Ancak bu hatalar, onların Vatan Haini gibi görülmelerini hiçbir zaman icap ettirmez. Mutlaka onlar da iyi niyetle işe sarılmışlar, ancak yanlış zamanda yanlış siyaset yaparak Osmanlı’nın yıkılışını hızlandırmışlardır. Hızlandırmışlardır diyorum, çünkü İttihat ve Terakki iktidarı ele geçirdiğinde Osmanlı İmparatorluğu zaten yıkılmak üzere yan yatmış bir bina gibiydi. İttihat ve Terakki ise, yan yatan binayı takviye edeceği yerde, belki de farkında olmadan üzerine ilave kat çıkmaya kalkışma anlamına gelebilecek tutum ve davranışlar içine girmiştir. Türkiye’den ayrılırken Sadrazam İzzet Paşa’ya yazmış olduğu mektupta “...Bütün hayat-ı siyasiyemde hedefim memlekete namuskârane hizmet etmekti” (11) diyen Mehmet Talat Paşa, Ermeni olaylarında kendisini suçlayanlara karşı da şunları dile getirmektedir; “Adana olaylarından sonra Dahiliye Nazırı oldum. Bütün istek ve hedefim çeşitli milliyetleri, özellikle Ermeni ve Türkleri bir dostluk bağı ile birleştirmekti...”(12)
Milli Mücadele ve Yurtdışına Çıkan İttihatçılar
Unutmamak gerekir ki; Mustafa Kemal Paşa dahil Cumhuriyeti kuranların büyük çoğunluğu da İttihat ve Terakki Partisi mensubu idiler. Enver Paşa ve Cemal Paşa gibi bazı subayların Ruslar’ın teşvik ve tavsiyeleri ile Türkistan’a geçtikleri ve İngilizlere karşı mücadele ettikleri de doğrudur. Burada şaşılacak bir durum yoktur. Çünkü Türkiye’deki mücadele de aynı düşmana karşı verilmekteydi ve Türk Milli Mücadelesi’nin önderleri de o tarihlerde Ruslar’a yakınlık duymuşlar ve hatta Ruslarla yakınlaşmak için Komünist teşkilatları bile kurmuşlardı. Bu politika ile Sovyetlerden önemli miktarda silah ve nakit para temin ederek bu silahları ve paraları Anadolu’daki İngiliz destekli Yunanistan’a karşı kullanmışlar ve zafere ulaşmışlardır.
Bolşeviklerin teşvikiyle Moskova’ya giden Cemal Paşa’nın (ki; kendisi gazeteci-yazar Hasan Cemal’in dedesidir), Sovyetlerin hariciye vekili Çiçerin’le iyi ilişkiler kurduğu, Mustafa Kemal Paşa ile mektup ve telgraf vasıtasıyla sürekli olarak haberleşmek suretiyle Anadolu’daki Milli Mücadele sırasında Mustafa Kemal’e destek verdiği, hatta Ankara hükümeti tarafından Moskova’ya gönderilen temsilcilerin Sovyet yetkilileriyle görüşmelerine aracılık ederek Sovyetler Birliği ile 1921 yılında imzalanan Moskova Anlaşması’nın altyapısını oluşturduğu, ayrıca Sovyet Hükümeti’nden sağlanan silah ve para yardımları konusunda çok etkin rol oynadığı bilinmektedir. Tıpkı Enver Paşa’nın dayısı olan Halil Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’nın gayr-i resmi temsilcisi sıfatıyla Sovyetlerin Hariciye komiseri Çiçerin, yardımcısı Karahan ve Harbiye Komiseri Kamanev’le görüşerek ilk elde bir milyon altın lira, 60.000 tüfek ve yüz milyon mermi gönderilmesini sağlaması ve 500 kg. altını bizzat Ankara’ya getirmesi gibi(13).
Avrupa’da bulunan İttihat ve Terakki Partisi’nin diğer liderlerinden Talat Paşa’nın da sürekli olarak Mustafa Kemal Paşa ile mektuplaştığı ve kendisine destek verdiği, hatta Talat Paşa’nın, Cemal ve Enver Paşalar’ın aksine Bolşevikler’in Türkistan’a geçmesi konusundaki teklifini geri çevirdiği ve onların Türkistan politikasını tasvip etmediği bilinmektedir. Nitekim, Talat Paşa’nın Bolşevikler’in Türkistan politikası konusundaki görüşleri doğru çıkmış ve Bolşevikler bütün Türkistan’ı işgal etmişlerdir. “Talat Paşa, güvenlik gerekçesiyle adını değiştirerek yaşadığı Berlin’de, sürekli olarak Türkiye’deki gelişmelerle ilgilendi. Kurtuluş Savaşı başlayınca bir yandan Türkiye’de kalan ittihatçılara –kendi örgütünü-kurdurmaya çalışırken bir yandan da Anadolu’da bağımsız bir Türk devletinin yaşayabilmesi için Ermenilerle Bolşevikler arasında bir tampon bölge kurulması gereğine inanarak, İngiltere ve Sovyetler Birliği ile ilişkiye geçti. Mustafa Kemal’le de mektuplaşıyor, ondan gelecek izinle Anadolu’ya geçmeyi umuyordu”(14) şeklinde verilen bilgiler de Talat Paşa’nın Milli Mücadele’nin önderleri ile sürekli olarak ilişkide olduğunu göstermektedir.
Ayrıca, İngiliz Resmi Polis Örgütü Scotland Yard’ın temsilcisi sıfatıyla Almanya’da kendisiyle röportaj yapan Aubrey Herbert’e vermiş olduğu mülakatta söylemiş olduğu “...Hayır hayır, (Yunan işgalindeki) İzmir’i bize geri vermelisiniz, barış yeniden sağlanmalıdır. Bu durumda Anadolu’nun bütün kaynakları İngiltere’ye açılacaktır. Anadolu gelişmeye yönelik zengin bir ülkedir ve sizden kabul etmenizi beklediğimiz tek önemli şart, dostluğu bir yana bırakalım, bağımsızlığımızı tanımanızdır. Öteki ayrıntılar üzerinde kolayca anlaşmaya varılabilir. Tabii bir de adalet sorunu var. Eğer barışa gidilecekse, yarımadanın hemen bitişiğindeki adaların Yunan komitacılığı için bir üs olarak kullanılmasını engelleyecek önlemler alınmalıdır...Doğu Trakya ile ilgili olarak herhangi bir uzlaşmaya gidilemez. Çünkü İstanbul, düşmanlarının silah tehdidi altında hiçbir zaman güven ve esenlik içinde yaşayamaz...”(15) şeklindeki sözler de Talat Paşa’nın, anavatandan uzakta da olsa, Milli Mücadele’nin bir parçası gibi davrandığını, adeta Mustafa Kemal’in Almanya’daki fahri elçisi gibi görev yaptığını ve bu konuda sorumluluk hissettiğini göstermektedir.
Prof. Dr. Halil İnalcık’a göre II. Abdulhamid, Devletin bütünlüğünü ancak yabancı ülkelere vermiş olduğu önemli derecedeki kapitülasyonlar ve“Duyun-u Umumiye” uygulamasıyla devletin vergi musluklarını yabancıların havuzlarına akıtarak sağlamaya çalışmıştır(16). Üstad Necip Fazıl Kısakürek ise II. Abdulhamid’in kendisinden önceki dönemden toplam 150 milyon İngiliz altını devlet borcu devraldığını ve borcun tamamını sırf kendi öz kesesinden, “Çiftlikat-ı Hûmâyun” gelirlerinden ödediğini ve kendi döneminde hiç borç almadığını ifade etmektedir (17).
Üstad Necip Fazıl, döneminde hiç borç almadığı için II. Abdulhamid’e övgüler yağdırırken, 1900 yılında yapımına başlanan Hicaz Demiryolu için Ziraat Bankası’ndan 10 milyon liralık kredi alındığını ve bu krediye faiz ödenmediğini, sırf bu iş için özel vergiler konduğunu, ayrıca toplam 1464 km. uzunluğundaki bu demiryolunun genelde Anadolu gençlerinden müteşekkil Osmanlı askerlerine ücretsiz yaptırıldığını göz ardı etmektedir. Yorumunu okuyucuya bırakıyorum.
Prof. Dr. Ercüment Kuran ise konu ile ilgili olarak şöyle bir değerlendirmede bulunmaktadır; “Sultan Abdulhamid, İslam Dünyası’nın manevi birliğini sağlamak gayesi güden bir siyaset takip etti. Müslümanların zihni seviyelerini yükseltmek maksadıyla okullar ve hatta bir darülfünun açtı. Buna karşılık basın ve yayın faaliyetlerini baskı altında tuttu. Neticede, onun saltanatı zamanında memleketin fikri gelişmeleri durakladı. Bu devirde İslam düşüncesi sahasında yayınlanmış kayda değer eser pek azdır”(18).
Ercüment Kuran, aynı kitabında ayrıca şu bilgilere de yer vermektedir; “Mısır ve Kıbrıs’ı ele geçirdikten sonra Doğu Anadolu’daki Ermeniler’i nüfuzu altına almaya çalışan Ruslar’a karşılık Ermenileri de kendi taraflarına çekmek isteyen İngilizler’e karşı Abdulhamid tedbir olarak, bölgedeki aşiretlerden yararlanmayı düşündü; düzenli talim görmüş yerli süvari birlikleri Ermeniler’in girişeceği ayaklanmaları bastırabilirdi. Padişahın iradesi üzerine IV. Ordu kumandanı Zeki Paşa, 1891’den itibaren, çoğu Kürt aşiretlerinden olan “Hamidiye Alayları” nı kurdu. Alayların subay kadrosu aşiret reisleri ve ağalardan teşkil edilmişti. Ancak nizamiye ordusu subayları onları sıkı denetim altında tutmaktaydı....Meşrutiyet devrinde Hamidiye Alayları “Aşiret Alayları” adıyla yeniden düzenlendi. Balkan savaşlarına üç alayla katılan bu birlikler 1. Dünya Savaşı’nda ve milli Mücadele’de de vatan savunmasında bulundular”(19).
Kanaatimizce, gerek Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan Şeyh Said İsyanı’nın ortaya çıkmasında, gerekse günümüzde devam eden PKK. terörünün doğmasında vaktiyle II. Abdulhamid tarafından bölgeye verilen bu serbestinin önemli etkileri bulunmaktadır. Aynı hataya Cumhuriyet hükümetleri de düşmüş vaziyettedirler. Bize göre bugün Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde uygulanmakta olan Köy Koruculuğu Sistemi, Abdulhamid tarafından organize edilen Aşiret Alayları’nın günümüze uyarlanmış şeklinden ibarettir. Altmışbini ücretli, otuzikibini de gönüllülerden müteşekkil olmak üzere bugün için sayıları 92.000’e çıkan köy korucuları, devletimizin güvenliğini tehdit eder bir mahiyet arz etmektedir. Devlet tarafından silahlandırılan ve yıllardır PKK’ya karşı verilen mücadele sırasında iyice eğitimli hale getirilen 92.000 kişilik bu güç, devlet için tam bir handikaptır(20).
Ercüment Kuran “Abdulhamid-i Sâni ve Devr-i Saltanatı” isimli eserin yazarı olan Abdulhamid karşıtı yazarlardan Osman Nuri’den de şu nakli yapmaktadır:“Abdulhamid zeki ve aynı zamanda dessastır. Çalışkan ve intizamlı olmakla birlikte devlet işleriyle az meşgul olurdu. Evhamlıydı. O derecede ki; “cinnet-i takib” illetine tutulmuş idi. Korkaklığından her gece başka bir odada yatardı. Hasisti. Teodor Kasap, Pinti Hamid piyesinde onu alaya almıştır. Haris, hain ve katildi. Çünkü Viyana sefiri Sadullah Paşa’yı, Mithat ve Damad Mahmud Paşaları öldürtmüştür. Yıldız Sarayında münzevi yaşardı. Cuma selamlığı ve Ramazan’da Hırka-i Şerif ziyareti dışında halka görünmezdi.” Eserde Abdulhamid hakkında pek ağır hükümlere rastlanmaktadır;“O hilkaten kötü bir adamdır. Timur’dan daha zalimdir. Hiss-i vatanperveraneden mahrum olduğu gibi Allah’a imanı da yoktur.”(21).
Bir II. Abdulhamid hayranı olan ve onun hakkında “Ulu Hakan 2. Abdulhamid Han” isimli hacimli bir kitap yazan Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Osman Nuri’nin bu fikirlerine şiddetle karşı çıkar ve şöyle der; “İttihat ve Terakki Komitesi’nin neşrettiği 'Abdulhamid’i Sani ve Devri Saltanatı, Hayat-ı Hususiyye ve Siyasiyyesi' isimli bir eser vardır ki; sayıları, peşinen aldığı bir yekuna uydurmağa memur, her türlü ilim ve fikir haysiyyetinden mahrum bir karalamacıya yazdırılmıştır. Ne gariptir ki, bu adam da, hiç değilse kendi padişahı bahsinde yerli olacağına, eserinin bazı noktalarını kendi soyundan, propaganda faslı ücretlisi bir Avrupalıya dayamaktadır. Muharrirlik iddiasında bir Türk iyi veya kötü, kendi hükümdarını Avrupalı’dan mı öğrenecek, onun fırçasından mı tanıyacak, yoksa bizzat kendisi mi resmedip öz memleketine ve dünyaya öğretecek, tanıtacaktır”(22).
Teodor Kasap gibi Türk olmayan bir azınlık parçasının yazmış olduğu “Pinti Hamid” isimli piyesi kendisine hareket noktası kabul eden Osman Nuri’nin yazdıklarına bütünüyle katılmak elbette mümkün değildir. Bir Türkün, ne olursa olsun kendi padişahını kendi insanından öğrenmesi ise elbette ideal olanıdır. Ancak, burada Üstad Necip Fazıl’ın da biraz hissi davrandığını kabul etmemiz gerekmektedir. Çünkü hemen hemen bütün tarihçiler II. Abdulhamid Han’ı çeşitli yönlerden tenkit etmektedir. Hatta torunları bile bu konuda bazı açıklamalarda bulunmuşlardır:
Osman Nuri’nin II. Abdulhamid hakkında ileri sürdüğü ve burcu burcu hakaret kokan yakıştırmaları içinde bulunan “dessas ve hasis” kelimelerini görünce, 2004 yılı içinde vatandaşlık hakları ve itibarları iade edilerek Türkiye’ye gelmesine izin verilen II. Abdülhamid’in torunu Ertuğrul Osman’ın dedesi II. Abdulhamid hakkındaki bir değerlendirmesi aklımıza gelmiştir. 6 Mayıs 1999 günü Kanal D Televizyonunda yayınlanan ve Gazeteci Güneri Civaoğlu tarafından hazırlanan“Durum” programına konuk olan Ertuğrul Osman şöyle bir hatırasını anlatmıştır:
“Gazi Osman Paşa Plevne’de Ruslar’a karşı vermiş olduğu savaştan sonra İstanbul’a dönmüştür. İstanbul’a döndükten sonra kendisi Saray Müşiri olarak görevine devam eder. Plevne’de göstermiş olduğu kahramanlıklar sebebiyle halk kendisine çok fazla itibar etmekte ve onun Sadrazamlığa getirilmesini istemektedir. II. Abdulhamid de paşayı çok sevmekle ve onunla arkadaş olmakla birlikte kendisini bu göreve getirmek istememektedir. Bir gün Paşaya -Paşa, bu gün seninle bir sandal sefası yapalım, kürekleri de sen çek- diye teklifte bulunur. Paşa -aman efendim olur mu, benim sizin yanınızda kürek çekmem yakışı kalır mı?- şeklinde itiraz edecek olursa da fazla direnemez ve teklifi kabul eder. Padişahla paşa sarayın önünden sandala atlarlar. Padişah sandala kurulmuş etrafı seyrediyor, paşa da küreklere asılıyor. Ahali ise Padişahı görebilmek için rıhtıma yığılmış. Bir müddet sonra paşa bir hayli terliyor. Padişah kendisine üstündeki üniformayı çıkarıp kürekleri daha rahat çekmesini tavsiye ediyor. Paşa hık mık dediyse de Padişah’a fazla üsteleyemiyor ve o meşhur madalyalarla dolu üniformasını sandalın bir tarafına iliştirip iç çamaşırlarıyla küreklere asılmaya başlıyor. Rıhtımda biriken halk ise gözleri fal taşı gibi açılmış manzarayı seyrediyor. Gazi Osman Paşanın bu hareketi, halk tarafından -Paşa da iş kalmamış, meğer o da Padişahın dalkavuğu olmuştur- şeklinde değerlendiriliyor ve Paşanın halk nazarındaki itibarı sıfıra iniyor. Padişah ise küçük bir manevra ile isteğine ulaşıyor ve itibarlı bir devlet adamını daha halkın nazarında küçük düşürmenin keyfini yaşıyor”.
David Kushner de Abdulhamid’le ilgili olarak şöyle bir değerlendirmede bulunmaktadır: “II. Abdulhamid, sadece sert bir merkezi siyaset tatbik etmekle kalmamış, devletin ve kendisinin korunması için bir çeşit gözetim (hafiye) teşkilatı da kurmuştu. Sonuç olarak da devlete sadık olmadıkları için ihanet etmelerinden şüphe edilen hükümet üyelerinden bir çoğu görevlerinden uzaklaştırılmış ve çoğunlukla da cezalandırılmışlardı (Münif Paşa Tahran’a Elçi, Ziya Paşa Suriye’ye Vali, Namık Kemal Midilliye Mutasarrıf olarak, ayrıca Mithat Paşa ve Damat Mahmut Paşa Taif’e, Mehmed Murad Rodos’a, İsmail Safa Sivas’a, Süleyman Paşa Bağdat’a, Said Bey Yemen’e gönderilerek İstanbul’dan uzaklaştırılmışlardır). Padişah’ın İslami politikası sonucu olarak dini teşkilatların ileri gelen liderlerinden bir kısmı –ki bunların çoğu Türk değildi- padişahı etkilemişlerdi” (23).
David Kushner’in, II. Abdülhamid’in çevresinde toplanarak padişahı etkilediklerini ve çoğunun Türk olmadığını dile getirdiği kişilerin, Padişah’ın izlemiş olduğu İslamcı siyasete uygun olarak kendi propagandasını yaptırmak üzere başta Arap ülkeleri olmak üzere İslam ülkelerinden çağırıp İstanbul’da sınırsız ikram ve ihsanla konuk ettiği kişiler olduğu muhakkaktır.
Bazı muhafazakâr yazarlarımız tarafından II. Abdulhamid hakkında; “Öyle akılcı bir politika izledi ki; onun tahtta bulunduğu 32 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu bir karış toprak bile kaybetmedi” şeklinde bir yargıya varılmaktadır ki; bu yargı hiç de doğru değildir. Çünkü II. Abdulhamid’in tahta çıkmasından hemen sonra 1877-1878 yıllarındaki olaylar İmparatorluğa yıkım getirmişti. Berlin Konferansı’ndan sonraki toprak kaybı muazzamdı. Romanya, Sırbistan, Karadağ, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Tesalya elden çıkmış ve Anadolu’dan ve Kıbrıs’tan toprak yitirilmişti. Toplam kayıp İmparatorluk topraklarının yaklaşık üçte birine ve nüfusunun yüzde 20’den fazlasına ulaşıyordu(24).
Erik Jan Zürcher’e göre;“Abdulhamid’i 1908-1909’da iktidardan alaşağı eden Jön Türkler’in mirasçısı Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihçileri, onu İmparatorluğun yeniden hayat bulmasını bir kuşak süresince durduran bir gerici olarak görmektedirler. 1960’lardan bu yana ise Türkiye’nin modern tarihçileri, onun saltanat döneminin Tanzimat’ın bir devamını hatta doruğunu simgelediğini ve İmparatorluğa ve halka getirmiş olduğu yararlarını vurgulayan farklı bir tablo çizmektedirler. Her iki görüş de doğrudur, ancak ikisi de işin sadece bir yönünü anlatmaktadır.”(25)