan 28 Şubat müdahalesini hep gereksiz ve haksız saymışımdır. Bu görüşümü hemen her platformda da dile getirmişimdir. Bana göre de Erbakan kesinlikle vatanperver, üstelik öğrencilerine kıyasla çok daha milliyetperver birisidir… Kendisine Allah’tan gani gani rahmetler diliyorum. Allah, bütün taksiratını affetsin Erbakan Hoca’nın. Ailesine, yakınlarına ve partililerine içtenlikle başsağlığı diliyorum…”(1) şeklindeki satırlara itirazları var. Bunu, özelime gönderdikleri e-postalardan anlıyorum. İçlerinden birisi diyor ki; “Erbakan milliyetperver değildi. Aksine Türk d… idi. Ümmetçi fikirlere sahipti…”Okuyucum beni galiba biraz yanlış anlamış. Ben Merhum Erbakan için doğrudan“Milliyetçi” veya “Milliyetperver” demedim. Sadece “Erbakan kesinlikle vatanperver, üstelik öğrencilerine kıyasla çok daha milliyetperver birisidir” dedim. İkisi birbirinden farklı şeyler. Örneğin Merhum Erbakan olsaydı, Tunus, Mısır ve Libya gibi ülkelerde yaşanan son olaylardan sonra İslam ülkelerine yönelik olarak hazırlandığı iyice belirginleşen ve Amerikan-İsrail ortak projesi olduğu konusunda şüphe bulunmayan BOP eş başkanlığı gibi bir görevi kesinlikle kabul etmezdi. Çünkü Erbakan, antiemperyalist, anti Amerikancı ve antisiyonizm yanlısı bir siyasetçi idi. O, "İslam Ortak Pazarı oluşturma ve İslam Milletler Topluluğu" kurma fikrini taşıyordu. Kim bilir, kendisine karşı yapılan 28 Şubat Müdahalesi belki de sırf bu yüzdendir. Çünkü darbenin en etkin ismi Org. Çevik Bir’in o sıralarda İsrail ile iyi ilişkiler içinde olduğu biliniyordu. Üstelik Erbakan, kurulacak İslam Birliği’nin başında Türkiye’nin olmasını istiyordu. “…öğrencilerine kıyasla çok daha milliyetperver birisidir” demem işte bu sebepledir.
Erbakan’ın anladığımız anlamda milliyetperver/milliyetçi olmadığı zaten biliniyor. 25 Şubat 1994 tarihindeki Bingöl’de yaptığı ve yargılanmasına sebep olan bir konuşmada geçen şu sözler, Erbakan’ın unutulmazları arasına girmiş bulunmaktadır:
“Allah'ın izniyle çile devri bitti. Zulüm bitti, Türkiye'de Rusya'dan büyük devrim oldu. Nasıl Rusya'da komünizm çöktüyse, Türkiye'de de batı taklitçiliği gâvur uşaklığı çöktü. Artık bu ülkede 12 parti yok. 2 tane parti var. Hak ve batıl. RP'nin dışındaki hepsi batıldır. Hepsi tek parti sayılır. Bunlar gâvur uşağı. Bu ülkenin evlatlarına ne dediler? Dinini bir tarafa bırakacaksınız, arkamıza düşeceksiniz, ne din ne de dünya bıraktılar. Bu ülkenin evlatları asırlar boyu mektebe başlarken, besmeleyle başlar. Siz geldiniz, bu besmeleyi kaldırdınız. Ne koydunuz yerine, 'Türküm, doğruyum, çalışkanım.' Sen bunu söyleyince, öbür taraftan da Kürt kökenli bir Müslüman evladı, 'Ya öyle mi, ben de Kürdüm, daha doğruyum, daha çalışkanım' deme hakkını kazandı. O Meclis yarın inananların eline geçecek. Bütün bu haklar kan dökülmeden verilecek.’’(2)
Erbakan’ın, anladığımız anlamda milliyetperver olmadığı bugün düzenlenen cenaze töreninde bir kez daha ortaya çıktı. Dikkat ederseniz, Erbakan için resmî cenaze töreni yapılmadı. Namazını ise oradan hazır bulunan Diyanet İşleri Başkanı değil, yakın arkadaşı (aynı zamanda eski Diyanet İşleri Başkan Vekili) Lütfi Doğan kıldırdı. Üstelik cenazesinin bulunduğu tabutun üzerine Türk Bayrağı da örtülmedi. Bu şekilde verilmek istenilen mesaj acaba nedir? Herhâlde bununla verilmek istenilen mesaj “Erbakan da sıradan bir insandır” mesajı değildir. Necip Fazıl’ın;
“Son gün olmasın dostum, çelengim top arabam
Alıp beni götürsün tam dört inanmış adam"
şeklindeki mısraları uyarınca Erbakan’ın bu konuda bir vasiyeti var mı henüz bilmiyoruz. Ancak tabutunun üzerine Türk Bayrağı yerine, sıradan cenazeler gibi, üzerinde bazı ayet ve dualar yazılı bulunan yeşil örtü örtülmekle verilmek istenilen mesaj herhâlde “Erbakan sadece Türkiye’nin değil, bütün İslam Alemi’nin lideridir” mesajıdır. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ve oğul Fatih Erbakan’ın Fatih Camii avlusundaki konuşmaları da buna işaret etmektedir. Mehmet Görmez, Erbakan’ın “İslam kardeşliği” tezine vurgu yaparak İslam ülkelerinden gelen dinî grupların liderlerine “Hoş geldiniz” derken, oğul Erbakan babasının tek amacının “İslam Birliği” kurmak olduğunu söyledi. Anlaşılan, Erbakan’ın bu özelliği dikkate alınarak tabutunun üstüne Türk Bayrağı örtülmedi! Bu durumda şahsen ben, Erbakan’ın arkasından “Milletimizin başı sağ olsun” ya da “Türk Milleti’nin başı sağ olsun” şeklinde yapılan duaların biraz abartılı olduğunu düşünüyorum. Zira Türk Milleti’nin kurmuş olduğu devlet tarafından düzenlenecek resmî bir cenaze törenini reddeden, tabutunun üzerine Türk Bayrağı örtülmesini istemeyen bir şahsın arkasından “Türk Milleti’nin başı sağ olsun” demek fazla isabetli değildir. En azından kendi adıma söyleyeyim; bir Türk çocuğu olarak ben, bugün gördüğüm manzara karşısında gerçekten de üzüldüm. Hem “Türk Milleti'nin başı sağ olsun” diyeceksiniz, hem de Türk Bayrağı’nı reddedeceksiniz. Olmaz! Racona ters!
Peki, ya çelenkler? Hani Üstat Necip Fazıl top arabasının yanında çelen filan da istemiyordu, madem onun vasiyetine uygun davrandınız Fatih Camii avlusundaki çelenklere ne demeli? Onlar olsun değil mi? Çünkü içlerinde size göre TSK’nin özür amacı taşıyan çelengi de mevcut!
Bunun böyle olmasını Erbakan mı vasiyet etti yoksa bu durum, yakınlarının ve partililerinin tercihi midir? Bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz bir şey vardır, o da hangi suretle olursa olsun, olayın çok yanlış olduğudur. Zira burada sanki bir intikam duygusu ve devletle/rejimle hesaplaşma isteği var gibidir. Sanki burada “Kurmuş olduğu partileri sürekli kapatarak hayatını zindana çeviren, 28 Şubat müdahalesiyle iktidardan alaşağı eden, sonunda kendisini 15 milyon TL ödemeye mahkûm eden devlet tarafından resmî devlet töreni yapılmasını ve tabutuna bu devletin bayrağının örülmesini istemiyoruz…” gibi protest bir tavır ortaya çıkmaktadır. Eğer böyleyse kesinlikle yanlıştır.
Tesadüflerin Böylesi
28 Şubat 1997 günü post modern bir darbe ile iktidardan uzaklaştırılan Necmettin Erbakan’ın, yine bir 28 Şubat (a bir gün kala) günü vefat etmesi, başlı başına ilginç bir olaydır. Muhtemelen her 28 Şubat geldiğinde 1997 yılının 28 Şubat’ında yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısındaki zor anları gözünün önüne getirerek onulmaz acılar yaşayan Erbakan’ın, bu günden bir gün önce vefat etmesi gerçekten de ilginçtir. Kim bilir Merhum Erbakan belki de bir gün sonrasını düşünerek yine strese girdi ve böyle bir netice ile karşılaştı…14 sene önce bir 28 Şubat günü Erbakan’ı iktidardan uzaklaştıran TSK’nin, 14 sene sonra yine bir 28 Şubat (a bir gün kala) günü, “Saadet Partisi Genel Başkanı ve eski başbakanlarımızdan Sayın Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ın vefatını büyük bir üzüntüyle öğrenmiş bulunuyorum. Değerli bilim ve siyaset adamı olarak ülkemize yaptığı büyük hizmetleri daima hatırlanacaktır. Şahsım ve Türk Silahlı Kuvvetleri adına merhuma Tanrı'dan rahmet, kederli ailesine ve Ulusumuza başsağlığı dilerim.” demek ve arkasından da cenazenin kaldırıldığı Fatih Camii avlusuna TSK adına çelenk göndermek suretiyle bir anlamda kendisinden özür dilemesi de oldukça enteresandır.
En ilginç olaylardan birisi de TSK adına Necmettin Erbakan’ın cenaze törenine katılan generalin kimliğidir. Bilindiği gibi cenaze törenine TSK adına katılan general, İstanbul’da konuşlu Birinci Ordu’nun komutanı Org. Hayri Kıvrıkoğlu’dur. Hayri Kıvrıkoğlu kim? Genelkurmay Eski Başkanlarından Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun kuzeni. Yani amcasının oğlu.“28 Şubat gerekirse bin yıl sürer” diyen Hüseyin Kıvrıkoğlu’ndan sona, aynı soyadı taşıyan birisinin; Hayri Kıvrıkoğlu’nun Erbakan’ın cenaze namazını kılması gerçekten de ilginçtir. Tarih bunları mutlaka yazacaktır…
.
Hakkımı Helal Etmeli miyim?
Türk kültüründe ölenin arkasından kötü konuşulmaz. Bu, bir sosyal nezaket ve dinî inceliktir. Bu sebeple insanlar, musallada yatan cenaze kötü de olsa arkasından “kötüdür” demezler. İmamın “Nasıl bilirdiniz?” sorusuna, mutlaka “İyi bilirdik!” şeklinde cevap verirler. İmamın “Ahrete taalluk eden haklarınızı helal eder misiniz?” şeklindeki sorusunu ise istisnasız “Helal olsun!” şeklinde cevaplandırırlar. Bunun tek istisnası, Ankara’nın meşhur iş adamlarından oto lastikçisi Abdulkadir Özcan’ın cenazesinde yaşanmış olmalı. Birkaç yıl önce vefat eden Abdulkadir Özcan’ın Ankara Kocatepe Camii’ndeki cenaze namazında işten çıkarmış olduğu bir işçi öne fırlayarak “Hakkımı helal etmiyorum!” diye bağırmıştır. Bu sebeple, cenaze namazı kıldıran imamlar genelde uyanıklık ederler ve “Hakkınızı helal eder misiniz?” diye soru sormak yerine cemaate “Haklarınızı helal ediniz!” şeklinde emir verirler. Cemaat de çaresiz “Helal olsun!” der. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez de öyle yapmıştır. Erbakan’ın kadim dostu ve arkadaşı Lütfi Doğan’ın cenaze namazını kıldırmasından sonra söz alan Mehmet Görmez, cemaate “Hakkınızı helal eder misiniz?” diye sormayıp, “Hakkınızı helal ediniz!” şeklinde emir vermiştir.
Yani ne demek mi istiyorum? Valla, ben Allah’ın rahmetinin kâhyası veya sözcüsü değilim. Onun için, eğer Allah’ın rahmetinin dağıtılması konusunda sıradan bir mümin olarak zerre miktarı dahi söz hakkım varsa ben bu hakkımı Erbakan lehine kullanıyor ve kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. Ancak ahrete taalluk eden haklarımı helal etme konusuna gelince: Hayır, bu konuda gerçekten kararsızım! Çünkü yukarıda anlattım; ben, hayatım boyunca Millî Görüş’ten çok çektim. Hâlâ da çekiyorum. Onun için eşim ve çocuklarımla birlikte Necmettin Erbakan’a olan haklarımızı helal etme konusunda bazı çekincelerimiz vardır! En azından, bize yaşattıkları acılar için ailemizden küçük bir özür dilemek zorundadırlar. Dilemezler ve bizden helallik almaya lüzum görmezlerse o onların bileceği iştir. Yarın huzur-u mahşerde nasıl olsa hoca ve talebeleriyle hesaplaşmak durumundayız.
Zira Millî Görüş mensupları çok daha iyi bilirler ki; Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:“Müslüman o kimsedir ki; diğer Müslümanlar onun elinden ve dilinden hiçbir zarar görmezler.” ve yine Hz. Peygamber buyurur ki; “Sizden hiçbiriniz, kendisi için istediğini mümin kardeşi için de istemedikçe gerçek anlamda mümin olamaz.” Oysa ben sizin elinizden ve dilinizden çok zarar görmüş bir müminim, kardeşim! Bu sebeple benimle helalleşmek zorundasınız. Yoksa bundan sizi değil, size müminler için nasıl davranmanız gerektiğini öğretmeyen hocanızı sorumlu tutarım bilesiniz. Herhâlde hocanızın kabrinde azap çekmesini istemezsiniz…
Hoca Onlar İçin Ne Demiş? Onlar Hoca İçin Ne Dediler?
Vefatı üzerine hemen bütün TV kanalları, geçmişte Erbakan’la yaptıkları röportajları yayınlıyorlar. Habertürk TV kanalında izledim; televizyonun bayan habercilerinden birisi, galiba geçtiğimiz 21 Aralık’ta yapmış olduğu mülakatı, geçenlerde tekrar yayınladı. “Habertürk Özel” isimli programda, günümüz siyasi liderleri hakkında kısa kısa değerlendirmeler yapmasını isteyen muhabire Erbakan şöyle diyor:“Kılıçdaroğlu savcılık yapıyor, Bahçeli’ye Allah hidayet versin…, Baykal iyi bir muhalefet adamı…”(3)
Kılıçdardoğlu neyin savcısı ve Devlet Bahçeli yanlış yolda mı da Allah hidayet versin bilmiyoruz ama bakın haklarında suçlayıcı ifadelerde bulunduğu bu kişiler, Erbakan hakkında ne demişler:
Kılaçdaroğlu: ''Siyaset dünyamızın çınarlarından biriydi. Ölümünden büyük üzüntü duydum. Saadet Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan'a rahmet, Erbakan ailesine, Saadet Partisi yöneticileriyle üyelerine, siyaset dünyasına ve Türkiye'ye başsağlığı diliyorum.''(4)
Bahçeli: ''…Türk milletinin yetiştirdiği değerli evladı, Türk siyasi hayatında mümtaz yeri bulunan Millî Görüş hareketinin kurucusu ve onun şekillendirdiği siyasi partilerin genel başkanı, lideri sayın Erbakan Hakk'ın rahmetine kavuşmuş. Sayın Hocamıza Cenab'ı Allah'tan rahmet, büyük Türk Milleti ve Millî Görüş mensuplarına baş sağlığı diliyorum… Muhterem büyüğümüze Cenabı Allah'tan rahmet, İslam Âlemi'ne, Türk Milleti'ne de başsağlığı diliyorum. Acımız çok büyük, zannediyorum Türkiye bugün ağlıyor.''(5)
Baykal: “Siyasi mücadelesinin ötesinde, kişiliği, insan ilişkileri, zarafeti ve inceliğiyle örnek alınması gereken bir siyasetçiydi.”(6)
Müslümanlıkta, Müslüman kardeşi hakkında suizan değil hüsnüzan beslemek esastır. Bu açıdan bakılınca, hangi siyasetçinin sözlerinin hüsnüzan, hangisinin de suizan anlamına geldiğini varın siz hesap edin. Bana kalırsa Merhum Erbakan, kendisinden olmayanları son nefesine kadar ve ısrarla patates dininden olarak görmeye devam etmiştir.
Yine de Allah rahmet eylesin…
Ömer Sağlam
_______________6- bk. Milliyet, “Baykal: Örnek alınması gereken bir siyasetçiydi” başlıklı haber, 1 Mart 2011