Hz. Hüseyin Kerbela’da Neden Israrla Türkistan’a Gitmek İstedi? [Ömer Sağlam]

Bu gruba ait tüm sitelerde yayınlanan makaleler, hiçbir dönemde sansür edilmemiştir. Ayrıca Nisan 2012′den
beri de redakte edilmemekte; doğrusu ve yanlışıyla eser sahibinin gönderdiği özgün hâlde yayınlanmaktadır.
“Kütüb-ü Sitte” adı verilen ve “Güvenilir Kaynak” kabul edilen hadis kitaplarından da istifade ile başlı başına ve tam 744 sayfalık oldukça kapsamlı bir kitap yayınlayan Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı’nın “Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türkler” isimli kitabında bulunan ve Abdullah İbn Mesut rivayeti olan bir hadisinde Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Türkler size dokunmadıkça sakın siz de Türklere dokunmayınız. Çünkü Allah’ın ümmetime vermiş olduğu bu mülk ve saltanat nimetini ilk defa bu Kantura oğulları onların elinden çekip alacaklardır

Yine aynı kitapta yer verilen bir şiirinde Hz. Ali’nin Babası Ebû Tâlib’in şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Düşman bizim gücümüze boyun eğip kahroluyor. Halbuki onlar bizim Türk ve Aftalitler’in kapılarına sığınmamızı isterler…”

II. İslam Halifesi Hz. Ömer şöyle demiştir: “Türkler ne yaman bir düşmandır ki; onların (düşmanlarına) verecekleri (ganimet) çok az, alacakları ise pek çoktur”

Hz. Hüseyin Kerbelâ’da neden ısrarla Türkistan’a gitmek istedi?
Kerbelâ’da Yezid’in adamları tarafından muhasara altına alınınca Hz. Hüseyin, Yezid’in temsilcisi Ömer b. Saad’a şöyle demiştir; “Ey Ömer! Benim için şu üç şıktan birini seç; Ya beni bırakırsın geldiğim gibi geri dönerim veya Yezid’e emniyetle gitmemi sağlarsın, elimi onun elinin üstüne koyarım. Yahut da Türk yurtlarına çekip gitmeme müsaade edersin. Orada kalır ve ölünceye kadar cihad ederim”

Görüldüğü gibi;  Hz. Peygamber döneminde bile Türkler, hem düşmanları için kendilerinden korkulacak bir askeri güç, hem de dostları için kendilerine sığınılacak şefkatli bir kucak ve civanmert insanlar olarak tarif edilmektedir. Bizzat Hz. Peygamber ve II. Halife Hz. Ömer, Türklerin savaşçı yanına işaret ederken, Ebû Tâlip ve torunu Hz. Hüseyin, Türklerin şefkat ve civanmert yanlarına vurgu yapmışlardır(9).

Oysa o devirde Arap İslam orduları ile Türkler, henüz karşı karşıya gelmiş değillerdir. Çünkü ortada Arap Devleti diye bir devlet yoktur. O zaman Türkler hakkında söylenen bunca sözün anlamı nedir? Bunun anlamı kanaatimizce şudur: Türklerin geçmiş tarihlerde bölgede oynadıkları rol ve savaş meydanlarında gösterdikleri üstün başarı, bir destan, bir efsane ve bir darb-ı mesel olarak bölge halkları arasında zaten yaşıyordu. Tıpkı “Anne, Türkler geliyor” darb-ı meselinin Avrupa’da yaygın olduğu gibi. Hz. Peygamber, olsa olsa bu tür anlatılardan hareketle ashabına uyarıda bulunma gereği duymuş, Hz. Ömer de, Hz. Peygamber’in bu tavsiyesine uyarak Türkistan yönünde sefere çıkan ordu kumandanına sıkı sıkı “Seyhun Nehri’nin öbür yakasına geçmemesini”tembihlemiştir.

Nitekim Araplar, Hz. Peygamber’in ve Hz. Ömer’in uyarılarına kulak asmadıkları için, gereksiz yere Türklere ilişmişler ve bu haksız ilişme neticesinde yaklaşık 300 sene Türklerle savaşmak zorunda kalmışlardır. Türkler, yaklaşık 300 sene Arap İslam ordularına direnmiş ve İslamiyet’in Merkezi Asya’da yayılmasına engel olmuşlardır. Bu sebeple İslam’ın Asya içlerinde tutunması ve yayılması, ancak zaten bir Tevhid dini olan“Gök Tengri” dinine mensup Türklerin, gönüllü olarak ve büyük kitleler halinde İslam’a girmeye başladıkları 10’u asrın ikinci yarısından itibaren vuku bulmuştur.

Hz. Peygamber’in Türkler’den “Kantura Oğulları” şeklinde bahsetmesi ilginç olmalıdır. Zira bir rivayete göre; Türklerin en azından bir kısmı, Hz. İbrahim’in, adı Tevrat’ta “Ketura” şeklinde geçen “Kantura” isimli bir Türk kızıyla yapmış olduğu evlilikten neşet etmişlerdir! Böyle olmasa bile; Hz. İbrahim, “Kantura” isimli bir Türk kızıyla da evlenmiş olup, bu kadının akrabaları tabiatıyla Türkistan’da yaşıyorlardı. Bu kabule göre; Hz. Peygamber’in hadisinde Türklere bir miktar akrabalık vurgusu da vardır! Hele hele Ebû Tâlib’e ve torunu Hz. Hüseyin’e ait olduğu söylenen sözlere bakılırsa bu akrabalık vurgusu çok daha güçlüdür ve bu ifadeler eğer doğru kabul edilirse, Türkler, en azından Hz. Peygamber’in de mensubu bulunduğu Haşimoğulları’nın, büyük üvey anneleri “Kantura Hatun”dan dolayı “Dayızâdaleri” olmaktadırlar!
Kur’an’da ikaz edilecek derecede (bk. Tekâsür Sûresi) asabiyete (kan bağına) önem veren Araplar, anlaşılan bu hususta da Türkleri kendilerine yakın hissediyorlardı. Bu konuda; Haşimoğulları’nın de mensubu bulunduğu Kureyş Kabilesi’nin Arabistan’a kuzeydeki Sümer bölgesinden geldiklerini ve aslen Arap olmadıklarını, aslen Arap olmayan Hz. İbrahim ve Hz. İsmail sebebiyle de bu insanlara “Sonradan Araplaşan”anlamında “Arab-ı Müsta’ribe” denildiğini de lütfen hatırda tutalım. Ebû Tâlip, bu gerçeği bildiği için, şiirinde Türkleri konu etmiş de olabilir.

Bu düşünceye göre; Hz. Hüseyin, Kerbelâ’da, Yezit’in şerrinden emin olabilmek için, yurdunu, yuvasını terk edip, dedesi Hz. Muhammed ve Ebû Tâlip ile tabiatıyla babası Hz. Ali’den metihlerini duyduğu dayızâdelerinin yanına, yani Türkistan’da oturmakta olan Türklerin yanına gitmeyi arzu etmiştir!    
Ebû Tâlib’in şiirinde geçen “Eftalit”lerin ise Hun Türklerinin bir kolu olan Akhunlar olduğu ve bu insanların, M.S. 3-6’ıncı yüzyıllar arasında Hindistan’dan İran’a (Kuzey Hindistan'ın yarısı, Afganistan ve Türkistan'ın bir bölümü) varıncaya kadar oldukça geniş bir coğrafyada hüküm sürdükleri bilinmektedir. Bu insanlar, bir ara hükümdarını bile değiştirecek derecede İran yönetimi üzerinde etkili olmuşlar ve tarihi İpek Yolu’nun kontrolünü de ele geçirmişlerdir(10).

Anlaşılan aynı zamanda bir zahire tüccarı olmakla ticari seferlere katılan Ebû Tâlip, kendi çağdaşı olmakla, o dönemin en büyük ticaret sahası olan tarihi İpek Yolu’nun kontrolünü ellerine geçirecek derecede etrafa nam salan bu akıncı kavmin ne yaman bir savaşçı ve aynı zamanda ne civanmert insanlar olduklarından haberdardı ve bu sebeple şiirinde bu insanlara da yer vermişti… 

Türk-Arap İlişkileri
Türklerle Araplar arasındaki resmi ilişkilerin ilk olarak Emevi Hanedanı devrinde başladığı, Abbasi Hanedanı devrinde ise yoğunlaştığı şeklinde yaygın bir görüş vardır ve tarih yazarları, ilişkilerin başlangıcı olarak genelde bu zaman dilimini esas almaktadırlar. Bunlardan birisi de tarihçi Prof. Dr. Erdoğan Merçil’dir. Erdoğan Merçil, Türklerin İslamiyet’le tanışmalarının başlangıcını 642 yılına kadar, yani Halife Hz. Ömer devrine kadar götürür ve şöyle der;

“Türkler VII. Yüzyılın ortalarından itibaren (642 Nihavend Savaşı’ndan sonra) Müslümanlarla temas etmeye başlamışlardı. Nitekim İran’daki Sasanî Devleti’nin yıkılmasından sonra başlayan Türk-Arap münasebetleri yarım yüzyıl bir süreyle karşılıklı mücadeleler içinde geçti. Bu arada Emevîler devri (661-750)’nden itibaren Türkler’in İslâm devletinin hizmetinde yer almağa başladıkları görülüyor. Daha sonra 746’da Horasan’da başlayan ve bir yüzyıl kadar Müslümanları idare eden Emevî Hanedanı’nın yıkılmasına ve Abbâsîler’in iktidara gelmesine yol açan ihtilâl hareketinde Türkler’in de büyük rolü olmuştu. Türkler bu hareket sırasında Abbasî partisi içinde yer almışlardı. Abbâsîler’in iktidara gelmesinden hemen sonra vuku bulan Talas Savaşı (751)’nda ise Araplar Türkler ile birlikte Çinliler’e karşı savaştılar. Batı Türkistan hâkimiyeti üzerinde önemli etkisi olan bu savaşın kazanılması, Türkler’in bu bölge üzerindeki üstünlüklerinin devamına imkân sağlamıştı. Bu tarihten itibaren Türk-Arap münasebetleri dostça bir şekilde gelişmiş ve böylece İslâm dini yavaş yavaş Türkler tarafından benimsenmeye başlamıştır.”(11).

Bu tür tespitleri yapanlara göre Emevi ve Abbasi orduları, Türklerin yoğunlukla yaşadıkları Türkistan’a yapmış oldukları seferler sırasında esir aldıkları Türk unsurları, sayıları bazen on binleri bulan gruplar halinde öncelikle devlet merkezleri olan Suriye ve Irak’a getiriyorlardı. Ok atma ve ata binme konusunda zaten istidatlı olan Türk gençleri, burada özel eğitimden geçiriliyor, sonra da Arap İslam Devleti’nin sınır boylarına yerleştiriliyorlardı. Bu sınır boylarından en tehlikelisi Bizans sınırı idi ve savaşçı Türkler, bazen aileleri ile birlikte Bizans sınırına yerleştiriliyorlardı ki; bu sınır bazen merkezi Anadolu’ya kadar uzanıyordu.

Kitabında Yılmaz Öztuna’dan; “Özellikle Abbasi Halifeleri zamanında, İslâm orduları ile beraber, Müslüman olan Türk boyları Toros ve Fırat’ın Doğu kısmında kalan bölgelerin fethine iştirak etmişlerdi. Bunlar, Emeviler ve onlardan sonra gelen Abbasilerle beraber 750’den itibaren-Anadolu’yu da Marmara, Ege ve Karadeniz’e kadar açmak istediler. Her yıl yapılan kışlık ve yazlık gazalar, akın mahiyetini geçmedi. İstanbul kuşatmaları da bir netice vermedi. Anadolu çoğunluğu bakımından Bizans’ta kaldı” şeklinde alıntı yapan Prof. Dr. Mehmet Şeker, devamla şöyle der; “Hatta Abbasîlerin hilafeti zamanında gazalara daha da önem verildiğini görüyoruz. ‘Suğur’ denilen ve Müslümanların elinde bulunan Anadolu parçalarına Horasan ordusundan ve Mâverâünnehir’den getirilen İranlı ve bilhassa Türk birlikleri yollandı. Halife Mahdi, Fergana, Esbicah, Balh, Harezm, Herat ve Semerkand halkından, yani İranlılar ve Suğutlarla Türklerden kahramanlık ve askerlik kabiliyetleri bilindiği için, bu birliklerin ardı-arkası kesilmiyordu. Devamlı gönderiliyordu. Esasen o devirde Halifenin ‘Hassa Ordusu’  da Türklerden ibaretti”(12).

Prof. Dr. Mehmet Şeker, M. Halil Yinanç’tan naklen de şu bilgileri vermektedir; “Nitekim dokuzuncu asrın sonlarına doğru Halifelik, bütün birliklerini terhis ederek, yerine çoğunluğu Türklerden, bir kısmı da İranlılardan olmak üzere İslâm İmparatorluğunun ordusunu yeniden kurdu. Bu yeni kurulan ordunun Anadolu içlerine kadar akarak yeni yeni fetihlerde bulunduklarını görürüz.”(13).

Bu demektir ki; Türkler, Malazgirt’ten çok önceki tarihlerde, en azından 250-300 sene önce Anadolu’ya gelmişler ve özellikle Alparslan’ın ordusunun geçeceği güzergâh boyunca (Suriye, Güneydoğu ve Doğu Anadolu hattına) yerleşmişlerdir. Üstelik bu hatta yerleşen Türkler, sıradan insanlar değil asker sınıfına mensup silahlı unsurlardır.Dolayısıyla, Alparslan komutasındaki Selçuklu ordusuna Anadolu’nun kapılarını açıp, ordunun Suriye’den başlayıp hızla Kafkasya sınırına dayanmasını sağlayanlar Kürtler değil, ta Emevi ve Abbasiler devrinden beri, gelip/getirilip bu hat boyunca yerleşen/yerleştirilen Türk unsurlarıdır.Muhtemelen bu Türk unsurlarının içinde aynı dine mensup olan bazı Kürt gruplar da bulunuyordu

Hun Akınları Anadolu’ya Kadar Uzanmıştır!
Öte yandan biz, Türklerin çok daha önceki tarihlerde, hatta Hz. Peygamberin doğumundan çok önceki devirlerde Orta Doğu’ya ve bu arada Anadolu’ya geldiklerini, hatta küçük unsurlar halinde de olsa bu bölgeye yerleştiklerini düşünüyor ve kabul ediyoruz. Bizi bu şekilde düşünmeye ve kabule iten bilgiler ise şunlardır:
Asıl uzmanlık alanı tarih olmamakla birlikte tarih yazarlığı konusunda da ehliyeti bulunan düşünce adamımız Prof. Dr. Erol Güngör’e göre; “(Milâdi) Dördüncü yüzyılın sonunda Hunlar Batıda Tuna’yı geçerek Balkanlar’a indiler. Doğuda da Kafkaslardan Anadolu’ya girdiler. Bu ikinci akıncı kolu Güney Anadolu’dan Suriye’nin Akdeniz kıyılarına ve Kudüs’e kadar yıldırım hızıyla ilerledi. Sonbaharda aynı yoldan Azerbaycan’a döndü. Roma İmparatorluğu bu akından o kadar şaşırmıştı ki, her tarafta Hunlar hakkında akıl almaz hikâyeler anlatılıyordu”(14).

Prof. Dr. Erol Güngör’ün bahsetmiş olduğu bu hadise, bir başka kaynakta “Batı Hun Devleti” veya “Avrupa Hun Devleti” hakkında bilgi verilirken de ifade edilmekte ve şöyle denilmektedir:
“…Balamir'den sonra 378 yılında Alypbi, Hun İmparatoru olmuştur. 378 yılında Hunlar, Tuna Nehri'ni geçmişler ve Trakya'ya kadar ilerlemişlerdir. Hunlar, Trakya'ya kadar ilerlemelerine rağmen Roma İmparatorluğu'ndan bir direniş görmemişlerdir. Hunların baskısı altındaki barbar kavimler, Roma İmparatorluğu'nu zorlamaya başlamışlardır. Roma İmparatoru I. Theodosius'un 17 Ocak 395 tarihinde ölmesi üzerine Hunlar tekrar harekete geçmişlerdir. 395yılında Hun orduları Balkanlar üzerinden Trakya'ya akın yapmışlardır. Yine aynı yılKafkasya'dan gelen Hunlar, bugün Lübnan'da bulunan Sur şehrinde, Şanlıurfa'da ve Antakya'da bir süre kalmışlar sonra tekrar Karadeniz'in kuzeyindeki topraklara dönmüşlerdir. Bu olay ile Türkler ilk defa Anadolu'ya gelmişlerdir…”(15).

Tarihçi Yılmaz Öztuna’nın anlattıkları da Erol Güngör’ü destekler mahiyettedir. Öztuna’ya göre de; “Müslümanlardan önce Türk kavimlerinden olan Sakalar ve Hunlar zaman zaman Anadolu’ya ayak basmışlardır.”(16).

Prof. Dr. Erol Güngör’ün ve Yılmaz Öztuna’nın vermiş olduğu bu bilgilerden hareketle denilebilir ki; Türkler 1071’den çok önce, yani Altan Tan nam sözde Kürt aydınının safsatasında belirttiği tarihten (Hunlar’ın Anadolu’ya giriş tarihleri itibarıyla) en az 6-7 yüz sene önce hem de batı ve doğu taraflarından olmak üzere iki yönden Anadolu’ya girdiler ve çıktılar. Çıkarken geldikleri gibi mi çıktılar, yoksa bir kısmı bu bölgede yerleşerek mi çıktılar emin değiliz. Ancak ordu halinde doğudan ve batıdan Anadolu’ya giren Türk unsurlarından şu veya bu şekilde (hastalık, yaralanma, sakatlanma, isteğe bağlı olarak veya siyaset icabı) Anadolu’da kalanların olmadığını hiç kimse söyleyemez. Üstelik Osmanlı’nın Avrupa seferlerinde izlediği fetih taktiğini düşündükçe aynı tarih ve kültür dairesine mensup olmakla Osmanlıların atası durumundaki Sakaların ve Hunların da aynı sefer ve fetih stratejilerini izlemediklerini hiç kimse iddia edemez. Bu strateji, fethedilen ya da sefere çıkılan güzergâh boyunca bazı unsurların, taktik ve siyaset icabı o bölgelere yerleştirilmesidir. Bundan maksat dönüş yolunun veya bir sonraki seferin güvence altına alınması veya kolaylaştırılmasıdır. Bu demektir ki; en azından M.S. 4’üncü yüzyıldan itibaren Anadolu’da bir Türk varlığı her zaman olmuştur!

Yılmaz Öztuna’nın Anadolu’ya geldiğini söylediği Saka ya da İskit Türklerinin M.Ö.8. yüzyıldan başlayıp M.Ö. 3. yüzyıla kadar hüküm sürdükleri bilinmektedir. Rene Grauset’e göre; İskitler M.Ö. 680 yılında Kafkas geçitlerini aşarak Anadolu sınırına kadar ulaşmışlardır. Heredotos’un ifadesine göre ise İskitler, Kafkasları doğudan dolaşarakHazar Denizi'ni izlemişler, Derbent Geçidi'nden geçerek Kimmerlerin ardından Ön Asya'ya girmişler, M.Ö.645-617 tarihleri arasında Suriye ve Filistin’e kadar ulaşmışlardır(17). Bu bilgiler, bizim daha önce dile getirdiğimiz “Anadolu 2500 yıllık Türk yurdudur” ifademizi de doğrular nitelikte bilgilerdir(18) ve İskitler itibarıyla Türkler, Altan Tan nam sözde Kürt aydınının iddia ettiği gibi 1071’de değil, bu tarihten yaklaşık 1700 sene önce Anadolu topraklarına girmişlerdir. Bilindiği gibi Sakaların, yani İskit Türklerinin ismi günümüze kadar uzanmış en meşhur hakanı Alp Er Tunga’dır. Altay Türkçesi’nde İlb Er Tonga olarak geçen bu isim, Alp Er Tonğa olarak da zikredilmektedir. Bazı kaynaklarda Efrasiyab olarak geçen ismin, aslında Saka (İskit) hükümdarı Alp Er Tunga olduğu da belirtilmektedir…



Ömer Sağlam
__________
9-Konuya ilişkin ayrıntılı bilgi için bk. Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, “Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türkler”. Ayrıca bk. Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı,”Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türkler ve Türklerle İlgili Hadislerin Ortaya Koyduğu Yeni Hakikatler” başlıklı makalesi,http://www.zekeriyakitapci.com/index.php?option=com_content&task=view&id=38&Itemid=1
11- Prof. Dr. Erdoğan Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 2000, s.1.
12-Prof. Dr. Mehmet Şeker, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması, DİB Yayını, Ankara,1999, s. 3.
13- Age, s. 3.
14-Prof. Dr. Erol Güngör, Tarihte Türkler, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1989, s. 22.
16- Prof. Dr. Mehmet Şeker, age, s. 3.

  • ALINTI YAPMAK İÇİN

    • Yazarlarımızın makaleleri ve Sayın Günay Tulun'a ait şiirlerin, "Radyo-TV ile diğer basın ve yayın organlarında" yayım ilkesi: Önceden haber verme, eserin aslına sadık kalma, eser sahibiyle alıntının yapıldığı yer adlarını anlaşılır bir açıklıkla belirtmektir. Yayın öncesi bildirim imkânının bulunamadığı aniden gelişen durumlardaysa nezaket gereği, [sessizliginsesi.tr@gmail.com] adresine yayın sonrası bilgi gönderilmesini rica eder; tüm yayınlarınızın başarılı geçmesini dileriz.
  • ESER EKLEMEK İÇİN

    • "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm basılı ya da dijital yayın sayfalarında halkımızın geniş dünya ilgisine uygun olarak her türlü konuya yer verilmiştir. Yayınlanan fotoğrafların büyük bir kısmı "Kadim Okurlarımız" tarafından gönderilmiştir. Fotoğraf ve çizgi resimlerde "İlişkinlik-Telif Hakkı" konusunda tereddüt oluştuğunda bu eserleri yayından çekme hakkımız saklıdır. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm gazete, dergi, site, blog gibi yayın araçlarında yayınlanan makale ve diğer yazı türleriyle fotoğraf, resim, yorum gibi her türlü eserin; üçüncü şahıs, kurum ve kuruluşlara karşı her türlü sorumluluğu, bu eserlerin sahibi olan yazar, gönderici ve ekleyicilerine aittir. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"nun yayın organlarına kayıt edilen ya da kaydedilmek üzere gönderilen eserlerin, telif hakları konusunda problemsiz olmaları önemli ve gereklidir. Yayın Kurulu, gönderilen eserleri yayınlamaktan vazgeçebileceği gibi, dilediği yayın organlarından birinde ya da hepsinde aynı anda ya da değişik zamanlarda yayınlayabilir, yayınlamak isteyen üçüncü şahıslara, tüzel kişiliklere ve kurumlara onay verebilir ya da onlar tarafından yayınlanmasını engelleyebilir. Yalnız şu unutulmamalıdır ki bu eserler, okura saygı kuralı gereği Türkçe kurallarına uygun olmalıdır. Yazılar yayınlandıktan sonra, yazar ya da ekleyicisi; istifa, uzaklaştırılma, çıkarılma dâhil herhangi bir nedenle yazı göndermesi sonlandırılmış olsa dahi "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu Yayın Kurulları"nın oy birliği içeren onay kararı olmadan eserlerinin kayıtlarımızdan ihracını isteyemez, istediği takdirde bunun reddedileceğini en baştan bilmelidir. Gönderici ve yazarlarımızın bu konuya önceden dikkat etmeleri, ileride ihtilaf doğmaması için baştan eser göndermemeleri gerekmektedir. Yayın organlarımıza ekleme yapanlar, bu konudaki sorumluluklarını okumuş ve kabul etmiş sayılacaklardır. Uzun süre yazı göndermeyen ya da yazmayı bırakan köşe yazarlarımızın o güne kadar gönderdikleri tüm yazılar "Konuk Yazarlar" bölümüne aktarılarak yeniden yazı göndermeye başladığı güne kadar köşesi kapatılır. Köşeyi kapama ya da kapatılan köşeyi açıp açmama konusunda karar sahibi, "Sessizliğin Sesi Grubu" ile "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"dur. İhtilaf durumunda, İstanbul'un Kadıköy Mahkemeleri yetkilidir.
  • YORUM YAZMAK İÇİN

    Sayın Okurlarımız: Yorumlarınızı; Grubumuza ait "Google, Yahoo, Mynet, Hotmail, TurTc " ve diğer posta adreslerimize göndermek yerine, "Yorum bölümü açık olan sitelerimiz"deki; yorum yazmak istediğiniz yazının alt kısmında yer alan "Yorum", "Yorum Yapın", "Yorum Yaz" veya "Yorum Gönder" tuşlarını kullanarak doğrudan kaydetme olanağınız bulunmaktadır. Yazacağınız yorumlarınızın; gecikmeksizin, anında yayına girmesini dilerseniz bu yolu tercih etmenizi, saygılarımızla öneririz.

TÜM SİTEYİ DİLDEN DİLE ÇEVİRMEK İÇİN, "DİLİ SEÇİN"İ TIKLAYIN