Türk Olmak Kolay, Kalmaksa Zordur Bu Ülkede [Ömer Sağlam]
Makaleler, Nisan 2012'den beri redakte edilmemekte ve
eser sahibinin gönderdiği özgün hâlde yayınlanmaktadır
İtiraf etmek gerekirse; okuma zevkini ilk olarak fakülte yıllarında tattım. Zaten kifayetsiz olan harçlığımın önemli bir kısmını kitaba verirdim. Bazen hiç harçlığım kalmadığında, inşaatlarda işçilik yapar, kazandığım parayı tekrar kitaba verirdim. Rahmetli babamın maddi durumu iyi değildi ve bana para gönderemezdi. O günlerde bir hafta boyunca ve bütün öğünlerde olmak üzere (Yağ, soğan, salça ve haşlanmış patates karışımından ibaret olup kendi buluşum olan) aynı yemeği yediğimi, kışın kar üzerinde kenarları patlak ayakkabılarla yürümek zorunda kaldığımı bilirim. Almış olduğum kitaplara gözüm gibi bakar, onları zarar görmesinler diye mutlaka naylon kaplarla kaplardım. Fakülteyi okuduğum Bursa’da Orhan Camii’nin alt tarafında bulunan ve meşhur Kapalı Çarşının devamı olan cadde boyunca Pazar günleri sahaflar çarşısı kurulur ve okunmuş kitaplar satılırdı. Bu çarşının müdavimlerinden birisi de bendim. Kütüphanemde bulunan kitapların büyük çoğunluğu işte bu çarşı menşelidir.
Bu devrede okuduğum kitaplardan üçü beni oldukça etkilemiş ve beynimde iz bırakmıştır. Bu kitaplar İlhan DARENDELİOĞLU’ nun “Türk Milliyetçiliği Tarihinde Büyük Kavga”, Mustafa MÜFTÜOĞLU’ nun “Çankaya’da Kâbus” ve Alparslan TÜRKEŞ’ in “1944 Milliyetçilik Olayı” isimli kitaplarıdır. Bu kitapların hepsinde de, İkinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği 1940’lı yıllarda Türk Milliyetçileri’ne karşı “Irkçılık-Turancılık” suçlamalarıyla yapılan zulümlerden bahsedilmekte, bu idealist insanlara, “Tabutluk” tabir edilen ve ayaktaki bir insanın ancak sığabileceği büyüklükteki beton hücrelerde yapılan işkenceler dile getirilmektedir.
İnsanların “Türküm” demeye koktukları, Asya’daki kardeşlerini düşünmekten men edildikleri insanlık dışı uygulamalar, benim genç beynimi oldukça etkilemiştir. “Aman bir tatsızlık çıkmasın!” düşüncesiyle 12 adanın Yunanistan’a verilmesine ses çıkarmayan zamanın iktidarı, muhtemeldir ki; Rusya’nın “Kendi iç işlerine karışıldığını bahane ederek” Türkiye’ye saldırmasından korktuğu için, Milliyetçi Türk Gençleri’nin Rusya’nın esareti altındaki soydaşlarımızla ilgilenmesini yasaklamış, çıkmamış bir savaşı göze alamamıştır. Hatta zamanın Türk hükümetinin, ülkemize iltica eden bir grup soydaşımızı Sovyetler’e geri iade ederek katledilmelerine sebep olduğunu öğrendiğimde kanım donmuş, tüylerim diken diken olmuştur. Atatürk “Bir Türk dünyaya bedeldir” ve“Tam bağımsızlık benim karakterimdir” derken, halefleri, onlarca Türkü iade ederek kurşuna dizilmelerine sebebiyet vermiştir! Halbuki zafer, savaşmayı göze alabilenlerindir!
Ernest Jack, İnönü’nün Ruslar’a karşı izlemiş olduğu politikayı açıklarken şunları söylemektedir; “Türk-Rus siyasetine dair İsmet İnönü 1937 yılında Başvekil bulunduğu zaman ve bugün de Cumhurbaşkanı olarak tekrarladığı şu cevabı vermişti: “Hiç kimse 180 milyon Rusun 18 milyon Türke en yakın komşu olduğu değişmez olayını bilmemezlik edemez. Rusya bütün Karadeniz boyunca ve Kafkaslardan Rus-Türk-İran köşesine doğru uzayan Türk hudutlarının yarı ucunu çevirmektedir.”Rusya’nın kuzey İran’daki işgali devam ettiği müddetçe Rusya bütün doğudaki Türk hududunu Rus-Türk-Irak köşesine kadar kuşatmaktadır…”(1)
Bu sözlerinden de anlaşılacağı üzere İnönü, sürekli olarak bir Rus tehdidinden korkmuş ve Irak’a varıncaya kadar bütün İran topraklarının Rusya tarafından işgal edileceğine inanmıştır. Hayatı boyunca da bir Rus sendromu ile yaşamıştır. Stalin’in, ülkemizin Doğu Bölgesi’nde ve Boğazlar üzerinde bazı haklar iddia etmesi de işin tuzu biberi olmuştur.
Merhum Ayhan Songar Hoca bu devri anlatırken şöyle der; “O sırada Balikesir Lisesi’nde talebe idim. Çok sevdiğimiz bir Edebiyat hocamız vardı, rahmetli Necdet Sancar... Necdet Sancar Hoca Nihal Atsız’ın kardeşi idi. Bu iki kardeş “Bütün Türkler bir ordu” davasına gönül vermişler, içimizde de milliyetçilik meş’alesini tutuşturmayı başarmışlardı. Ama zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, onları ve arkadaşlarını meşhur 19 Mayıs 1944 nutkunda “Vatan haini” ilan etmekten çekinmedi. Toplananlar arasında bugünün MHP Lideri sayın Alparslan Türkeş de vardı. Türkeş’e isnad edilen suçu hatırlatayım da, güler misiniz, ağlar mısınız siz karar verin değerli okuyucularım...zararlı bir ideolojiyi övmek!... Zararlı bir ideoloji denen şey ise Türk Milliyetçiliği....”(2)
Batılı bir bilim adamı olan Erik Jan Zürcher, Türk Milliyetçileri’ne karşı baskıların yoğunlaştığı İkinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllarda Türkiye’de izlenen politikayı anlatırken;
”Hem iç siyaset hem de basın savaş boyunca sıkı denetim altında tutulmuş ve bunlar Türkiye’nin çatışma dışı kalma gayreti doğrultusunda ustalıkla yönlendirilmişlerdi. Almanya Sovyetler’i mağlup etmenin eşiğinde gibi gözüktüğü sırada, Pantürkizm propagandası yeniden canlanmıştı. Almanya’nın teşvikiyle Temmuz 1941’de bir Pantürkist komitesi kurulmuş, bazı Türk generalleri Almanlar’ın daveti üzerine doğu cephesini dolaşmış ve bazı Pantürkizm yandaşları kabineye alınmıştı; bunların hepsi, Almanlar galip geldiği takdirde kendini güven altına alma siyaseti idi. Almanya’nın yenilmesinin an meselesi olduğu belli olunca, Mayıs 1944’te Pantürkist örgütler ve Pantürkizm propagandası susturuldu” der ve bu sebeple “Türkiye’nin savaş sırasındaki politikaları genellikle, dürüstlükten uzak ve 1939 antlaşması (19 Ekim 1939’da İngiltere, Fransa ve Türkiye arasında imzalanan karşılıklı yardım anlaşması) na aykırı görülmüştür. Ülkenin uluslar arası itibarı zedelendi ama ülkeyi savaş dışında tutmak, İnönü ve arka arkaya gelen hariciye vekillerinin (önce Şükrü Saraçoğlu, sonra Numan Menemencioğlu ve sonra yine Saraçoğlu) gözünde büyük bir başarıydı. Bu siyasetçilerin hafızasında, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisini Almanlar’a bir kukla gibi kullandırmasının ve bunun ülkelerine getirmiş olduğu felaketlerin berrak anısı yaşıyordu.”(3) şeklinde bir hükme varır ki; bu kanaat doğrudur. Çünkü şahsen bazı büyüklerimden, İkinci Dünya Savaşı boyunca çekilen ekonomik sıkıntılardan yakınarak İnönü’ye yüklenenlere karşı İnönü’nün “Sizi aç açık bıraktım ama çocuklarınızı babasız bırakmadım!” şeklinde kendisini savunduğunu duymuşluğum vardır.
Tetkik edildiğinde görülecektir ki; Türkiye’deki milliyetçilik hareketlerinin, özellikle Türk Dünyası ile ilgili düşüncelerin seyrinde, Türkiye’nin Rusya ile olan ilişkilerinin boyutu belirleyici faktörlerden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Nasıl ki; ikinci Dünya Savaşı’nın şekil değiştirip Rusya ve müttefiklerinin galibiyetleri anlaşıldığında Türkiye’de milliyetçi cereyanlara karşı bir baskı politikası uygulanmışsa, Rusya ile ilişkilerin dostane yürüdüğü yıllarda da (herhalde bu dostluğa gölge düşürülmemesi için) Türkiye’deki milliyetçi akımlar baskı altına alınmıştır. Bunun en açık uygulaması da herhalde Türk Ocakları’nın kapatılmasıdır. E.J.Zürcher; “Toplumsal ve kültürel kuruluşlar içerisinde ilk ve öncelikle kapatılan Türk Ocakları idi. Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver) önderliğinde yeniden canlandırılmış olan Türk Ocakları, ülkede milliyetçi, pozitivist ve laik düşünceleri konferanslar, kurslar ve sergiler yoluyla yaymaya çalışıyordu. 1931’de kapatıldığında 30.000’in üstünde üyesi ve 267 şubesi bulunuyordu” şeklinde bir tespitte bulunduktan sonra “Batı’ya olan güvensizliğin hüküm sürdüğü bağımsızlık savaşı sonrasındaki dönem boyunca, Türk dış siyasetinin köşe taşı, Sovyetler Birliği’yle iyi ilişkilerin korunması idi. 1930’larda da Sovyetler Birliği’yle ilişkiler çok iyi olarak kaldı (1935 yılında on yıllık bir dostluk antlaşması imzalanmıştı)” şeklinde değerlendirmelerde bulunmaktadır(4).
Gerçekten de gerek Milli Mücadele süresince, gerekse Milli Mücadele’yi takip eden uzunca bir süre boyunca Rusya ile iyi ilişkiler kurulmuştu. Türk Devleti, yalnızlığa itildiği ve dostluklara çok ihtiyacı olduğu işte böyle bir dönemde, kendisine göre bu dostluğa gölge düşürecek eylemleri (belki de dozunu aşarak) yasaklamayı tercih etmiştir…
(Sürecek)
Ömer Sağlam
____________
1. Dr. Ernest Jackh, Yükselen Hilal-Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Türkçe’si, Perihan Kuturman, Temel Yayınları, İstanbul,1999, s.281.
2. Prof. Dr. Ayhan Songar, “Bütün Türkler Bir Ordu” başlıklı makalesi, Türkiye Gazetesi, 26 Ekim 1996.
3. Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, çev. Ömer Laçiner, İletişim Yayınları, İstanbul,1998, s. 298.
4. Age, s. 262-293.
ALINTI YAPMAK İÇİN
- Yazarlarımızın makaleleri ve Sayın Günay Tulun'a ait şiirlerin, "Radyo-TV ile diğer basın ve yayın organlarında" yayım ilkesi: Önceden haber verme, eserin aslına sadık kalma, eser sahibiyle alıntının yapıldığı yer adlarını anlaşılır bir açıklıkla belirtmektir. Yayın öncesi bildirim imkânının bulunamadığı aniden gelişen durumlardaysa nezaket gereği, [sessizliginsesi.tr@gmail.com] adresine yayın sonrası bilgi gönderilmesini rica eder; tüm yayınlarınızın başarılı geçmesini dileriz.
ESER EKLEMEK İÇİN
- "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm basılı ya da dijital yayın sayfalarında halkımızın geniş dünya ilgisine uygun olarak her türlü konuya yer verilmiştir. Yayınlanan fotoğrafların büyük bir kısmı "Kadim Okurlarımız" tarafından gönderilmiştir. Fotoğraf ve çizgi resimlerde "İlişkinlik-Telif Hakkı" konusunda tereddüt oluştuğunda bu eserleri yayından çekme hakkımız saklıdır. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm gazete, dergi, site, blog gibi yayın araçlarında yayınlanan makale ve diğer yazı türleriyle fotoğraf, resim, yorum gibi her türlü eserin; üçüncü şahıs, kurum ve kuruluşlara karşı her türlü sorumluluğu, bu eserlerin sahibi olan yazar, gönderici ve ekleyicilerine aittir. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"nun yayın organlarına kayıt edilen ya da kaydedilmek üzere gönderilen eserlerin, telif hakları konusunda problemsiz olmaları önemli ve gereklidir. Yayın Kurulu, gönderilen eserleri yayınlamaktan vazgeçebileceği gibi, dilediği yayın organlarından birinde ya da hepsinde aynı anda ya da değişik zamanlarda yayınlayabilir, yayınlamak isteyen üçüncü şahıslara, tüzel kişiliklere ve kurumlara onay verebilir ya da onlar tarafından yayınlanmasını engelleyebilir. Yalnız şu unutulmamalıdır ki bu eserler, okura saygı kuralı gereği Türkçe kurallarına uygun olmalıdır. Yazılar yayınlandıktan sonra, yazar ya da ekleyicisi; istifa, uzaklaştırılma, çıkarılma dâhil herhangi bir nedenle yazı göndermesi sonlandırılmış olsa dahi "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu Yayın Kurulları"nın oy birliği içeren onay kararı olmadan eserlerinin kayıtlarımızdan ihracını isteyemez, istediği takdirde bunun reddedileceğini en baştan bilmelidir. Gönderici ve yazarlarımızın bu konuya önceden dikkat etmeleri, ileride ihtilaf doğmaması için baştan eser göndermemeleri gerekmektedir. Yayın organlarımıza ekleme yapanlar, bu konudaki sorumluluklarını okumuş ve kabul etmiş sayılacaklardır. Uzun süre yazı göndermeyen ya da yazmayı bırakan köşe yazarlarımızın o güne kadar gönderdikleri tüm yazılar "Konuk Yazarlar" bölümüne aktarılarak yeniden yazı göndermeye başladığı güne kadar köşesi kapatılır. Köşeyi kapama ya da kapatılan köşeyi açıp açmama konusunda karar sahibi, "Sessizliğin Sesi Grubu" ile "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"dur. İhtilaf durumunda, İstanbul'un Kadıköy Mahkemeleri yetkilidir.
YORUM YAZMAK İÇİN
Sayın Okurlarımız: Yorumlarınızı; Grubumuza ait "Google, Yahoo, Mynet, Hotmail, TurTc " ve diğer posta adreslerimize göndermek yerine, "Yorum bölümü açık olan sitelerimiz"deki; yorum yazmak istediğiniz yazının alt kısmında yer alan "Yorum", "Yorum Yapın", "Yorum Yaz" veya "Yorum Gönder" tuşlarını kullanarak doğrudan kaydetme olanağınız bulunmaktadır. Yazacağınız yorumlarınızın; gecikmeksizin, anında yayına girmesini dilerseniz bu yolu tercih etmenizi, saygılarımızla öneririz.