Makaleler, Nisan 2012'den beri redakte edilmemekte ve
eser sahibinin gönderdiği özgün hâlde yayınlanmaktadır
Çocukluğumuzdan bu yana kulaklarımızda hep bir “Aşere-i Mübeşşere” lafıdır çınlar durur. “Sağlıklarında Hz. Peygamber tarafından cennetle müjdelenen on kişi”anlamındaki tabirin içine giren bu on kişiyi zikrederken adeta yüreğimizin yağı erir, gönlümüz titrer. İsimlerinin başına (Hz.) sıfatını koymakla yetinmez, sonuna da (r.a.) duasını yerleştiririz. İslam’a yaptıkları büyük hizmetleri anlatmakla bitiremez, kahramanlıklarıyla övünürüz. Aleyhlerinde ise asla söz söyletmeyiz. Aleyhlerinde söz edenleri ve onları kötüleyenleri, tekfir bile ederiz. Yani kâfirlikle suçlarız. Hz. Peygamber “Ashabım yıldızlar gibidir, onlardan hangisine uyarsanız hidayete erersiniz…”dedi ya, artık ne deseniz boş. Ashaptan birisi aleyhine bir söz mü söylediniz? Yandınız demektir. Zira siz toplumun gözünde artık bir cehennemliksinizdir…
Oysa Hz. Peygamber’in sahabeleri arasında insanı sapıklığa götürecek türden söz ve eylemlerde bulunanlar bile vardır. Bu sebeple; eğer “Sahabe” tabiri, Hz. Peygamber’in sağlığında onu gören Müslümanlar için söylenen bir tabir ise, yandık demektir! Çünkü bu Müslümanların içinde Ebu Süfyan, Muaviye, Hind ve Vahşi gibileri de vardır. Üstelik bazı rivayetlere göre Muaviye, Hz. Peygamber’in vahiy kâtipleri arasındadır. Yani Allah’tan gelen vahyi yazıya geçirenlerden birisidir o! Ne de olsa bu rivayet sahiplerine göre; Hz. Muhammed okuması yazması olmayan (Ümmî) birisidir! İlim, âlim, irfan ve bilginin üzerine pek çok söz söylemiştir ama bu rivayet sahiplerine göre; ne yazıktır ki kendisi bir türlü ana dili olan Arapçayı okuyup yazmayı öğrenmemiş, bu hususta inat etmiş ve hayatı boyunca Muaviye gibi adamlara mecbur olmuştur!!!
Dolayısıyla siz, Hz. Peygamber tarafından söylendiği rivayet edilen “Ashabım yıldızlar gibidir. Onlardan hangisine uyarsanız sapıtmazsınız” lafına bakarak Muaviye’ye uyarsanız hepten sapıttınız demektir. Hadi “Muaviye ve babası Ebu Süfyan sahabe sayılmazlar, onlar Müellefe-i Kulüptü” yani “Onlar tam Müslüman değillerdi. Sadece kalpleri Müslümanlığa alıştırılmak istenenlerdendi” diyelim, peki, Ebu Hüreyre’ye ne diyeceksiniz? Üstelik “Ebu Hüreyre”, yani “Kedicik babası” lakabını, Hz. Peygamber vermiştir ona. Kimilerine göre Medine’de “Ashab-ı Suffe” denilen okulun müdürü veya dekanı olacak kadar ilim erbabı sayılan Ebu Hüreyre’ye uyarsanız yine sapıttınız demektir! Çünkü günümüz hadis araştırmacıları içinde Ebu Hüreyre’ye“Büyük Yalancı” yani “Kezzâb” demeyen sanki yok gibidir. Bu sebeple Ebu Hüreyre, hadis uydurma konusunda Ebu Bekir’den başlayarak ilk dört halifenin başına adeta bela olmuştur. Ebu Bekir, Hz. Osman ve Hz. Ali kendisini sert şekilde uyarmışlar, Hz. Ömer ise, ihtar ve kırbaç cezasına çarptırmış, ayrıca onu geldiği yere, yani Yemen’e sürgün etmekle tehdit etmiştir.
Biz gelelim Aşere-i Mübeşşere’ye: Kimdir bu on kişi? Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Sa’d bin Ebi Vakkas, Said bin Zeyd, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvam, Ebu Ubeyde bin Cerrah, Abdurrahman bin Avf. Bu isimlerin Aşere-i Mübeşşerelikleri nereden geliyor? Sözde Hz. Peygamber’in konu ile ilgili hadislerine dayanıyor. Peki, bu hadisler doğru mudur? Valla emin değilim. Ancak Ehli- Sünnet âlimlerinin büyük kısmı “Evet doğru” diyor. En azından, bize, İmam-Hatip Liselerinde böyle öğretilmiştir. Zira bizim öğrencilik yıllarımızda İmam-Hatip liselerinde okutulan ders kitaplarında konuya ilişkin hadisler vardı. En azından benim ilk ezberlediğim hadislerden birisi; şu meşhur “Ashabî ke’nnücûmî…” hadisidir. Aşere-i Mübeşşere hakkında ise laf söyleyenlerin dilini keserler(di) bu ülkede! Çünkü bu ülkenin camilerinde onlardan bir kısmının isimleri, ”Allah” ve “Muhammed” isimlerini taşıyan levhalarla yan yanadır. Hasankeyf’de tarihi bir caminin giriş kapısının üstünde bu on kişinin isminin taşa kazındığını (yontulduğunu) bile gördüm ben…
Ben bir ilahiyatçı değilim. Sadece İlahiyatçıların yalancısıyım! Ancak normal bir akla sahip olduğumu sanıyorum. Bu bakımdan benim yaklaşımların, genelde nakilcilik üzerine değil, akılcılık üzerine kuruludur. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, konuya ilişkin hadisin uydurma olduğunu söylüyor. Yaşar Hoca, kitabında III. Halife Osman’ın, yetersizliklerini, kötü ve kayırmacı idaresini anlatırken, onun, İslam’ın ilk kadın şehidi Sümeyye’nin oğlu Ammâr bin Yasir’e “Ey Sümeyye denen karının çocuğu! Sen, bizim aleyhimizde yalanlar söylüyorsun.” diyerek ileri yaşlara gelmiş Ammâr’ı yere serdirip dövdürdüğünü söyledikten sonra şöyle diyor: “Peygamber’in sevgilisi unvanını almış Ebu Zer gibi, Ammâr gibi sahabîlere, uydurma bir hadisle aşere-i mübeşşere’de (cennetle müjdelenenlerden) olduğu iddia edilen Osman’ın reva gördüğü vahşet ve dehşet buydu”(1).
Aşere-i Mübeşşere konusundaki hadisin uydurma olup olmadığını tespit etmek bizim görevimiz değildir. Konuya ilişkin hadisin sahih olup olmadığını ortaya çıkarmak, bu ülkenin sözde büyük din âlimlerinin işidir. Ancak şu kadarını söyleyelim ki; bugün güvenilir kaynak olarak kabul edilen, örneğin “Kütüb-ü Sitte” yani “Güvenilir Altı Hadis Kitabı” olarak kabul edilen kaynaklar bile uydurma hadislerle doludur. Güvenilir hadis kitaplarından olan ve İmam Malik tarafından yazılan “el-Muvatta” isimli hadis kitabı hakkında verilen bilgiler, bizim ne demek istediğimizi çok güzel anlatmaktadır. Mısırlı Hadis Alimi Mahmud Ebu Reyye’den aktaralım:
Onun kitabı hakkında İmam Şâfi’î şunu söyler: “Allah’ın Kitabı’ndan sonra en sahih kitap Malik’in ‘Muvatta’ sıdır.” Şah Veliyyullah Dehlevî ise şöyle diyor: “İncelemeyle ortaya çıkan, hadis kitaplarının ilk tabakasının şu üç kitapla sınırlı olduğudur: Muvatta, Sahih’i Buhârî ve Sahîh-i Müslim. İkinci tabakadaysa bu üç kitabın sıhhat derecesine ulaşamayan şu kitaplar yer alır: Sünen-i Ebî Davud, Sünen-i Tirmizî ve Sünen-i Nesâi…” Ebu Bekr b. El-Arâbî (ö.543); “Hadiste Muvatta ilk asıldır. Sahih-i Buhârî de ikinci asıldır…”der.
Malik rivayet ettiği yüz bin hadisten on binini Muvatta’ya almıştır. Bilahare onu her yıl Kur’an ve Sünnet (ameli sünnet) muvacehesinde gözden geçiriyor, bazı hadisleri atıyordu. Sonunda müsned hadis sayısı beşyüze kadar indi. İbn el-Hebbâb der ki: “Malik, Muvatta’daki hadisleri Kur’ân ve sünnet esaslarına vurmaya devam etti. Ta ki bunların sayısı beş yüze indi.” İbn Ferhûn ise şöyle diyor: “Atîq ez-Zührî der ki: Malik Muvatta’-ya yaklaşık on bin hadis aldı. Bunları her sene gözden geçiriyor ve bazılarını atıyordu. Sonuçta bu kadar az hadis kaldı. Eğer biraz daha yaşasaydı tamamı atılabilirdi.” ez-Zerqanî ise şunu söyler: “O, kitabını her yıl gözden geçirerek; hadislerin sadece Müslümanlara uygun ve Din’de sağlam olanlarının kalmasını istiyordu.” el-Hîrâs der ki; “Malik’in “Muvatta”sı dokuz bin hadisten müteşekkildi. Sonra onları ayıklamaya devam ederek, beş yüz hadise kadar indirdi.”(2).
İmam Malik’in “el-Muvatta” isimli hadis kitabı hakkındaki görüşler, bunlarla da sınırlı değildir. Mahmud Ebu Reyye, kitabının devam eden sayfalarında da bu görüşleri aktarmaya devam etmiştir. Netice olarak İmam Malik’in “Muvatta” isimli eserinin orijinalinde bulunan 500 hadis hakkında şunlar söylenebilir: 1- Evet, bu hadisler son derece sahihtir. Çünkü İmam Malik, bu hadisleri, rivayet ettiği yüz bin hadis içinden eleyerek kitabına almıştır. 2- Hayır, bu hadisler sahih değildir. Çünkü eğer İmam Malik’in ömrü yetseydi, en azından bu 500 hadisin bir kısmını daha ayıklardı.
Buradan hareketle varılacak kanaat şudur: Bugün güvenilir olarak kabul edilen hadis kitapları bile uydurma hadislerle duludur. Dolayısıyla hadislerle amel edilirken, özellikle hadislerden hüküm çıkarılırken kılı kırk yararcasına dikkat edilmeli, hadislerin Kur’an’ın ruhuna ve mantığına uygunluğu, bütün ayetlerle tek tek karşılaştırılmak suretiyle denetlenmelidir. Kur’an ayetleri ise, bugünkü bilimsel bilgilerin ışığında mutlaka yeniden yorumlanmalı ve Kur’an tefsirleri, İsrailiyatın tasallutundan bir an önce kurtarılmalıdır.
Güvenilir kaynak olarak kabul edilen “el-Muvatta” isimli eser hakkında verilen bunca bilgiden sonra “Aşere-i Mübeşşere” hakkındaki hadislere ve “Ashabım yıldızlar gibidir…” şeklindeki hadise sahih nazarıyla bakılabilir mi, onu okuyucuların imanlarına, vicdanlarına ve iz’anlarına havale ediyorum. Bana sorarsanız, ben bu ve benzeri hadislere şüphe ile yaklaşıyorum. Beni bu konuda şüpheye ve kuşku duymaya yönelten sebepler ise şöyledir:
1. “Aşere-i Mübeşşere” tabiri, ilahi bir söylem değildir. Yani Kur’an ayetlerinde ne böyle bir tabir, ne de bu tabirin içine kimlerin dâhil olduğu konusunda herhangi bir bilgi yoktur. Böyle olunca, insan üretimi olan bu konudaki bilgi ve rivayetlere ihtiyatla yaklaşmak aklın gereğidir.
2. Cennete koyma ve Cehennem’e atma yetkisi, Allah’ın yetkisinde olan bir konudur. Bu bakımdan aynı zamanda Allah’ın kulu olan bir peygamber, Allah’a ait olan bir yetkiyi kullanmaya cür’et edemez. Çünkü peygamberler, Allah’tan aldıkları yetki oranında söz sahibidirler. Dolayısıyla Hz. Peygamber, Allah adına hiç kimseye söz verip kefil olamaz(3).
3. Cennet nimeti, geleceğe ilişkin bir nimettir ve cennet hakkındaki bilgilerimiz, sadece Kur’an’ın vermiş olduğu bilgilerle sınırlıdır. Yani cennet nimeti, bütün insanlar gibi Hz. Peygamber için de geleceğe ilişkin gaib bir bilgidir. Peygamberlerin ise kendileri için gaib olan bir bilgiyi bilmeleri mümkün değildir(4). Gaybı ve geleceği bilme kudreti, sadece Allah’a ait olan bir kudrettir(5).
4. Aşere-i Mübeşşere denilen grubun içine giren on kişinin tamamının, Muhacir olduğu dikkate alınırsa, bu konuda Hz. Muhammed’i ve diğer Muhacirleri bağrına basan Medineli Ensar’a haksızlık yapıldığını görürsünüz. Dolayısıyla; Hz. Peygamber’in, Ensarı dışarıda bırakmaktan öte, ashabını kategorize eden böyle bir yaklaşımda bulunması bizzat Hz. Peygamber’e ithamdır, hakarettir. Hz. Peygamber’in ashabından bazılarını biraz daha sevdiği ve onlara çeşitli lakaplar verecek kadar samimiyet gösterisinde bulunduğu muhtemelen doğrudur. Ancak onlardan bir kısmını cennetle müjdeleyecek kadar ileri gittiğini ve bu konuda Allah’a ait olan bir yetkiyi kullanmaya tevessül ettiğini düşünemiyoruz.
5. Aşere-i Mübeşşere’ye mensup olduğu söylenen kişilerin ortak paydalarından birisi de Arap olmaları ve Kureyş kabilesine mensup bulunmalarıdır. Oysa o tarihlerde bile (Selman-ı Fârisî örneğinde olduğu gibi) Hz. Peygamber’in yakın çevresinde Arap kökenli olmayan büyük sahabîler bulunmakta idi. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in ırkçılık çağrışımları yapacak şekilde sadece kendi kabilesi olan Kureyş’ten bazı kişileri cennetle müjdeleyerek onlara paye vermesi, bizatihi peygamberlik kurumuna yakışan bir davranış değildir.
6. Aşere-i Mübeşşere denilen grubun içinde sadece erkeklerin bulunuyor olması da bu konudaki rivayetin uydurma olduğunu düşündürmektedir. Oysa Hz. Peygamber’in yanında/yakınında eşi Hz. Hatice ve İslam’ın ilk kadın şehidi Hz. Sümeyye gibi büyük sahabe kadınları da vardır. Öte yandan Hz. Peyamber’in eşleri, Kur’an da “Mü’minlerin Anneleri” olarak nitelendirilmiş muhterem kadınlardır. Her nedense Aşere-i Mübeşşere’nin içine bu kadınlardan hiçbirisi girememiştir.
4, 5 ve 6 numaralı paragraflarda öne sürülen sebepler, bizzat Kur’an ayetleri ve Hz. Peygamber’in sahih olan hadislerinde, örneğin Vedâ Hutbesi’nde dile getirdiği ilkelerle de ters düşmektedir. Zira Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:
“Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdâr olandır”(6).
Hz. Peygamber Veda Hutbesi’nde şöyle diyordu:
"Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O'ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah'ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz.”
Dolayısıyla; hem Aşere-i Mübeşşere kavramı, hem de bu kavramın içine sadece Arap kökenli Kureyş kabilesine mensup muhacir erkeklerinin dâhil edilmesi, Kur’an’a ve sahih hadislere, örneğin Vedâ Hutbesi’nde dile getirilen esaslara aykırı bir durumdur.
Öte yandan Aşere-i Mübeşşere olarak nitelenen tabirin içine sokulan kişilerin bazıları ile büyük sahabeler arasında gösterilen insanlarda öyleleri de vardır ki; onların yaptıklarını ve sebep oldukları olayları, bırakın sahabe, İslam’a düşman kişiler bile yapamazlar! Ancak ne yazık ki; bu insanların o yönleri Müslümanlara pek anlatılmamaktadır. Ya da Müslümanlar bu bilgilere fazla itibar etmemektedirler. Oysa büyük insanların sebep oldukları olaylar da büyüktür. Ve ne yazık ki; sahabenin sebep olduğu, İslam’a ve Müslümanlara zarar veren bu büyük olayların çoğunluğu, belki de İslam’a ve Müslümanlara hizmet amacıyla sebep olunmuş olaylardır. Ya da bu tür olaylara öyle bir kılıf giydirilerek olayın müsebbipleri masum gösterilmeye çalışılmıştır.
Bu konuda Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Temel İslam Bilimleri bölümü Başkanı Prof. Dr. Ahmet Akbulut tarafından kaleme alınmış “Sahabe Dönemi İktidar Kavgası” ve Yaşar Nuri Öztürk tarafından yazılmış “İmamı Âzam Ebu Hanife” isimli kitaplara bakılabilir.
Ömer Sağlam
___________
(*) Bu yazı, aynı başlıkla, ilk olarak 07 Ekim 2009 günü muhtelif internet sitelerinde yayınlanmıştır.
1-Yaşar Nuri Öztürk, İmamı Âzam Ebu Hanife, s, 98, 6. Baskı, Yeni Boyut yayınları, İstanbul, 2009.
2- Bk. Mahmud Ebu Reyye, Muhammedi Sünnetin Aydınlatılması-Hadis Müdafaası, Türkçesi, Muharrem Tan, Yöneliş Yayınları, İstanbul, 1988, s, 322.
3- Örn. Bkz. Hûd 11/31, En’âm 6/50, 66, 104, 107, …
4- Hûd 11/31, En’âm 6/50.
5- En’âm, 73; Tevbe, 94, 105; Ra’d, 9, …
6- Hucurât, 49/13.