Makale ayrıca redakte edilmemiş, yazarının
gönderdiği orijinal görünümle yayınlanmıştır
Taraftarları tarafından her ne kadar aksi savunulsa da, Mehmet Akif Ersoy, Cumhuriyet'le başı hiç de hoş olmayan bir adamdır. O, muhtemelen, padişahlık olmasa bilme en azından hilafetin devam ettirileceğine inanıyordu. Ancak beklentileri çıkmayınca, Türkiye'yi terk edip, soluğu Mısır'da yakın dostu Abbas Hilmi Paşa'nın yanında almıştır. Bu arada Mustafa Kemal Paşa tarafından kendisine verilen "Kur'an'ın Türkçe çevirisini yapma" görevini de yerine getirmemiştir. Çeviriyi hazırladığı halde, bir türlü teslim etmemiş, içinde bulunduğu dini taassuptan dolayı, tercümenin asıl Kur'an yerine kaim olmayacağını, ancak zamanla böyle bir durum ortaya çıkacağını düşünerek yapmış olduğu Kur'an tercümesinin imha edilmesini vasiyet etmiş ve bu vasiyet, halen İslam Konferansı Örgütü(İKÖ) Genel Sekreteri olan Prof. Dr. Ekmelettin İhsanoğlu'nun ailesi tarafından yerine getirilmiştir.
Öte yandan Mehmet Akif Ersoy, bir Peygamber değil veya Tanrı değildir. O sadece bir Müslüman şairdir. böyle olunca onun söylediği her söze ve yazmış olduğu her şiire tıpkı sahih hadislere ve Kur'an ayetlerine bakıldığı gibi kesin doğru nazarıyla bakılamaz. Dolayısıyla Mehmet Akif "Üç Beyinsiz" yaftalamasında bulundu diye Enver Paşa ve arkadaşları ne beyinsizdirler ne de Osmanlı İmparatorluğu'nu onlar yıkmıştır. Unutulmasın ki; Akif'in "Bedrin Arslanları" ile kıyas ettiği Çanakkale kahramanlarının Harbiye Nazırı ve Başkumandan vekili de Enver Paşa'dır.
Dediğimiz gibi; Türkiye, cumhuriyetle yönetilmeye ve inkılaplar üst üste yapılmaya başlayınca, Akif şaşkınlık ve bir bocama dönemi yaşamış, bu bocalama ve arayış döneminde Mısır'a gitmiştir. Ancak maiyetine sığındığı Abbas Hilmi Paşa'nın yanında da aradığını bulamamış ve tekrar yurda dönerek fakru zaruret içinde ölmüştür. Öyle ki; bir grup Üniversite öğrencisi olmasa, belki de belediye tarafından kimsesizler mezarlığına gömülme durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Çünkü Cumhuriyet'e ve Cumhuriyet'i kuranlara karşı takınmış olduğu tavır sebebiyle itibar ve irtifa kaybetmiş bir adamdır Merhum Mehmet Akif. Ancak ne var ki; onun hayatı ve takınmış olduğu tavır, taraftarlarınca yine de kendi adına bir fazilet ve erdem örneği olarak anlatılmaktadır.
Tevfik Fikret ve Mehmet Akif
Yazımızın birinci bölümünde Bülent Arınç'tan verdiğimiz ilginç bir örnekle de dile getirdiğimiz üzere; Dini siyasete bulaştırmayı siyaset sanatı sayanlarca Mehmet Akif, sürekli Tevfik Fikret ile kıyaslanır ve bu kıyaslamada Akif yüceltilip göklere çıkarılırken Tevfik Fikret yerden yere vurulur. Özellikle 21 Temmuz 1905 günü II. Abdülhamit'e düzenlenen başarısız bir suikast girişiminden sonra Tevfik Fikret'in kaleme almış olduğu mısralar, Tevfik Fikret'in aleyhine alabildiğince kullanılır. Fikret, şiirinde bombanın patlayışını anlattıktan sonra, bu saldırıya kimin sebep olduğunu sorar ve bombacıya övgüler düzer:
"Silkip ukudu rıbka-i-asarı en çetin,
Bir uykudan uyandırır akvamı dehşetin.
Ey şanlı avcı dâmmı beyhude kurmadın,
Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki, vurmadın"(1)
İslamcıların bu konuda Fikret'e yüklenirken üzerinde durdukları konu II. Abdülhamit'e düzenlenen suikastçıya yapılan övgü değil, daha çok suikastçının kimliğidir. Çünkü suikastın, Doğu Anadolu'da bağımsız bir Ermeni devleti kurmak isteyen Ermeni Devrimci Federasyonu tarafından gerçekleştirilmiştir. Patlama sonucu civardaki halk arasında 26 kişi ölmüş, 58 kişi yaralanmıştır. Olaydan sonra yapılan araştırma sonucu olaya karışan 40 kişinin kimlikleri belirlenmiş, bunlardan 15'i yakalanarak tutuklanmış, Belçika vatandaşı olan Edward Joris'in suikast girişiminin lideri olduğu sonucuna varılmıştır. Edward Joris 2 yıl hapis yattıktan sonra serbest bırakılmıştır(2).
Tevfik Fikret, şiirini yazarken muhtemelen bombacının kimliğini ve etnik kökenini bilmiyordu. Çünkü bahse konu "Bir Lâhza-i Ta'ahhur-Bir Anlık Duraklama" isimli şiirinde suikastçının kimliği ile ilgili hiçbir bilgi bulunmamaktadır. O, sadece "Müstebit" bir padişahın ortadan kaldırılmamasına hayıflanmaktadır şiirinde. Üstelik, suikastçının etnik kökeni bilinse bile, burada önemli olan ve üzerinde durulması gereken, suikastçının etnik kökeni değil, istibdatçı ve baskıcı bir idareciye karşı duyulan nefrettir.
Ermeni asıllı bir kişinin, Türk asıllı bir hükümdara karşı sergilemiş olduğu öldürme kastı, Türkler olarak bize her ne kadar ağır geliyorsa da, suikast girişiminin sergilendiği 1905 yılı, Osmanlı'da milliyet kavramının şiddetle bastırıldığı, İslamcılığın ve Osmanlıcılığın geçer akçe olduğu bir döneme rastlar. 1900'lerin başında bile Türkler saray çevresine, Türkçülük ise payitahta henüz girememektedir. Türkler, devlet erkanının ve saraylıların gözünde hâlâ köylü, kro ve taşralı insanlardır. Onlar sadece savaşlarda ölmek için yaratılmış mahluklardır! Vaktiyle Prof. Dr. Ercüment Kuran'a ait bir kitapta okumuştum şu olayı;
Bir gün Yıldız Sarayı'nda görevli bir Arnavut çalışan, sarayda bahçıvanlık yapmakta olan bir Türk'ü "Def ol buradan Pis Türk!" diye azarlar. O sırada sarayın bahçesinde dolaşmakta olan Padişah II. Abdülhamit hadiseyi görür ve Arnavut asıllı saray görevlisine şöyle der; "Unutma ki ben de Türk'üm!"
Öte yandan, İslamcıların II. Abdülhamit'e karşı düzenlenen suikast girişiminde suikastçının etnik kökeni üzerinde durmaları ve bu noktadan hareketle Tevfik Fikret'e yüklenmeleri, milliyetçilik bir yana tam da ırkçılığın daniskasıdır.
Ayrıca; 26 kişinin öldüğü, 58 kişinin yaralandığı bir olayın faillerinin neden idam edilmeyerek iki yıl gibi kısa bir süre hapis yattıktan sonra salıverilmeleri de doğrusu biraz enteresandır. Bu durum, olayın sanki II. Abdülhamit'in bilgisi dahilinde yazılmış ve Padişahı halkın gözünde kıymetlendirmeyi amaçlayan bir senaryoyu, politik bir manevrayı akla getirmektedir. Tıpkı bugün Bülent Arınç'a bir binbaşı tarafından suikast girişiminde bulunulduğu, tıpkı Hüseyin Çelik'in odasına Van Valisi tarafından bomba koydurulduğu iddiaları gibi.
İslamcıların Tevfik Fikret'e yüklenirken savundukları argümanlardan birisi de hiç şüphesiz, onun Türk Gençliği'ne örnek olarak gösterdiği oğlu Haluk'un hayat çizgisidir. Çünkü iyi bir tahsil yapması için önce Avrupa'ya, arkasından Amerika'ya giden Haluk, orada Hıristiyanlığa ilgi duymuş ve Hıristiyan olmuştur. Dahası, kısa süreli bir iş adamlığı deneyiminden sonra 1943 yılından itibaren kendisini tamamen dine vermiş ve 1965 Haziran'ında Orlando, Park Lake Presbyterian Kilisesi rahibiyken ölmüştür(3).
İşte Hâluk'un bu hayat çizgisi de Türkiye'deki İslamcılar ve Tevfik Fikret düşmanları tarafından, onun aleyhine kullanılan argümanlardan birisi olmuştur. Günümüzün "Dinler Arası Diyalogcuları" ve "Medeniyetler İttifakçıları"nın kulakları çınlaşın. Eğer Fikret'in oğlu Hâluk hâlâ yaşıyor olsalardı, batı Hıristiyan dünyasına yaklaşmada en büyük kozları sanırım Hâluk olur, babasının yazmış olduğu şiirleri ve ortaya koymuş olduğu düşünceleri bir kenara iter, derhal kendisiyle diyaloga geçerlerdir. Örneğin şu bizim Meşhur Pensilvanya Vaizi, mutlaka arar bulurdu Orlando Park Lake Presbyterian Kilisesi Rahibi Hâluk Efendi'yi!
Tevfik Fikret'in oğlu Hâluk hiç değilse bir papaz olmuştur. Yani bir şekilde din adamıdır. Üstelik Kur'an'ın beyanına göre Hıristiyanlık da tıpkı Müslümanlık gibi semâvî bir dindir. Yani ilahi vahye dayanır.
Peki ya İslamcıların, saltanatçıların ve hilafetçilerin göklere çıkardıkları Akif'in hayatında bu türlü üretim hataları yok mudur? Elbette vardır. Hem de Fikret'inkinden de beterdir bu üretim hatası. Çünkü Mehmet Akif'in ikinci kuşak torunu, yani kızı Feride'nin torunu Aydemir Güler tam bir dinsizdir! Yani ateist demek istiyorum. Kimdir Aydemir Güler? Bugünkü Türkiye Komünist Partisi (TKP)'nin Genel Başkanı'dır. Bildiğim kadarıyla din ile komünizm yan yana gelebilen kavramlar değildir. Çünkü komünizm, her türlü dini inkar eden, dini afyon olarak nitelendiren materyalist bir felsefedir. Eğer Aydemir Bey, gerçekten komünist ise o zaman dinsiz demektir. Yok eğer dine ve Allah'a inanıyorsa o zaman da gerçek komünist değildir. Sadece komünist rolü oynuyordur.
Şu sözler TKP Genel Başkanı Aydemir Güler'e aittir:
"İnsanın doğarken ailesini seçme hakkı olmuyor. Ben 15 yaşında Komünistliği seçtim. Mehmet Akif Ersoy'un İstiklal Marşı'nı yazması bana hiçbir şey hissettirmiyor. İnsan doğarken ailesini seçme hakkı olmuyor. Hem Mehmet Akif Ersoy'un ailesinin İslâm'la çok ilgili olduğu söylenemez. Ben 15 yaşında komünistliği seçtim. Çünkü yaşadığımız düzenden memnun değildim. O gün bugündür komünistim. (Bu durum) İlk yıllarda biraz problem oldu. Şimdi sanıyorum bizim ailede TKP'nin oyu bayağı fazla. Mehmet Akif Ersoy'un adını kullanmayı hiç düşünmedim. Bir kere bu benim savunduğum ilkelere ters düşüyor..."(4)
Özetle; Aydemir bey diyor ki; bizim ailede, yani Mehmet Akif Ersoy'un torunları arasında benim dışımda da komünist felsefeye inanan dinsizler bulunmaktadır.
Kendisiyle röportaj yapan gazeteci Aydemir Güler hakkında şu değerlendirmeleri yapmaktadır:
"Türkiye Komünist Partisi (TKP) Genel Başkanı Aydemir Güler, İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un ikinci kuşak torunu. Peki, keskin bir İslâmi söylemi olan bir dedenin, taban tabana zıt fikirlere sahip torunu olmak nasıl bir şeydi? Dedesiyle manevi bir bağı var mıydı? Dedesiyle gurur duyuyor muydu? Röportaj sırasında öne çıkan şu oldu: Güler, konuştuğumuz süre içerisinde bir kez bile Mehmet Akif Ersoy'dan bahsederken, 'dedem' kelimesini kullanmadı. Sanki Ersoy'un torunu olmaktan memnun değil gibiydi. Konuşmanın biraz gergin başlamasının sebebine gelince... Güler ile röportaj yapmak için partiyi arayıp randevu aldım. Partiye gittiğimde herkeste büyük bir şaşkınlık oluştu. Randevulaştığımız saatte gitmeme rağmen, beni yarım saat beklettiler. Bu şaşkınlığa sebep, başörtülü oluşumdu. Güler'in basın danışmanı iki kez Güler'in yanına gidip geldi. Sonunda Nihan Hanım yanıma gelip, 'Şunu sormayın, bunu sormayın' ricasında bulundu. Sormamı istemedikleri şey ise Güler'in Mehmet Akif Ersoy'un torunu olmasıydı. Ama ben sordum..."(5).
Hülasa edecek olursak; ne Hâluk ve Aydemir Güler değersiz kişilerdir, ne de bu ikisi ataları için birer nakısa teşkil ederler. Dolayısıyla ne oğlu Hâluk papaz oldu diye Tevfik Fikret değersizdir, ne de başta Aydemir Güler olmak üzere, torunları ateizmi ve komünizmi seçtiler diye Mehmet Akif değersizdir. Tam tersine, değil mi ki hepsi de insan, o zaman bizim için hepsi de değerlidir. Biz ki; "Yaratılanı severiz yaratandan ötürü" sözünü kendimize düstur edinmiş insanlarız. Ayrıca "beşerdir şaşar" sözü, herkes için, bu arada elbette Fikret ve Akif ile onların sulbünden gelenler için de geçerlidir. Allah, herkesin taksiratını affetsin. Ölenlere rahmet, kalanlara sağlık ve afiyet...
" Bitti "
Ömer Sağlam
______________
5-Aynı kaynak.