Sorma Hasan, sorma köyün halini,
Delindi köprüler geçemez olduk.
Herifler her yere sokar elini
Keyfimize göre ..çamaz olduk.
Adam ettik bir kaç aklı yoğunu
Çabaları önlemekmiş doğumu
Kırka çıktı boynuzların boğumu
Koyunu keçiden seçemez olduk.
Bu yüzden şahsen kendisiyle tanışma fırsatı bulduğumda bir miktar şok yaşadığımı söylemem gerekir! Kendisini ilk gördüğümde, bu kocaman kocaman laflar, şu ufak tefek adamdan mı çıkıyor diye düşündüğümü hatırlıyorum her nedense. Ancak işte o zaman anladım ki; yiğitlik sadece bilek işi değil, biraz da yürek işiymiş. Ve benim kanaatimce Abdurrahim Karakoç, vücudunun hemen tamamı yürekten ibaret olan bir adamdı. Yoksa ülkücülerin ensesinde boza pişirildiği bir zaman diliminde yukarıdakine benzer sözleri söylemek her babayiğidin harcı olamazdı!
Bütün kitaplarını edindiğimi sanıyorum üstadın. Vur Emri, Kan Yazısı, Suları Islatamadım, Dosta Doğru ve diğerleri. 1990’lı yıllarda ise şahsen tanıma fırsatı buldum kendisini. Kocatepe Camii’nin avlusunda düzenlenen “Dini Yayınlar Fuarı”nda yayıncısı tarafından kendisi için bir imza günü tertip edilmiş, kitaplarını imzalıyordu. Uyduruk bir masa ve sandalyeye oturmuş ufak, tefek, kara kuru bir adamdı. “İşte” dediler “Abdurrahim Karakoç bu adamdır!” Gerçekten de şaşırmıştım! O anda bütün hayallerimin yıkıldığını hatırlıyorum! Zira CHP’nin devletin bütün kilit noktalarını ele geçirdiği ve Ülkücülere karşı adeta bir sürek avının başlatıldığı 1970’li yıllarda;
“CHP ortanın soluna düştü,
TRT Moskova yoluna düştü”
Şeklinde şiir yazma cesareti gösteren adam şu masada oturan kavruk ve köylü görüntülü adam asla Abdurrahim Karakoç olamazdı! Ancak oydu! Tam da karşımda duruyordu işte. Yanda duran kitap yığınından muhtemelen daha önce de satın aldığım bir kitap aldım ve üstadın önüne koyarak ismimi söyledim. İmzaladı. Müsait bir zamanda kendisiyle tanışıp görüşmek istediğimi ve kendisini örnek alarak şiir yazmaya çalıştığımı söyledim. Şiirlerimden örnekler getirerek tavsiyelerini almak istediğimi belirttim. Bana bir adres verdi. Kızılay civarında galiba bir dergi merkeziydi vermiş olduğu adres.
Kararlaştırdığımız gün gelince ziyaretine gittim. Oradaydı. Mezbelelik gibi bir büroydu. Küçük bir oda vermişlerdi kendisine. Buyur etti. Birlikte çay içtik. Çıkardım kendisine bir şiirimi gösterdim. Şiire öylesine göz gezdirdikten sonra şu anlamda laflar etti;
-“Ben hicivlerimde kullanmış olduğum isim ve lakaplar yüzünden şimdiye kadar pek çok kişiyle tartıştım. Bana kızanlar, darılanlar ve üzüntülerini bildirenler oldu. Kullanmış olduğum isim ve lakapların hemen tamamı gerçektir ve çoğu hala bizim yörede yaşamaktadırlar. Dolayısıyla bu tür benzetmeler bana aittir. Taklit edilmemesi gerekir. Daha çok çalışmalısın. Kendine has bir üslup geliştirmelisin…”
Doğrusu kendisinden böyle bir çıkış beklemiyordum. Bir hayli üzülmüştüm bu sözler için. Oysa üslubumu ona benzetsem de kullanmış olduğum lakaplar ve isimler orijinaldi ve çoğu benim çevremdeki insanlara aitti. Söylediklerini, üstadın bu dünyada “bitek” ve “biricik” olarak kalma isteği olarak yorumladım. Yani elimden tutma ve arkasında bırakacağı boşluğu dolduracak adam yetişmesini istememe arzusunda olduğu şeklinde yorumladım. Muhtemelen sanatçı egoizmi ve enaniyeti denilen şey az çok onda da vardı.
Ayrıca üstad, görüşmemiz sırasında şu lafları da etti:
-“Bunca şiir yazdım, bunca emek harcadım. Hâlâ Sincan’da oturuyorum. Sağda sanatın ve sanatçının kıymeti bilinmiyor. Benim yerimde solcu bir şair olsaydı, şimdi kim bilir nerelerdeydi? Bizimkiler beni hala ‘Ünlü şair Bahattin Karakoç’un kardeşi’ şeklinde tanıtıyorlar başkalarına. Beni meşhur eden bizim Ülkücüler ve sağcılar değildir. Beni meşhur edenler solcular olmuştur. Örneğin Musa Eroğlu bazı şiirlerimi bestelemeseydi beni hiç kimse tanımayacaktı. Biraz da Musa Eroğlu ve ‘Mihriban’ sayesinde meşhur oldum sayılırım. Oğlum Hukuk Fakültesi’ni bitirmişti. Bir türlü iş bulamadık. Sonunda gittim Mahzuni Şerif’ten oğluma iş bulunması konusunda torpil yapmasını istedim! Kendisi bizim oralıdır…”
Anladığım kadarıyla Merhum Karakoç’un hayata ve içinde yetiştiği çevreye karşı bir kırgınlığı ve iç burukluğu vardı. Bu çevreye karşı sitem doluydu. Beni de o çevreden, daha doğrusu kendisinden gördüğü için sanki içini döken ve dert yanan bir hali vardı. Sonraki zamanlarda “Gündüz” ve “Akit” gibi gazetelerde “Poligon” isimli köşesinde makaleler yazmış olması da muhtemelen böyle bir sitemin ve gücenmenin sonucuydu. En azından ben öyle yorumladım(yanılıyor da olabilirim). Kendisini hukukçu oğluna iş bulması için hemşerisi Aşık Mahzuni Şerif’ten torpil istemeye iten süreç, muhtemelen Seyfi Oktay ve Mehmet Moğultay’ın Adalet bakanlığı yaptıkları dönem olmalıydı. Hani şu Mehmet Moğultay’ın “Ne yani Adalet Bakanlığı’na solcuları ve Alevileri değil de ülkücüleri mi alacaktım” dediği zamanlardan bahsediyorum.
Bahçeli ve Kılıçdaroğlu Cenazedeydi
Ancak vefatı üzerine, Sayın Başbakan’ın Çanakkale’de yapmış olduğu bir konuşmada kendisinden bir şiir okuyarak Cenaze Namazı hakkında bilgi vermesi ve bazı AKP’li Belediyelerin merhumun vefatı üzerine seçmenlerine taziye mesajı göndermesi, merhum Ülkücü kesim ile arasında bir miktar soğukluk bulunduğunu ve başkaları tarafından sahiplenilmeye çalışıldığını gösterir nitelikteydi. Yine Merhumun cenaze namazının Diyanet İşleri Başkanı tarafından kıldırılması ve AKP’li TBMM Başkanı ile kabineden birçok üyenin cenaze namazında hazır bulunması da hükümet çevrelerinin merhuma ilgisini göstermesi bakımından oldukça ilginçti.
Ancak MHP lideri Sayın Bahçeli’nin ve binlerce ülkücünün, merhumun cenaze namazında saf tutmuş olmaları, yine de onun ülkücüler nezdinde değerinden hiçbir şey kaybetmeyen abide bir şahsiyet ve büyük bir ülkücü olduğunu gösteriyordu. Öte yandan cenaze namazı sırasında Ülkü Ocakları’na ve Alperen Ocakları’na bağlı ülkücü gençlerin, hep birlikte tekbir getirmeleri ve “Ya Allah Bismillah Allah’u ekber” şeklinde birlikte slogan atmaları da bizim gibi adamların yüreklerine su serpmiştir. Umarım bu görüntüler, önümüzdeki günlerde Ülkücüler arasındaki bölünmüşlüğü ortadan kaldırıcı bir etki yaratır.
Cenazede Namazı’nda dikkatimi çeken ilginç şahsiyetlerden birisi de hiç şüphesiz Sayın Kemal Kılıçdaroğlu idi. Sinan Aygün ve bir grup partiliyle Abdurrahim Karakoç’un cenaze namazını kılan Sayın Kılıçdaroğlu’nu görünce merhumun 1970’lerde İsmail Cem’in TRT genel Müdürlüğü sırasında yazmış olduğu “Ecevit ortanın soluna düştü. TRT Moskova yoluna düştü” şiirini bir kez daha hatırladım ister istemez. Doğrusunu söylemek gerekirse; bir metre kadar önümden arabasının açık penceresinden bizi asker selamıyla selamlayarak ve gülümseyerek geçen Sayın Kılıçdaroğlu’nu oldukça sempatik ve samimi buluyorum ben. Dolayısıyla, halkımızın Kemal Bey’e siyasette şans vermesi gerektiğini düşünüyorum.
O Büyük Bir Ülkücü İdi
Abdurrahim Karakoç, 80 yıllık ömrünü ülküsü uğruna adamış bir şahsiyetti. O, oğlunun adını “Türk-İslam” koyacak derecede “Türk-İslam” ülküsünün yılmaz bir savaşçısıydı. Merhum’un cenaze namazına gösterilen yoğun ilgi de bunu gösteriyordu. Ankara dışındaydım ve bugün sırf onun Cenaze Namazı’na katılmak için Ankara’ya geldim ve katıldım. Allah Merhum Abdurrahim Karakoç’a gani gani rahmet eylesin. Fikir dünyamın ve şiire bakış tarzımın şekillenmesinde önemli katkıları olan Merhum Karakoç’u hep yiğit bir adam olarak hatırlayacağım. İsterseniz konuya ilişkin sözlerimizi, incelemesi ve gerekli tavsiyelerde bulunması için Merhum Karakoç’a götürdüğüm şiirlerden birisiyle bitirelim:
NE HABER
(Üstad Karakoç’a Nazîre)
Aziz dostum! Küsme öyle, kulak ver de bir dinle;
Bizim eski köyün yeni yetmesinden ne haber?
Köpürüp de kızma bana, inan gönlüm sizinle,
Kırk yıl önce temel attık bitmesinden ne haber?
Geçen gördüm muhtarı, beğenmedim hiç tipini,
Söyleyin hanım ağaya çeksin biraz ipini,
Allâsen de, Döne Bacı Kör Ali’nin tipi mi?
Bir öfkeye gelin olup gitmesinden ne haber?
Kul Mıstı’nın Kel Memiş küstürünce Aygır’ı,
Dost edinmiş Solak Hacce’nin Uyuz Beygir’i,
Kıllı Memo vurmuş gene Hasolar’ın Kevgir’i,
Hüsolar’ın kan davası gütmesinden ne haber?
Biz gideli köyü bir musibet almış yürümüş,
Bin senelik Azgınçay’ın gür suları kurumuş,
Bir acaîp bataklık ki, sivrisinek bürümüş,
Ya köylünün tifosundan, sıtmasından ne haber?
Çopur Nizam, görmüş gene havadaki leyleği,
Avantacı Topal Kâzım, omuzlamış heybeyi,
Obur Hüsmen, her kervandan çalıp birkaç deveyi,
Hamuduyla çatır-çutur yutmasından ne haber?
Hırsız Hıdır, dolandırmış yine bütün herkesi,
Diyorlar ki bizim köye; vurguncular merkezi,
Yörük Ahmet, bir al ile kapıvermiş Çerkez’i,
Balığı bulanık suda tutmasından ne haber?
Muhtar Emmi, köy merasın parsel parsel ayırmış,
Âzâ, bekçi, yedi göbek sülalesin kayırmış,
Yetmemiş ki; komşu köyden müşteriler çağırmış,
Bizim köyü haraç-mezat satmasından ne haber?
Kepçe Salih, karıştırıp bulandırmış havayı,
Sulu Zeynep, savunamaz, sulandırmış davayı,
Çakır Hülya yıkmış gene on ikinci yuvayı,
Sırıklar’ın kırk kocalı Fatması’ndan ne haber?
Çoban Sülü sürmüş gene hep işleri yokuşa,
Şakşakçılar, peşin sıra haykırmışlar “çok yaşaaa”,
Molla Ahmetler’in huyudur zaten; pişmiş aşa,
Getirip de soğuk suyu katmasından ne haber?
Diyorlar ki; Semerci Rüstem bir fabrika kurmuş,
Semer eşekleri vurmuş, eşeklerse kudurmuş,
Şikâyet üzere hemen üretimi durdurmuş,
Gümbür gümbür iflas topu atmasından ne haber?
Ayı Kâmil yine mâhir iyi armut yemede,
Israr eder, ormanlara ben kralım demede,
Çakal Apo, kafa tutmuş bizim aslan Memed’e!
Kurbağaların, boğa çatmasından ne haber?(*)
Ömer Sağlam
_________
* Ömer Sağlam, Karanlıkta Islık Çalmak, s, 29-30, Ankara,1996.