Açık söylemek gerekirse bu durum hoşuma da gidiyordu.
Öyle ya, beğenilmeyi kim istemez ki?
Diyanet dergilerinin yayın işlerini yürüten Dini Yayınlar Dairesi Başkanlığı çalışanları da bu durumu fark etmiş olmalılar ki; 2003 yılında beni Diyanet dergilerinin hazırlanması konusunda çalışmalar yapan bir komisyona Editör sıfatıyla üye yapmışlardı. Yaşar Çolak, Harun Özdemirci, Doç. Dr. İsmail Karagöz, Abdulbaki İşçan, Dr. Ahmet Onay, Doç. Dr. Seyfettin Erşahin, Mehmet Erdoğan ve Remziye Yılmaz gibi isimlerle birlikte artık ben de sayfa editörüydüm ve bu sıfatımla Diyanet Aylık Dergi’nin sayfalarında boy gösteriyordum. Açık söylemek gerekirse bu durum hoşuma da gidiyordu. Bu görevime ilave olarak Diyanet Aylık dergide “Medya Kritik” sayfasını da yazıyordum. Bu çerçevede, Dini Yayınlar Dairesi ay içinde din ve diyanet konusunda medyada çıkan haberleri derleyip bana gönderiyor, ben de bu haberlerden uygun bulduklarımdan hareketle bazı analizler ve yorumlar yapıyordum. Bir müddet sonra yapmış olduğum yorumlar hakkında “Biraz sert yazıyorsun!” ve “Ömer bey, üslubunuz biraz sert!” gibisinden tenkitler gelmeye başladı. Ancak ben bunun, üslup ve sertlik meselesi olmadığının farkındaydım. Bütün problem, benim hurafeye ve batıl inançlara karşı net tavır alışımdan kaynaklanıyordu. Zira ben, yapmış olduğum kritik ve analizlerde hurafeye ve batıl inançlara karşı savaş açmıştım.
Bu tür analizlerden birisi Diyanet Aylık derginin Haziran/2003 Ayı içinde yayınlanan 150. sayısında yer almıştı. Malum; 2003 yılı ABD’nin Irak’ı işgal ettiği yıl idi. Medyada Güney’den, yani Basra Körfezi’nden başlayan Amerikan işgali, kuzeye doğru ilerleyip çölde belli bir noktaya gelince bilinmeyen bir sebeple geçici olarak durdurulmuştu. Kim bilir bu geçici durmanın sebebi, belki de takviye yapmak, gelinen bölgenin güvenliğini sağlamak veya bizim bilemediğimiz askeri bir taktik gereği idi. Ancak yazılı ve görsel Türk Medyası’nda bu gecikmenin, çölde çıkan bir kum fırtınası sebebiyle olduğu, bu fırtınanın Allah tarafından Irak Halkına gönderilmiş bir yardım anlamına geldiği, aynı yardımın M.S. 571 yılında Ebrehe tarafından işgal edilen Mekke Halkı’na da gönderildiği, zira Allah’ın, Mekke’yi işgal eden Ebrehe ordularının üzerine Ebâbil kuşlarını göndermek suretiyle Ebrehe ordusunu helak ettiği, dolayısıyla Mekke’yi ve Kâbe’yi işgal ve talandan kurtardığı şeklinde haber ve yorumlar çıkmıştı. Televizyon ekranlarına ve yazılı medya sayfalarına çıkan Prof. Dr. Hüseyin Hatemi gibi sözüm ona koca koca bilim adamları ve ilahiyatçılar bile bu iki olay arasında bağlantı ve benzerlikler kuruyor, olmadık laflar ediyorlardı. Gazeteler Irak halkının konuşmalarından hareketle “Kumu Allah Gönderdi”(1), “Irak’a Güç Veren Garip Bir Mûcize”(2) gibi başlıklar atıyordu. Bu tür yorumlara destek anlamında, konuya köşesinde yer verenlerden birisi de ünlü gazeteci Ahmet Hakan Coşkun’du ve Ahmet Hakan Coşkun, 28.03.2003 tarihli Sabah Gazetesi’ndeki köşesinde bulunan “Fil Sûresi” başlıklı yazısında şunları söylüyordu:
Irak televizyonunda yapılan halk röportajlarını izliyoruz. Bir Iraklı konuşmasında Kur’an-ı Kerim’den ayetler okuyarak başlıyor. Okuduğu “Fil Suresi”. Bu sure, İslam’dan önce Kâbe’de meydana gelen bir olayı anlatıyor.
Olay şu: Dönemin süper gücünün başındaki Ebrehe, bir çekim merkezi halinde olan Kâbe’yi yıkmak için hazırlık yapar. Güçlü ordusunun önüne filleri koyarak, Kâbe’ye doğru harekete geçer. Ebrehe’nin askerleri tam Kâbe’yi yıkacakken bir mucize gerçekleşir. Birden gökyüzünde gagalarında küçük taş parçacıkları taşıyan ‘ebabil kuşları’ belirir. Kuşlar, taş parçacıklarını aşağıya, ordunun üzerine bırakır ve o küçük taş parçaları Ebrehe’nin ordusunu perişan eder...
Bu olayın anlatıldığı sure olan “Fil Sûresi”, son zamanlarda Iraklıların dilinde. Ülkede meydana gelen kum fırtınası, bir tür ‘ilahi yardım’ gibi algılanıyor halk arasında...Morallerin düzelmesinde, direniş ruhunun gelişmesinde bu tür manevi unsurlar da egemen yani...
Bu konuda beni çok şaşırtan bilgiyi Hüseyin Hatemi Hoca verdi. Hoca, bundan bir ay önce hem bir haftalık dergiye verdiği röportajda, hem de aylık bir dergide yazdığı yazıda şunu söylemiş: “Amerikan yönetimine Fil Suresi’ni okumalarını öneririm.” Hatemi Hoca, ayrıca. Bush’un partisinin, yani Cumhuriyetçilerin ambleminin “fil” olduğunu da anımsattı...Sıkı bir hayvan hakları savunucusu olan Hatemi Hoca, “Fil” in sevimli bir hayvan olduğunu söyleyip, “Aman fillere düşmanlık yapılmasın” uyarısında bulunmayı da ihmal etmedi...
“Geçen Mart Ayı içinde Bağdat Şehri bombalanırken, bomba seslerine karışan ezan seslerini duyunca hemen zihnimde 30 yıl önce köyde yaşadıklarım canlanıverdi. Irak Savaşı sırasında oluşan kum fırtınaları, mûcize ve Allah’ın Irak halkına yardımı olarak değerlendirildi. Irak’a giren yabancı güçlerin geçici bir süre için hareketsiz kalmaları, çıkan fırtınaya ve Allah’ın gazabından korkmalarına bağlandı. Üstelik bu konuda anlı şanlı gazeteciler ve profesörler medyaya demeçler verdiler. Bu konuda “Kumu Allah Gönderdi”, “Irak’a Güç Veren Garip Bir Mûcize”, “Fil Sûresi” şeklinde başlıklar taşıyan haberler yapıldı, makaleler yazıldı. Kur’ân-ın 105. suresi olan Fil Sûresi’nde anlatılan hadiseye atıfta bulunanlar çıktı. Söz konusu sûrede geçen Ebabil Kuşları’nı günümüzün savaş uçaklarına, bu kuşların attıkları küçük taşları Scut füzelerine benzetenler oldu. Hatta ABD Başkanı’nın Cumhuriyetçi Partisi’nin simgesi olan Fil ile, Kur’an’ın Fil Sûresi’nde zikredilen filler arasında ilişki kuranlar bile oldu. Gerçekler ve asıl söylenmesi gerekenler ise, bu kehanet bombardımanı içinde kaybolup gitti.
Elbette hiçbir varlık Allah’ın iradesine set çekemez. O, dilediğine yardım eder, istediğine de gazabını gösterir. Dolayısıyla anlı şanlı olduklarına bakmaksızın bir kısım insanların, ortaya çıkıp, en küçük tabiat olaylarını bile mûcize olarak yorumlamaları hatalı bir görüştür. İnsanlığa ve insanlara, özellikle de Müslümanlara düşen, Allah’tan mûcize beklemek değil, çalışmak ve her bakımdan çağa uyak uydurmaktır. Hele hele Irak halkı gibi, yurduna giren yabancılara alkış tutan ve kendi devlet dairelerindeki her türlü eşyayı yağmalayarak kendi istikbaline ihanet eden bir halka, bırakın Allah’ın mûcize gönderip yardım etmesini, insanlar bile değer verip adam yerine koymaz. Eğer Allah, Müslümanlara hiçbir çaba göstermedikleri halde, mûcizesini gönderip yardım etmeyi vaat etseydi, hiç Hz. Peygamber ordusunun sayıca azlığına aldırmaksızın Bedir Savaşı’nı, yaralanma pahasına Uhut Savaşı’nı ve aç kalma pahasına Hendek Savaşı’nı yapar mıydı? Ve eğer böyle olsaydı, 600 sene İslâm’ın bayraktarlığını yapan Türk Milleti, sadece Çanakkale’de 300.000 şehit verir miydi? Allah’ım, sen, Müslümanlara bol bol akıl, fikir ve çalışma azmi nasip eyle!”(3).
Böyle bir analizin Diyanet İşleri Başkanlığı gibi resmi bir kuruluşun yayını olan bir dergide yer alması, herhalde o tarihe kadar görülmüş bir şey değildi. Analizde, hem hurâfeye başkaldırıyor, hem ABD’yi hedef alıyor, hem de ülkesine giren işgal güçlerini, yani düşman kuvvetlerini alkış yağmuruna tutan ve kendi devlet dairelerini yağmalayan Irak halkını aşağılıyordum! Bu analizin yayınlanmasından sonra bazı okuyuculardan tepki aldım. Bunlar, ABD’yi hedef almamı alkışlayacaklarına, Irak halkına ve Araplara saldırdığımı düşünerek beni kınıyorlardı. Hurafeyi reddetmeme ve oturup Allah’tan mûcize beklemek yerine çalışmayı tavsiye etmeme teşekkür edeceklerine, kum fırtınası ile günümüzden yaklaşık 1480 sene önce vukû bulmuş Fil Hadisesi arasında ilişki kurarak akıl dışı bazı açıklama ve yorumlarda bulunanlara başkaldırmama içerliyorlar, bu tür yorumların Diyanet gibi bir kurumun dergisinde yer almaması gerektiğini dile getiriyorlardı. İçlerinde beni şikayet edeceğini söyleyenler de vardı. Diyanet Aylık dergi gibi, Devletin bir resmi yayın organında, stratejik Müttefikimiz ve tabi ki dostumuz(!) ABD’nin hedef alınmış olması da yenilir yutulur cinsten bir davranış olamazdı. Dolayısıyla dergideki görevimin sona yaklaştığının farkındaydım...
Oysa Fil Vakası’nın meydana geldiği sırada bile Mekke halkı boş durmamış, Irak halkı gibi düşmanla birlik olup devlet dairelerini yağmalamak yerine, düşmana yardım ve yataklık yapmamak ve bir tedbir olarak geçici bir süre şehir dışına çıkmışlar, dahası develerini ele geçiren Ebrehe ile görüşmeler yapmak üzere Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib’i elçi ve müzakereci sıfatıyla Ebrehe’ye göndererek develerini geri isteme cesaretini göstermişlerdir. Elmalılı M.Hamdi Yazır olayı şöyle anlatır:
“Abdulmuttalib gayet iri ve yakışıklı idi. Ebrehe onu görünce saygı gösterip ikâm eder. Kendinden aşağı oturtmayı uygun görmeyip yanındaki sedirine oturmasını da Habeşlilerin görmesini istemediği için kendisi oradan inip, minderine oturur. Onu da yanına oturtur. Sonra tercüman aracılığıyla ihtiyacını sorar. –Kralına sürdürmüş olduğu ikiyüz devemi bana geri vermesidir- deyince Ebrehe –Ben seni görünce büyük bir adam sanmıştım fakat konuşunca gözümden düştün. Ben senin ve atalarının dini olan evi yıkmaya gelmişken sen develerini istiyorsun- der. Abdulmuttalib de –Ben o develerin sahibiyim, o evin ise bir Rabbı vardır ki; onu koruyacak O’dur- dediğinde Ebrehe –O, onu benden alıkoyamaz-der. Bunun üzerine Abdulmuttalip –Ben ona karışmam, işte sen, işte O-der.
İbni İshak der ki: Bir kısım alimlerin iddiasına göre Ebrehe Hunata’yı (elçi olarak Mekke’ye) gönderdiği zaman Abdulmuttalib’le beraber Bekiroğullarının reisi Amr b.Nüfase ve Hüzeyl kabilesinin reisi olan Hüveylid b. Vahile de (dönüşünde onunla birlikte giderler). Bunlar Ebrehe’ye evi yıkmama karşılığında Tihame (Arabistan’da bir bölge) mallarının üçte birini teklif ederler. Fakat Ebrehe kabul etmez.
Ebrehe Abdulmuttalib’e develerini iade eder, o da oradan ayrılır. Kureyşlilere durumu anlatır, askerin sarkıntısından sakınmak için Mekke’den çıkıp dağların tepelerine ve aralıklarına çekilmelerini emreder. Daha sonra Abdulmuttalib kalkıp Kâbe kapısının halkasını tutar beraberinde Kureyş’ten birkaç kişi ile Allah’a dua ederler ve Ebrehe ordusuna karşı yardımını dilerler”(4). Abdulmuttalib ve diğer Kureyşlilerin duâları anında kabul edilmiş olmalıdır. Zira bilindiği gibi ve tabi ki Kur’ân’ın beyanına göre; Allah Ebâbil Kuşlarını göndermek ve bu kuşlara Ebrehe Ordusu’na pişmiş topraktan taşlar (tuğla parçaları) fırlattırmak suretiyle orduyu yenilmiş ekin tarlası gibi yapmıştır.
Görüldüğü gibi tefsirlerde Abdulmuttalib, Mekkeli Müşriklerin lideri olan bir kişi değil de sanki İslam Dini ile müşerref olmuş bir Müslüman gibi anlatılmaktadır. Hem de duası Allah tarafından makbul sayılan ve anında Allah tarafından Ebâbil kuşları gönderilerek duası karşılık bulan bir Müslüman olarak! Abdulmuttalib’in, o sırada Kâbe’de bulunan ve sayıları 360’a ulaşan putlara tapan bir müşrik olduğu, Mekke halkının Allah’a şirk koştukları ve Abdulmuttalib’in de bu insanların reisi olduğu genelde ihmal edilmektedir. Abdulmuttalib, o sırada tek tanrılı bir din olan, yani tevhid inancını esas alan Hz. İbrahim’in dini olan Hanif Dini üzerine miydi bu konuda fazla bilgi yoktur. Abdulmuttalib’e karşı sergilenen bu tavır, olsa olsa onun Hz. Peygamber’in dedesi olmasından ve torununa hürmeten sergilenen bir tavır olmalıdır. Netice olarak denilebilir ki; Kur’an-ı Kerim’de bahsedildiğine göre Fil Vakası diye bir hadise cereyan etmiştir. Ancak olayın mahiyeti hakkında anlatılanlar, büyük oranda yorumdan ve tahminden ibarettir. Bu yorumlar, genelde İbn İshak ve İbn Hişam gibi haklarında bir sürü dedikodu yapılan ilk dönem İslam Tarihçilerine ve Yahudilikten Müslümanlığa geçen ve böylece İsrailîyatla ilgili bilgilerin İslam muhitlerine geçmesinde büyük rol oynayan Yahudi kökenli İslam âlimlerinin görüşlerine dayanmaktadır...
“Avustralya’nın Sydney kentindeki bir ormanda bulunan ağaç, görenleri hayrete düşürüyor. Yaklaşık 1.5 metre boyundaki ağaç aynı namaza duran bir insan gibi rükûa varıyor. Yarısından aşağısı eğik olan ağacın -kutsal- olduğunu düşünen Avustralya’daki Müslüman cemaati bölgeyi koruma altına aldı. Ağaç ile ilgili bir diğer şaşırtıcı nokta da namaza durduğu noktanın kıble yönüne dönük olması”. 27.02.2003 tarihinde gazetelerde verilen haber aynen böyle. Haberin yanında bir resim, resimde ağaç ve başında da sakallı ve takkeli üç kişi görünüyor. Ellerinde bulunan pankartta ise “Bu ağacın İslâm’a işaret ettiğine” dair Arapça bir ibare bulunmaktadır.
Kanaatimizce bu haber eksik veya maksatlı yapılmış bir haberdir. Bu haberin yanına en azından, “Ağaçların insanlar gibi ibadet edemeyeceği, bunun bir tesadüf olduğu, bu durumun ağacın hormonal dengesinin bozulmasından veya dışarıdan bir etki ile meydana gelmiş olabileceği” gibi bir yorum eklenebilir veya bu konuda yetkili bir bilim adamının görüşüne başvurulabilirdi. Elbette her canlı kendisini yaratan Yüce Allah’a kendi lisan-ı hâlince şükredip, O’nu zikredebilir. Herhalde ağaçların Allah’ı zikretmesi de ağaçça olacaktır. Dolayısıyla bir ağacın bir insana, üstelik de namaz kılan bir Müslüman’a benzetilmesinin hiçbir akılcı tarafı yoktur. Böyle bir düşünce ne İslâmi gelenekle, ne de modern düşünce ile asla bağdaşmaz. Birbirine benzeyen kimi canlıların, aslında birbirinden türediklerini iddia eden görüşlerin (bile) genel kabul görmediği bir dünyada, sayıların ifade etmekte kifayetsiz kalacağı kadar çok bitki örtüsü içinde tesadüfen namaz kılan bir Müslüman’ı andıracak şekle giren bir ağaca değişik manalar yüklemek, hele hele onda bir kutsallık aramak akıl işi değildir. Allah korusun, böyle bir düşünce (insanı) totemizmin girdaplarına düşürüp putperestliğe bile götürebilir. Müslümanların böyle şeylerle oyalanmayıp, ilmen ve fennen yükselmenin ve yücelmenin yollarını aramaları gerekir diye düşünüyoruz.”(5).
Ömer Sağlam
________________
1- 27.03.2003 tarihli Vatan Gazetesi, s.16.