Hz. Muhammed Türk müdür?* [Ömer Sağlam]

Aşağıdaki yazı ayrıca redakte edilmedenalıntı   
yapıldığı yerdeki özgün hâliyle yayınlanmıştır
“Türk Çocuğu Atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” demiş Mustafa Kemal Atatürk. Gerçekten de öyle. Bunu kendimden de biliyorum. Türk Tarihi’ni okurken hiç umulmadık bir bilgi ile karşılaştığımda heyecanlanır, bu heyecanı insanlarımızla mutlaka paylaşmaya çalışırım. İşte bu gibi durumlarda hemen klavyenin başına geçer mutlaka bir şeyler yazarım.

Birkaç gün önce kaleme aldığımız ve İslam’ın ilk kadın şehidi Hz. Sümeyye’nin Türklüğünü de konu edindiğimiz yazımız, okuyucudan umulanın üstünde ilgi görmüştür. Bunu yapılan yorumlardan ve ilgili yazının okunma sayısından da anlamak mümkündür(1). Demek ki; Türk insanı doğru bilgiye açtır ve aydınlatılmaya muhtaçtır. Ancak ne yazıktır ki; özellikle İslam Tarihçileri ve din âlimleri, Arap hayranlığına kendilerini o kadar kaptırmışlardır ki; bu Arap hayranlığı ve Arabizm tutkusu, kendilerini bilimsel yönden adeta kör etmiş bulunmaktadır. İşte bu körlüktür ki; bu insanları, ta Hz. Peygamber döneminden beri, İslam’ın en büyük hizmetkârı olan Türk Milleti’ni sanki görmezden gelmek için özel bir çabanın içine sokmuş bulunuyor.
İslam’ın ilk kadın şehidi Hz. Sümeyye’nin büyük olasılıkla Türk olduğunu ortaya koyan yazımızın görmüş olduğu yoğun ilgi, bize geçmiş yıllarda kaleme almış olduğumuz bir başka yazıyı, “Hz. Muhammed Türk Müdür?” başlıklı yazımızı hatırlatmıştır. Bu yazımız da yayınlandığı tarihlerde Türk okuyucusundan yoğun bir ilgi görmüştür. Yazımız, elektronik ortamda birçok internet sitesi tarafından alıntılanmış, bazıları orijinal haliyle yayınlamış, bazıları ise ismimizi kullanmaya tenezzül etmeksizin yayınlamayı tercih etmiştir. Söz konusu yazımız, yazıyı asıl kaynağından alıntı yaparak ve ismimizle birlikte yayınlayan ve bu bakımdan teşekkürü hak eden turansam.org isimli internet sitesinde toplam 4064 kişi tarafından okunmuştur(2).

Hz. Peygamber Türk müdür? Bilmiyoruz. Ancak bunu ortaya çıkarmak son derece kolaydır! Zira bugün Topkapı Sarayı’nda Hz. Peygamber’e ait olduğu söylenen birçok zati eşya vardır. Bunların yanında Hz. Peygamber’e ait olduğu söylenen diş ve sakal kalıntıları da bulunmaktadır. Ayrıca bugün Türkiye’de, yüzlerce camide Hz. Peygamber’e ait olduğu söylenen ve “Sakal-ı Şerif” olarak nitelendirilen ve bu sebeple de saygı ve tazim gören sakal kalıntıları vardır. Bu tür eşyalar ve organ parçaları üzerinde yapılacak bir DNA çalışması, Hz. Peygamber’in milliyetini üç aşağı beş yukarı ortaya çıkarabilir! Bu tür organ parçaları ve eşyalar üzerinden önce Hz. Peygamber’in DNA yapısını ve gen haritasını çıkarırsınız, sonra da bu haritayı Türklerin ve Arapların gen haritalarıyla karşılaştırırsınız. Olay bu kadar basittir işte!!!

Bugünkü bilimsel bilgiler ve gen çalışmaları, geçmişi M.Ö.3000’lere kadar giden Sagalassos’ta binlerce yıl önce yaşayanların gen yapılarıyla, bugün aynı yerde (Ağlasun-Burdur) yaşayan insanların gen yapılarının aşağı yukarı aynı olduğunu, dolayısıyla Türkler’in bu yöreye binlerce yıl önce geldiklerini,  M.Ö. 7-3 yüzyıllar arasında İtalya’da yaşayan Etrüsklerin gen yapılarıyla bugün Anadolu’da yaşayan Türklerin gen yapılarının %98.2 oranında benzerlik taşıdığını ve Etrüsklerin Türk olduklarını ortaya çıkarmış bulunmaktadır(3).

Dolayısıyla; Hz. Peygamber’e ait olduğu söylenen diş ve sakal gibi organ parçaları, hırka ve nalın gibi zati eşyalar üzerinde yapılacak bir gen çalışması, şu ya da bu şekilde bizi mutlaka bir neticeye götürecektir. Çıkacak sonuçların bizi hüsrana uğratma ihtimalini düşünmeden bu işi yapmak gerekiyor. Çünkü o takdirde hem dünya, hem de İslam ve Türk tarihinin yeniden yazılması gerekecektir! Böyle bir çalışma ile herhangi bir sonuca ulaşamasanız bile, en azından uygulanacak bir karbon testiyle Hz. Peygamber’e ait olduğu söylenen ve “Kutsal Emanetler” olarak bilinen eşyaların, örneğin şu Hırka-i Şerif Camii’nde bulunan ve her Ramazan geldiğinde adeta karşısında tazimde bulunulan meşhur Hırkanın, hangi döneme ait olduğunu ortaya çıkarmış olursunuz. Bu da az şey değildir hani…

Hz. Muhammed Türk Müdür?
Böyle bir soruya “Evet Türk’tür” veya “Hayır Araptır” demek öyle kolay bir şey değildir. Ancak Hz. Muhammed’in Arap olmadığı kesine yakın bir bilgidir. Zira onun soyu, aslında Arap olmamakla birlikte sonradan Araplaşan bir etnik kökene dayanmaktadır. Böyle olduğu için onun soyuna “Araplaşan Arap” ya da “Sonradan Araplaşan” anlamında “Arab-ı Müsta’ribe”, ya da “Arab-ı Mütearribe”denilmektedir. Bu görüş, hemen bütün bilimsel kaynakların benimsediği ortak bir görüştür(4). O zaman akıllara gelecek ilk soru “O halde Hz. Muhammed’in etnik kökeni nedir?” sorusudur.

Bu soruyu Columbia Üniversitesi Eski öğretim üyelerinden Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan ve eski bakanlardan Namık Kemal Zeybek’e sorarsanız hiç düşünmeden “TÜRKTÜR” cevabını alırsınız. Çünkü her ikisi de bu konudaki görüşlerini Türk ve Dünya kamuoyu ile paylaşmış durumdalar. Adı geçenler, bu konudaki görüşlerini genelde Hz. İbrahim’in Sümerli, Sümerlerin de Türk olmasına dayandırmaktadırlar.

Namık Kemal Zeybek, bu konudaki görüşünü “Halka ve Olaylara Tercüman”gazetesinin 06.02.2005 tarihli sayısında bulunan “Hazreti İbrahim Sümerli mi?”başlıklı yazısında net bir şekilde ortaya koymuştur. Söz konusu yazısında şöyle diyor Namık Kemal Zeybek; “...En yüce insan olan Hazreti Muhammed, Hazreti İbrahim’in oğlu Hazreti İsmail’in soyundandır. Hazreti İbrahim, bir Sümerlidir... Sümerler Türk’tür... Öyleyse, Hazreti Muhammed soy olarak Türk’tür. Bunu dedim ve diyorum ki, böylesine yüce bir insanın Türk soylu olmasından kendisini Türk sayan herkes kıvanç ve övünç duyar. Ben de kıvanıyorum ve övünüyorum.”

10.05.2009 tarihinde Haber-Türk TV. kanalında yayınlanan “TEKE TEK” programının konuğu Ord. Prof. R.Oğuz Türkkan idi. Fatih Altaylı ve Murat Bardakçı’nın sorularını yanıtlayan Reha Oğuz Türkkan’a kalırsa bu dünyadaki herkes, bu arada Hz. Muhammed de Türk’tür! Program sunucularının bu anlamdaki sorusuna hiç düşünmeden “EVET” cevabını verdi çünkü. Tarihçi Murat Bardakçı da kafasıyla hocayı tasdik etti. Reha Oğuz Türkkan, sadece Hz. İbrahim’i ve onun soyundan geldiği söylenen Hz. Muhammed’i Türk yapmakla kalmadı, ünlü fizikçi Albert Einstein’i de Türk yaptı. Reha Oğuz Türkkan’a göre Einstein, Yahudi dinine mensup Hazar Türkü. Ayrıca ona göre; Rönesans’ın öncüleri olan Leonardo Da Vinci, Rafael ve diğer Floransalı sanatkârlar da Türkoğlu Türk’tür! Zira Floransa’nın bulunduğu bölge, Etrüsk medeniyetinin egemen olduğu bölgedir ve Etrüskler de Türk kökenlidir. E o zaman tabiatıyla Avrupa Rönesansı’nın Floransalı önderleri de Türk’tür. Ünlü yazar Arthur Koestler’in de bu görüşte olduğunu söyledi Reha Oğuz Türkkan.

Öte yandan Arthur Koestler’in “13.Kabile” adlı araştırmasında Aşkenaz Yahudilerinin tarih sahnesinden silinmiş olan Hazar Türkleri olduğu savını ortaya attığı, bu savın bilimsel çevrelerde halen tartışma konusu yapıldığı biliniyor(5). Albert Einstein’in ise Yahudi olduğu zaten bilinen bir gerçek. Reha Oğuz Türkkan’ın, “Einstein Türk’tür” iddiası da muhtemelen Aşkenaz Yahudileri’nin Yahudi Hazar Türkleri olduğu savı etrafında değerlendirilen bir iddiadır.
Ord. Prof. Reha Oğuz Türkan’ın, 1944 yılındaki ünlü “Türkçülük-Turancılık” davasında yargılananlardan olduğunu ve tüm hayatını hemen hemen bu konuya adadığını, Namık Kemal Zeybek’in de genelde bu terbiye ile yetiştiğini düşünürsek, onların ileri sürdükleri iddialara şüphe ile bakmamız kaçınılmazdır. Dolayısıyla bu gibi adamlar, mensubu olduğu milleti yüceltmek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır. Bu yüceltme işinin içine, Hz. İbrahim gibi insanlık tarihinin mümtaz bir şahsiyeti ve Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’i kendi milletine mensup olarak göstermek de dâhildir. Dolayısıyla, bu tür şahsiyetlerin iddialarına biraz “Hissi” nazarıyla bakılması kaçınılmazdır.

Kendisiyle yapmış olduğumuz bir sohbet esnasında ilahiyat profesörü M. Saim Yeprem’e Namık Kemal Zeybek’in iddialarını sorduğumda, hocanın bana verdiği cevap şu oldu: “Geçenlerde Kendisiyle bir uçak yolculuğu yaptık. Bu konuda aramızda küçük bir tartışma geçti. Kendisine şu Arap atasözünü söyledim; -Zekeri küçük olanlar, dedelerinin zekerinin büyüklüğü ile övünürmüş!-“.
Ancak biz konuya Prof. Dr. M. Saim Yeprem gibi toptan retçi bir anlayışla yaklaşma niyetinde değiliz. Çünkü Hz. İbrahim ile Türkler’i, dolayısıyla Türklerle Hz. Muhammed’i yan yana getirmeye çalışan başka ciddi araştırmalar da bulunmaktadır. Bu konuda çalışma yapanlardan birisi de Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı’dır. Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı,“Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türkler ve Türklerle İlgili Hadislerin Ortaya Koyduğu Yeni Hikâyeler” isimli kitabında ciddi hadis kaynaklarının taranmasıyla elde edilmiş birçok hadise yer vermiştir. Hz. Peygamber’in bu hadislerinde Türkler’den daha çok “Kantura Oğulları” anlamında “Benî Kantura” olarak bahsedilmektedir. Bu konudaki iddialardan birisi, Türkler’in, Hz. İbrahim’in, “Kantura” isimli hatunla evlenmesinden türedikleri konusundaki iddiadır. Bu anlamda Türklerle Hz. Muhammed, amcazade oluyorlar. Yani yakın akraba! Ancak bize göre; Türkler’in Hz. İbrahim’in “Kantura” isimli kadınla evlenmesinden türemesi değil, Hz. İbrahim’in “Kantura” isimli bir Türk kızıyla da evlenmiş olduğu iddiası çok daha akla yatkın gözüküyor. Peki; gerçekte Hz. İbrahim “Kantura” isimli bir bayanla evlenmiş midir ve “Kantura” gerçekten de Türk müdür? Bilmiyoruz. Ancak Tevrat’ta Hz. İbrahim’in “Ketura” isimli bir kadınla evlendiğinden bahsedilmektedir. Bu “Ketura” ismi, muhtemelen bazı kaynaklara “Kantura” olarak geçmiş bulunmaktadır.

Hz. İbrahim’in Türklüğü meselesine gelince: Onun Türklüğü tamamen Sümerli oluşuyla alakalı bir konudur. Hz. İbrahim’in arkeolojik buluntularla da desteklenen(6) Tevrat kaynaklı hayat hikâyesine bakılırsa; onun hemen bütün hayatının Sümerlerle Hititler’in egemen olduğu bir coğrafyada geçtiği görülür. Zira o, Sümerler’in hakim olduğu Güney Mezopotamya’daki Ur şehrinde doğmuş, sonra babası ve kardeşleriyle birlikte Mezopotamya’nın Hititler’in egemen olduğu kuzey kısmındaki Urfa (Harran) şehrine gelerek oraya yerleşmiş, oradan Filistin ve Mısır’a kadar gitmiş, sonra geri dönerek bugünkü Filistin topraklarına yerleşmiştir. Hayatı incelendiğinde, Hz. İbrahim’in bir ayağının sürekli bugünkü Urfa (Harran) civarında olduğu görülür. Zira babası Azer (Terah) orada ölmüş. Kardeşi Nahor ise yine orada hayat sürmüştür. Hz. İbrahim oğlu İshak’ı ısrarla Urfa’daki akrabalarının kızlarından birisiyle evlendirmek istemiş ve bu yüzden kardeşi Nahor’un kızı Rebeka’yı oğlu İshak’a eş olarak almıştır. Yani içlerinde yaşadığı toplum olan Arap ısıllı Filistinlilere hiçbir şekilde itibar etmemiş, böylece kanlarının bozulmasına müsaade etmemiş, soya önem vermiştir.

Hz. İbrahim’in hayat hikâyesine ve yaşadığı coğrafyaya bakılınca onun aynı zamanda bir tüccar olduğunu söyleyenler vardır. Bu görüştekilere göre; onun Sümerlerin egemen olduğu Güney Mezopotamya’dan kalkıp, Kuzey’de Hititlerin (ya da Hattilerin) hâkimiyet sahası olan Kuzey Mezopotamya’ya yani Anadolu topraklarına gelmesi, oradan da Suriye, Filistin ve Mısır’a kadar gitmesi, zaman zaman da bir ticaret merkezi olan Mekke’ye kadar yolculuklar etmesi, tamamen onun bir tüccar olmasıyla açıklanmaktadır. Bu görüştekilere göre; o, aynı zamanda canlı hayvan ticareti yapan ve bu sebeple sürü sahibi de olan bir tüccardır. Tevrat’a göre; Filistin’de, Hititli Efron’dan, ölen eşine mezar yapmak için içinde bir mağarası (Makpela Mağarası) da bulunan tarla satın alması ve satın alma işleminin tamamen Hitit kanunlarına göre cereyan etmesi, Hititler’in o devirde Filistin bölgesinde de egemen olduklarını göstermektedir. Bu egemenlik, bizzat olabildiği gibi, vassallık şeklinde de olabilir. Ancak, Efron isimli bir Hititli’nin, Filistin’de satabileceği topraklarının bulunması, bu egemenliğin, vassallıktan öte, doğrudan işgal ve fetih anlamında bir hâkimiyet olduğunu gösteriyor.

Netice olarak; Hz. İbrahim’in peygamberlikten önce ve peygamberliği sırasında ticaretle uğraştığı(7) ve mallarını ve sürülerini satmak için birçok memleket dolaştığını söyleyebiliriz. Ayrıca onun doğup büyüdüğü toprakların Sümer hâkimiyetinde, seyahat ettiği, hayatının büyük bölümünü yaşadığı ve öldüğü toprakların da Hitit hâkimiyetinde olan topraklar olduğu bilimsel olarak kanıtlanmış durumdadır(8). Şimdi bilimsel yönden kanıtlanması gereken, daha doğrusu kanıtlanması yönünde ciddi sonuçlara ulaşılmakla birlikte uluslar arası bilim çevrelerince kabul edilmesi gereken husus, Sümerlerin ve Hititler’in Türk kökenli olduklarının kesin bir şekilde ortaya konulmasıdır. Bu takdirde; soyunun Hz. İbrahim’e dayandığı söylenen Hz. Muhammed’in Türk soylu olduğu konusunda da çok ciddi bir adım atılmış olacaktır.

Şimdi denilecektir ki; Hz. İbrahim’in Sümer veya Hititlerin egemen olduğu coğrafyada yaşamış ve ölmüş olması, onun Sümerli veya Hititli olduğunu göstermez. Bu bakımdan Sümerlerin ve Hititler’in Türk oldukları kanıtlansa bile Hz. İbrahim’in Türk olduğu söylenemez. Doğrudur; söylenemez. Ancak bu iddia, en az 75 milyonluk Türkiye’de kendisini Türk hisseden bir insana, “Hayır Türk değildir” demek kadar abes bir iddia olur. Sümerlerin Ur şehrinde doğan, kimilerine göre bu şehrin rahibi olacak kadar, kimilerine göre, saygın ve büyük bir tüccar olacak kadar toplumda tebarüz eden, daha sonra da Sümer ve Hitit topraklarında tevhid dinini yaymakla görevli bir insanı, o toplumların birer mensubu saymamak akılcı ve bilimsel değildir.

Arapların arasında yaşadığı için Arapça konuşmak zorunda kalan ve Arapça gelen bir vahyi ilk olarak Araplara tebliğ etmek zorunda kaldığı için Hz. Muhammed’e “Arap”denildiği biliniyor. Böyle olunca; Sümerlerin ve Hititler’in arasında yaşadığı için Aramice, İbranice veya Süryanice konuşmak zorunda kalan ve kendisine muhtemelen bu dillerden birisinde gelen vahyi, bu dillerden birisini kullanarak tebliğ eden Hz. İbrahim’i, “Sümerli” veya “Hititli” saymamak, ikiyüzlülüğün tam da daniskası olacaktır. Tıpkı Sümerli veya Hititli olan Hz. İbrahim’in soyundan geldiği söylenen Hz. Muhammed’e “Arap” demenin abesle iştigal etmek olduğu gibi.

Öte yandan, Hz. Muhammed’in mensubu bulunduğu söylenen Haşimî ailesinin de içinde yer aldıkları Kureyş Kabilesi’nin, aslen Arap olmadıkları ve vaktiyle kuzey bölgelerinden (Anadolu-Irak-İran tarafları) kalkıp Arabistan’a göç etmiş insanlar oldukları konusunda bilimsel bilgiler bulunmaktadır. Üstelik de Arap yazarlarının eserlerinde bulunuyor bu tür bilgiler. Bu bilgiler de Hz. Muhammed’in aslen Arap soylu olmadığını göstermektedir...



Ömer Sağlam 
______________
*Bu yazı ilk defa 11 Mayıs 2009 tarihinde çeşitli internet sitelerinde yayınlanmış olup, bu sefer yeniden ele alınmış ve bazı ilaveler yapılmıştır. İlginçtir ki; bu yazının yayınından yaklaşık bir ay sonra Diyanet’teki işime son verilmiştir!
4-Bu konu tarafımızca kaleme alınan “Çöldeki Osmanlı ve Kavm-i Necip” isimli eserde de inceleme konusu yapılmıştır.
6- Bu konuda Muazzez İlmiye Çığ’ın kitaplarına bakılabilir.
7-Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan, TEKE TEK programında Hz. İbrahim’in peygamberlik gelmeden önce Ur şehrinin rahibi olduğunu, Peygamberlik geldikten sonra, çok tanrılı bir dine mensup olan Sümer inancına karşı savaş açıp, putlarını kırması üzerine Sümer idaresiyle ters düştüğü için çevresinde dağınık ve zayıf bir şekilde yaşamakta olan İbrani kabilesinin başına geçerek Ur şehrini terk etmek zorunda kaldığını söylemiştir. Dini kaynaklarda, Hz. İbrahim’in put kırma işini, çocuk yaşlarda yaptığı, hatta babası Terah’ın put yapımıyla uğraştığı yazılıdır. Oysa Hz. İbrahim’in, Ur şehrinden çıkarken babası Terah’ı da beraberinde getirdiği ve yaşlı Terah’ın Urfa’da öldüğü biliniyor. Eğer, İbrahim put kırma işini çocuk yaşta yapsaydı, putperest olan babasının da bir nevi sürgüne gönderilmesi gerekmezdi. Bizim de kanaatimiz, Hz. İbrahim’in bu işi, tevhit dininin peygamberi olmasından sonra yaptığı yönündedir. Tıpkı torunu(!) Hz. Muhammed’in, Kâbe’deki putları kırma işini Mekke’nin fethi sonrasına bırakması gibi...
8- Şahsen biz, Hz. İbrahim’in kabrinin de Filistin bölgesinde değil, Harran’da, yani bugünkü Şanlıurfa civarında olduğuna inanmak istiyoruz. Çünkü Hz. İbrahim’in hayatında Urfa bölgesinin özel bir yeri vardır. Hem babası Terah, hem de kardeşi Nahor orada yaşamış ve ölmüşlerdir. Oğlu İshak’ı oradan bir kızla evlendirmiştir. Dolayısıyla Hz. İbrahim’in, öldükten sonra Harran bölgesine defnedilmeyi çocuklarına vasiyet etmesi kuvvetle muhtemeldir.

  • ALINTI YAPMAK İÇİN

    • Yazarlarımızın makaleleri ve Sayın Günay Tulun'a ait şiirlerin, "Radyo-TV ile diğer basın ve yayın organlarında" yayım ilkesi: Önceden haber verme, eserin aslına sadık kalma, eser sahibiyle alıntının yapıldığı yer adlarını anlaşılır bir açıklıkla belirtmektir. Yayın öncesi bildirim imkânının bulunamadığı aniden gelişen durumlardaysa nezaket gereği, [sessizliginsesi.tr@gmail.com] adresine yayın sonrası bilgi gönderilmesini rica eder; tüm yayınlarınızın başarılı geçmesini dileriz.
  • ESER EKLEMEK İÇİN

    • "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm basılı ya da dijital yayın sayfalarında halkımızın geniş dünya ilgisine uygun olarak her türlü konuya yer verilmiştir. Yayınlanan fotoğrafların büyük bir kısmı "Kadim Okurlarımız" tarafından gönderilmiştir. Fotoğraf ve çizgi resimlerde "İlişkinlik-Telif Hakkı" konusunda tereddüt oluştuğunda bu eserleri yayından çekme hakkımız saklıdır. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm gazete, dergi, site, blog gibi yayın araçlarında yayınlanan makale ve diğer yazı türleriyle fotoğraf, resim, yorum gibi her türlü eserin; üçüncü şahıs, kurum ve kuruluşlara karşı her türlü sorumluluğu, bu eserlerin sahibi olan yazar, gönderici ve ekleyicilerine aittir. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"nun yayın organlarına kayıt edilen ya da kaydedilmek üzere gönderilen eserlerin, telif hakları konusunda problemsiz olmaları önemli ve gereklidir. Yayın Kurulu, gönderilen eserleri yayınlamaktan vazgeçebileceği gibi, dilediği yayın organlarından birinde ya da hepsinde aynı anda ya da değişik zamanlarda yayınlayabilir, yayınlamak isteyen üçüncü şahıslara, tüzel kişiliklere ve kurumlara onay verebilir ya da onlar tarafından yayınlanmasını engelleyebilir. Yalnız şu unutulmamalıdır ki bu eserler, okura saygı kuralı gereği Türkçe kurallarına uygun olmalıdır. Yazılar yayınlandıktan sonra, yazar ya da ekleyicisi; istifa, uzaklaştırılma, çıkarılma dâhil herhangi bir nedenle yazı göndermesi sonlandırılmış olsa dahi "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu Yayın Kurulları"nın oy birliği içeren onay kararı olmadan eserlerinin kayıtlarımızdan ihracını isteyemez, istediği takdirde bunun reddedileceğini en baştan bilmelidir. Gönderici ve yazarlarımızın bu konuya önceden dikkat etmeleri, ileride ihtilaf doğmaması için baştan eser göndermemeleri gerekmektedir. Yayın organlarımıza ekleme yapanlar, bu konudaki sorumluluklarını okumuş ve kabul etmiş sayılacaklardır. Uzun süre yazı göndermeyen ya da yazmayı bırakan köşe yazarlarımızın o güne kadar gönderdikleri tüm yazılar "Konuk Yazarlar" bölümüne aktarılarak yeniden yazı göndermeye başladığı güne kadar köşesi kapatılır. Köşeyi kapama ya da kapatılan köşeyi açıp açmama konusunda karar sahibi, "Sessizliğin Sesi Grubu" ile "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"dur. İhtilaf durumunda, İstanbul'un Kadıköy Mahkemeleri yetkilidir.
  • YORUM YAZMAK İÇİN

    Sayın Okurlarımız: Yorumlarınızı; Grubumuza ait "Google, Yahoo, Mynet, Hotmail, TurTc " ve diğer posta adreslerimize göndermek yerine, "Yorum bölümü açık olan sitelerimiz"deki; yorum yazmak istediğiniz yazının alt kısmında yer alan "Yorum", "Yorum Yapın", "Yorum Yaz" veya "Yorum Gönder" tuşlarını kullanarak doğrudan kaydetme olanağınız bulunmaktadır. Yazacağınız yorumlarınızın; gecikmeksizin, anında yayına girmesini dilerseniz bu yolu tercih etmenizi, saygılarımızla öneririz.

TÜM SİTEYİ DİLDEN DİLE ÇEVİRMEK İÇİN, "DİLİ SEÇİN"İ TIKLAYIN