"Ayşe tatile çıksın" cümlesi malum; 1974 yılında gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekâtı’nın başlangıç parolası. Bizim bu yazıda bahsedeceğimiz konu bambaşka bir Ayşe ile alakalı olduğu için, parolayı, pardon başlığı biraz değiştirerek oluşturduk. Üstelik cümleyi emir kipinde değil soru kipinde kurduk.
Belki biliyorsunuz, birkaç gündür Türkiye’de gündem teşkil eden bir olay var. Daha doğrusu önemli bir olaymış gibi medyada haber konusu yapılan sıradan bir işlem var. Olayın ve işlemin, dolayısıyla haberin konusu Türkiye Diyanet Vakfı Kadın Faaliyetleri Müdürü Ayşe Sucu’nun görevinden alınmasıdır. Oysa bu işlem o kadar sıradan ve rutin bir işlemdir ki; haber değeri bile yoktur. Ancak gelin görün ki; pireyi deve yapmakta mahir olan medya, günlerdir bu olayı irdeliyor. Yazılı medyada olayı haberleştiren ve peş peşe haberler yapan muhabirle telefonda görüştüm ve hatta kendisine e-posta kanalıyla açıklayıcı bazı bilgiler bile gönderdim. Ancak muhabir efendi, bize ve vermiş olduğumuz bilgilere hiç itibar etmedi. Düşündüm; acaba neden böyle diye. Hemen şıp diye cevabını buluverdim. Ben söylediği söz ilgi çekecek derecede şöhret sahibi değilim. Parayla haber yazdıracak derecede zengin de değilim. Üstüne üstlük ben bir kadın da değilim! Onun için muhabir efendi bize ve sözlerimize hiç iltifat etmedi. Böyle olunca ben de böyle bir yazıyı yazma gereği duydum.
Diyeceksiniz ki; bu konu seni neden bu kadar ilgilendiriyor? İlgilendiriyor, çünkü habere konu olan kurum benim yirmi seneyi aşkın süre ile emek verdiğim ve ekmeğini yediğim bir kurumdur. Onun için de örnekte görüldüğü gibi sıradan olaylarla gündeme gelmesini ve zarar görmesini istemiyorum. Üstelik bu kurumda, özellikle son birkaç yıldır adi bir oyun sergilenmektedir. Her kurum ve kuruluşta olduğu gibi Diyanet’te de hemen her devirde çeşitli oyunlar elbette oynanmıştır. Ancak son birkaç yıldır oynanan oyunlar çok daha çirkin, çok daha acımasızdır. Bu oyunları ifade etmekte, adi, bayağı ve sıradan sıfatları kesinlikle yetersiz kalır. Diyanet’te son yıllarda oynanan ayak oyunlarını en güzel ifade eden sıfat ancak Kur’an’da bulunmaktadır. O da esfele safiliyn sıfatıdır. (1)
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki; maksadım Ayşe Sucu’yu savunmak ve kendisini korumaya çalışmak değildir. Esasen kendisiyle, onu savunacak ve korumaya çalışacak derecede iş ilişkim de olmamıştır. Üstelik benim Ayşe Sucu’yu savunacak ve koruyacak herhangi gücüm de yoktur. Çünkü Ayşe Hanım, bizim gibi sıradan insanların gücüne ihtiyaç duymayacak biçimde güçlü bir kadındır. Eğer öyle olmasaydı, görevden alınması, yazılı ve görsel medyada hiç bu kadar gündem teşkil eder miydi? Görevden alındığını duyunca, eski bir mesai arkadaşı olarak geçmiş olsun dileğinde bulunmak ve bir yazar olarak olayın Ayşe Sucu tarafından yapılan yorumunu öğrenmek için geçtiğimiz cumartesi günü kendisini aradım. Sekreteri olan bayan “Şimdi buralardaydı. Ancak şu anda makamında yok.” dedi. Telefon numaralarımı bırakarak görüşme isteğimi ilettim. Ancak, bugünkü tarih ve saat itibarıyla henüz bana dönüş yapmadılar. Demek ki; Ayşe Sucu, bizim gibi adamların söyleyeceklerinin veya yazacaklarının kendisine hiçbir faydasının olmayacağını düşünüyor olacak ki; bizim gibi adamları arama gereği bile duymuyor. Yani o, bir şekilde fayda ve menfaat elde edeceği yazar, çizer ve gazeteci takımıyla ilgileniyor bu günlerde. Elbette her zaman ve sürekli yaptığı gibi…
İşte bu sebeplerle yazacaklarım, lütfen Ayşe Sucu’ya arka çıkmak, onu görevden alanları kötülemek veya Diyanet’i karalamak şeklinde yorumlanmasın. Ben sadece gerçekleri ve özellikle son birkaç yıldır Diyanet’te oynanan kirli oyunların son halkası ile ilgili bildiklerimi ve kanaatlerimi yazacağım.
Peşinen şunu söyleyeyim ki; Ayşe Sucu’nun görevden alınması, bugün Diyanet çalışanlarının genelinde bir memnuniyet havası yaratmıştır. Bunu şuradan çıkartıyorum; Diyanet çalışanı olup kendileriyle görüştüğüm toplam beş kişinin beşi de bu konudaki memnuniyetlerini ve Ayşe Sucu’nun bugüne kadar sergilemiş oldukları tavırdan duydukları hoşnutsuzlukları belirtmişlerdir. Hatta içlerinde daha da ileri gidip, bugün (Pazartesi) itibarıyla kutlama yapacağını söyleyenler bile olmuştur.
Aslına bakarsanız, Diyanet Vakfı’nda çalıştığım süre boyunca Ayşe Hanım'ın sergilemiş olduğu bazı tavırlar, pek çok kişiyi olduğu kadar beni de rahatsız etmiştir. Ancak bu konudaki problem, kendileriyle görüştüğüm kişilerin bildiklerinin aksine Ayşe Sucu’nun hareketlerinden ve çalışma tarzından değil, Diyaneti yönetenlerin tavrından kaynaklanmıştır. Zira Ayşe Sucu, vakıf yönetimleri tarafından oldukça şımartılmış ve bugüne kadar istediği her şey anında yerine getirilmiş bir kişidir. Bu anlamda Ayşe Sucu (lütfen herkes tabirimi mazur görsün ve hiç kimse hakaret olarak yorumlamasın); Diyanet yöneticilerinin kendi elleriyle yaratmış oldukları suni bir heyula veya bir Frankeştayndır! Diyanet yöneticileri, önce kendi elleriyle böyle bir heyula yaratmışlar, bu heyulayı 14 sene boyunca sürekli büyütüp geliştirmişler, sonra da yine kendi elleriyle ortadan kaldırmışlardır!
Nasıl mı?
Anlatayım: Ayşe Hanım, müdürlükten önce aynı işi fahri olarak yapmaya başladıktan itibaren emrine özel makam aracı ve makam şoförü tahsis edilmiştir. Bu durum, daha çok istediği her anda emrine özel otomobil ve şoför tahsis edilmesi şeklinde olmuştur (Son zamanlarda bu aracın sürekli kapısında hazır beklediğini ve Diyanet Vakfı’nda Ayşe Sucu dışında aynı unvana sahip başka hiç kimseye Mamak aracı tahsis edilmediğini belirtmemiz gerekir). 1996 yılından itibaren Ayşe Sucu’nun yönetimindeki TDV Kadın Kolları, mahiyeti birbirinden farklı birçok faaliyete imza atmıştır. Panel, konferans, sergi, kurs, kermes, aşure ve iftar gibi birçok faaliyet düzenlemiştir. İşte Ayşe Sucu yönetimindeki kadınlar kolu tarafından gerçekleştirilen bu tür faaliyetler, vakıf yöneticisi olan zevata boy gösterme, gerdan kırma ve elbette karizma yapıp kendilerini tanıtma imkânı sunmuştur. Bu durum, Ayşe Sucu’nun yürüttüğü çalışmalar, adeta bir seferberlik halinde hemen her devirde ve her şart altında kayıtsız şartsız desteklenmesine yol açmıştır. Vakfın diğer faaliyet alanlarıyla ilgili giderlerde kısıntı ve kesintiye gidilip tasarruf yapılırken kadınlara yönelik faaliyetlerde hiçbir kısıntıya gidilmemiş, aksine bu çalışmalar artarak desteklenmiştir. Çünkü bu faaliyetler, vakıf yöneticilerinin gövde gösterisi yaparak kendilerine sosyal prim (prestij) ve sosyal cila (gösteriş) sağlayan faaliyetler olarak görülmüştür.
Bu sebepledir ki; yanılmıyorsam, daha birkaç sene önce Ankara’nın Kızılay semtinde yaklaşık 3.5 milyon TL ödenmek kaydıyla Kadın Faaliyetleri için çok katlı ve müstakil bir bina satın alınarak Ayşe Sucu’nun emrindeki Kadın Faaliyetleri Müdürlüğü’ne tahsis edilmiştir. Ayşe Sucu, kendisine sağlanan bu imkânlar sayesindedir ki; Diyanet’te, karşı konulamaz bir güce sahip olduğuna inandırılmıştır. Bugün medya organları da vasıta edilerek koparılan cayırtı ve fırtınanın sebebi işte budur. Oysa gerçekte Ayşe Sucu’nun görevden alınması ve yönetim kurulunun toplu istifasıyla Diyanet’te ne deprem olmuştur, ne de Diyanet herhangi bir sarsıntı geçirmiştir. Bu sebeple medyada koparılan cayırtı boşunadır.
Bütün bunlara karşılık bana göre Sayın Ayşe Sucu, görevde kaldığı süre boyunca kesinlikle işinin erbabı ve başarılı bir yönetici profili çizmiştir. Kendisine verilen görevi başarabilmek için ister istemez birbirinden farklı pek çok çevreyle ve kişiyle ilişki kurmuştur. Devletin en üst makamlarıyla bile yakın diyaloglar kurma başarısı göstererek oralarda Diyanet’i başarı ile temsil etmiştir. İşte onun bu durumu, kendisini sıradan bir Kur’an Kursu Öğretmeni veya Eğitim Uzmanı olarak görenlerce kıskanılmasına ve hakkında çeşitli dedikodular üretilmesine sebep olmuştur. Hakkında yapılan en önemli dedikodulardan birisi de adı geçenin, kendisine sunulan imkânlardan istifade ile ve kendisine verilen unvanı ve Diyanet adını kullanarak kendi bireysel tanıtımını yaptığı ve çevresinde sosyal prestij ve popülarite sağlamaya çalıştığıdır. Bu çerçevede adı geçenin, geçmişte, yanılmıyorsam 2007 genel seçimlerinde, bazı siyasi partilere giderek milletvekili adayı olma isteğinde bulunduğu ve yüz bulamadığı şeklinde yapılan dedikodu pek meşhurdur ve herkesçe bilinmektedir! Oysa aynı şeyleri ülkemizde hangi yönetici yapmıyor ki?
Bana göre; Ayşe Sucu’nun bugün maruz bırakıldığı muamele biraz da bu dedikoduların sonucudur. Hatta ben, şu anda, görevden alınması üzerine yazılı ve görsel medyada kendisiyle ilgili çıkan haberlerin de "2011 Haziran"ında yapılacak genel seçimler için bir yatırım veya pazarlama yöntemi olduğuna inananların bulunduğunu görür gibiyim. Muhtemelen sizler de görüyorsunuzdur.
Ancak bu konuda enteresan olan şey, Ayşe Sucu’nun açıklamaları değil, kendisini görevden alanların yapmış oldukları açıklamadır. 26 Aralık 2010 tarihli Milliyet’te bulunan Şaşkın ve kırgınım başlıklı habere göre Türkiye Diyanet Vakfı Genel Müdürü Süleyman Necati Akçeşme, Ayşe Sucu’nun görevden alınmasıyla ilgili olarak yapmış olduğu yazılı açıklamada şöyle demiş:
(Ayşe Sucu’nun) görevden alınması Diyanet Vakfı Mütevelli Heyeti’nin ortak kararıdır. Mütevelli Heyetimizce benimsenen yeniden yapılanma çerçevesinde hizmetlerin yeni bir heyecan ve anlayışla daha kapsamlı ve yararlı yürütülmesi için Kadın Faaliyetleri Merkezi Müdürümüze şimdiye kadar yapmış olduğu hizmetlerden dolayı teşekkür edilmesi kararı alınmıştır. Kararın, Sucu’nun kişisel görüş ve düşüncesi veya yaşam tarzı ile hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. Objektif kriterlere göre hizmet veren bütün kurum ve kuruluşlarda olduğu gibi Türkiye Diyanet vakfında da personel kılık kıyafetlerine göre değil hizmetindeki başarısına ve kuşatıcılığına göre değerlendirilmektedir. (2)
Diyanet Vakfı Genel Müdürü S.Necati Akçeşme, bu açıklamasıyla aslında tam da Ayşe Sucu’yu tarif etmiş bulunmaktadır. Çünkü Ayşe Sucu, tam da onu görevden alan iradenin yukarıda tarif ettiği yönetici tipidir. Çünkü toplumun hemen bütün kesimleriyle ilişkisi vardır. Senelerdir düzenlemiş olduğu panel ve konferanslara yerli ve yabancı olmak üzere hemen her kesimden insanları konuşmacı olarak çağırmış ve konuşturmuştur. Hemen her inanç grubundan insana hitap etmiştir. Örneğin Diyanet, Alevi toplum kesimleriyle büyük ölçüde onun sayesinde kucaklaşma imkânı bulmuştur.
Çünkü Ayşe Sucu, Alevi kanaat önderlerini ve aydınlarını düzenlemiş olduğu bilimsel ve kültürel etkinliklere çağırdığı gibi, hemen her sene geniş katılımlı "aşure günleri" tertip etmiş, Alevi inancına sahip kadınlarımızı açmış olduğu kurs ve düzenlemiş olduğu seminerlere özellikle çağırmıştır. Düzenlemiş olduğu konferanslara sağcı olsun, solcu olsun, gayrimüslim olsun ve hatta ateist olsun birçok kişiyi çağırmış ve getirebilme başarısı göstermiştir. Onun çağırmış olduğu bilim adamları ve bürokratlar geçmişte ve bugün toplumun ve devletin hemen her kesiminde çok etkin görevlerde bulunan insanlardır. Topkapı Müzesi Müdürü Prof. Dr. İlber Ortaylı’dan tutun da CHP'de PM üyesi olan Prof. Dr. Binnaz Toprak’a, Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yılmaz Esmer’e, Prof. Dr. Çetin Özek’e, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’e ve Yekta Güngör Özden’e varıncaya kadar dünya görüşleri ve inançları az çok birbirinden farklı yüzlerce akademisyene ve üst seviye bürokrata ulaşmıştır.
İddia ediyorum ki Diyanet; kadın, sanat ve sanatçı kavramlarıyla büyük ölçüde Ayşe Sucu’nun müdürlüğünü yaptığı TDV Kadın Faaliyetleri Müdürlüğü’nün çalışmaları sayesinde tanışmıştır. Diyanet; oldukça şaşı baktığı kadına, sanata ve sanatçıya onun çalışmaları sayesinde düzgün bakmaya başlamıştır. Kadın kollarının çalışmaları sayesindedir ki kadın, anlı şanlı din adamlarımızın gözünde sadece bir cinsel obje olmaktan çıkmış ve erkeklerle eşit bireyler hâlinde görülmeye başlamıştır. Diyanet, Kur’an Yolu isimli tefsirin ilk baskısında "Muta Nikâhı”na ve çok evliliğe müsaade ediliyor tarzda yorumlarda bulunarak kadını aşağılar tarzda yayınlar yaparken, daha sonraki baskılarda bu tür yorumları söz konusu eserden çıkarma gereği duymuştur. (3)
Bu konuda, toplumdan gelen baskılarla özellikle Ayşe Sucu’nun yönetimindeki TDV Kadın Kolları’na üye kadınlardan gelmiş olması muhtemel sitemleri asla göz ardı edemeyiz. Demek oluyor ki; TDV Kadın Faaliyetleri Müdürlüğü gibi ülkemizdeki kadın kuruluşlarının yürüttüğü çalışmalar ve kadınlarımızın bugün elde ettikleri statü, Diyanet’i yöneten veya Diyanet adına fetva veren zevatta farklı dinî görüş oluşturacak ya da mevcut dinî düşüncelerini yeniden gözden geçirme zorunda bırakacak boyutta bir etki yaratmış bulunmaktadır.
Özetle şu bir gerçektir ki Diyanet yöneticileri, kadınlarla nasıl konuşulacağını ve onlara karşı nasıl davranılması gerektiğini Ayşe Sucu’nun çalışmaları sayesinde öğrenmişlerdir. Çünkü bu insanlar, hayatlarının hiçbir döneminde kendi evlerindeki hanımlar dışında bu kadar kalabalık ve bu kadar farklı kadını bir arada görmemişlerdir. İlk başlarda bu kadınlar karşısında Diyanet yöneticilerinin şaşırıp kaldıklarını ve yabancı kadınlara karşı davranış belirleme konusunda zorlandıklarını kesinlikle biliyorum. İşte Ayşe Sucu, en azından Diyanet yöneticilerindeki bu problemi ortadan kaldırmıştır. Diyanet yöneticisi hoca efendilerin bir kısmı, bugün yabancı (yani namahrem) kadınlarla aynı ortamda bulunma ve onlarla tokalaşma cesareti gösterebiliyorlarsa, bu konuda Ayşe Sucu’nun hakkını kesinlikle teslim etmek zorundayız. Bu insanlar, yabancı kadınlarla toplantılar yapmayı ve onların görüşlerine itibar etmeyi, daha doğrusu kadınların da düşünebildiklerini ve onların da bir görüşlerinin olduğunu Ayşe Hanım sayesinde öğrenmişlerdir.
Vakıf Genel Müdürü diyor ki; "Mütevelli heyetimizce benimsenen yeniden yapılanma çerçevesinde hizmetlerin yeni bir heyecan ve anlayışla daha kapsamlı ve yararlı yürütülmesi için Kadın Faaliyetleri Merkezi müdürümüze şimdiye kadar yapmış olduğu hizmetlerden dolayı teşekkür edilmesi kararı alınmıştır…"
Bu görüşe katılmak kesinlikle mümkün değildir. Çünkü yaş ortalaması 70’in üzerinde olan ve bazı üyeleri vakfın kurulduğu 1975 yılından beri yönetimde olan bir mütevelli heyeti tarafından yönetilen bir kurum, nasıl yeni bir heyecan ve anlayışla yönetilebilir? En etkin üye durumunda olan ve 1975 yılından beri Diyanet’in yakasını bir türlü bırakmayan (ve ölünceye kadar da bırakmayacak görüntüsü sergileyen) Dr. Tayyar Altıkulaç’ın AKP’nin kurucu üyesi olduğu ve bu sıfatla iktidar partisinin daha geçenlerde Kızılcahamam’da yapılan toplantılarına katıldığı biliniyor. Böyle bir adamın ve aynı doğrultuda düşünen diğer adamların üyesi bulunduğu bir mütevelli heyeti tarafından yönetilen bir kurum, nasıl kapsayıcı ve kapsamlı bir yönetim sergileyebilir?
Vakıf Genel Müdürü diyor ki; "...Kararın, Sucu’nun kişisel görüş ve düşüncesi veya yaşam tarzı ile hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. Objektif kriterlere göre hizmet veren bütün kurum ve kuruluşlarda olduğu gibi Türkiye Diyanet Vakfı'nda da personel kılık kıyafetlerine göre değil, hizmetindeki başarısına ve kuşatıcılığına göre değerlendirilmektedir”.
Peki, Ayşe Sucu’nun 2008 yılında "Aksaray Müftülüğü"nce düzenlenen bir toplantıda baş örtüsü hakkında yapmış olduğu en masumane açıklamaları bile hemen akabinde yalanlayan ve “Bu görüşler, Diyanet’in konuya ilişkin görüşünü yansıtmamaktadır.” anlamında açıklamalar yapma gereği duyan bir kurumun, objektif kriterlere göre hizmet verdiği ve tarafsız olduğu iddia edilebilir mi?
2009 yılıyla birlikte özellikle Diyanet Vakfı’ndaki bütün milliyetçi, ülkücü ve elbette Atatürkçü insanları temizleyerek; vakfı büsbütün bazı tarikat, cemaat ve siyasi görüş temsilcilerine emanet eden bir zihniyetin, objektif kriterlere göre hareket ettiği nasıl söylenebilir?
Örneğin bir zamanlar yöneticisi bulunduğum, Isparta Kız Öğrenci Yurdu’nda yaklaşık on yıldır uzman memur olarak çalışan bayanlar sırada beklerken, memurlukta henüz bir yılını bile doldurmayan bir bayanı yurt müdür yardımcısı yapan bir zihniyetin, objektif ve adil olduğu söylenebilir mi? Henüz emeklilik hakkını doldurmayan insanları işten çıkartarak sosyal güvenceden yoksun hâle getiren, bunların yerine de emekli devlet memurlarını dolduran bir kurumun; tarafsız, adil ve objektif olduğu nasıl iddia edilebilir? Hele de bu sözleri söyleyenin, sıradan ve emekli bir vaiz olduğu dikkate alınırsa!
1996 yılında “Millî Eğitimde Alternatif Perspektif” ismiyle âdeta Türkiye’nin laik, demokratik ve Atatürkçü eğitim sistemine başkaldırı manifestosu niteliğinde bir rapor hazırlatan zihniyet tarafından yönetilen bir kurumda hangi objektiviteden bahsedebiliriz? Sahi, bu raporu hazırlayanların kimler olduğunu ve şu anda hangi önemli görevlerde olduğunu bilebiliyor muyuz?
Ben mi?..
Ben elbette biliyorum: Prof. Dr. Mustafa İsen, Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, Doç. Dr. İrfan Erdoğan, Zuhal Cafoğlu, Öner Kabasakal.
Peki, bu isimler şimdilerde ne yapıyorlar?
Varın onu da sizler araştırın…
Ayşe Sucu’nun Diyanet Vakfı yöneticileri tarafından görevden alındığını duyunca, ister istemez aynı adamların beni görevden almalarının hikâyesini hatırladım.
Okuyucularımdan bazılarının bildikleri gibi; ben, 1989 yılından başlayarak adı geçen vakıfta hep kritik görevlerde çalıştığım ve vakfın şirketlerinde yönetim kurulu başkanlığına kadar yükselen iki kişiden birisi olduğum hâlde, 2003 yılından başlayarak önce pasif göreve atanarak itibarsızlaştırıldım, arkasından tecrit edildim, daha sonra da görevden alındım.
Peki, sebep ne?
Sebep, fikirlerimin ve dünya görüşümün bugün Diyanet’i yönetenlerle aynı olmamasıdır. Çünkü ben, milliyetçi çizgide düşünen, Atatürk ilke ve inkılaplarını iliklerine kadar sindirmiş bir adamım. Bunu her platformda; gerek konuşmalarımda gerekse yazmış olduğum kitap ve makalelerde açıkça dile getiren bir adamım. Birçok dini meselede, hatta kadın hakları ve baş örtüsü meselesinde bile bugün Diyanet’te etkin ve baskın olan görüşle ters düştüm. Onları açıkça tenkit ettim. İşte benim bu tavrım, şimşekleri üzerime çekmeme ve Diyanet’teki işimi kaybetme sebep olmuştur. Muhtemelen Ayşe Sucu da fikirleri ve görüşleri sebebiyle görevden alınmıştır. Allah’tan Ayşe Sucu’nun geniş ve etkin çevresi var da sesini topluma duyurabildi. Kendisini kutluyorum, sesini kamuoyuna duyurabildiği için...
Ben iddia ediyorum ki; gerek benim gerekse Ayşe Sucu’nun görevden alınması, Diyanetteki kadrolaşma çalışmalarının bir sonucudur. Ayşe Hanım'ın özel hayatı, yaşam tarzı ve dini algılama tarzı beni asla ilgilendirmiyor. Ancak bana göre Ayşe Sucu olayı, bir anlamda Diyanet’teki iltihaplı yaranın patlaması ve dışa vurumudur. Yen içinde kalmış kırık kolun ortaya çıkmasıdır. Aslında bu iltihaplı yara çoktan patlamıştı da kamuoyu görmüyordu. Ayşe Sucu, Diyanet’teki bu iltihaplı yaranın kamuoyunun gözlerinin önüne serilmesini sağlayan bir fonksiyon icra etmiştir. Sırf bu sebeple bile kendisine içtenlikle teşekkür ediyorum.
Ayşe Sucu’nun neden görevden alındığını, mutlaka en iyi kendisi biliyordur. Zaten günü gelince bunu açıklayacaktır da. Ancak şu kadarını söylemeliyim ki; Ayşe Sucu’nun, gerek düşünceleri, gerek tutum ve davranışları ve gerekse ilişkileri, öteden beri Diyanet’te en azından belli bir kesimi rahatsız etmekteydi. Bu kesim, haliyle tutucu kesimdir. Ayşe Sucu’nun, özellikle dinî konulardaki son derece hoşgörülü yaklaşımları ve bu yaklaşımlarını kendi bireysel hayatına yansıtıyor olması, bu tutucu kesimi öteden beri çileden çıkarmakta idi. Bu kesimler, Ayşe Sucu’nun özellikle baş örtüsü konusunu iyiden iyiye sulandırdığını ve tercih etmiş olduğu baş örtüsü modeliyle sanki Diyanetin görüşü bu yönde imiş gibi bir imaj yarattığını düşünerek bundan rahatsız olduklarını kapalı kapılar arkasında da olsa çoktandır dillendiriyorlardı. İşte bu maksatla bu düşünce sahipleri, Ayşe Sucu’nun bir an önce görevden alınarak Diyanet’ten uzaklaştırılması gerektiğini savunuyorlardı. Hatta güvenilir bir kaynaktan edindiğim bilgiye göre; bu düşünce sahipleri, Diyanet İşleri Eski Başkanı Ali Bardakoğlu nezdinde de bazı girişimlerde bulunmuşlar, ancak başarılı olamamışlardır. Ayşe Sucu’nun görevden alınmasıyla bu tutucu kesimin, adeta bayram yaptığını görür gibiyim. Zira yukarıda da bahsettiğim gibi yapmış olduğum bazı görüşmelerde edindiğim intiba bu yöndedir.
Ayşe Sucu’yu bugün görevden alanlar, aslında onu 1996 yılında bu göreve getiren kişilerdir. Örneğin bugün mütevelli heyeti üyesi ve Dr. Tayyar Altıkulaç’ın sağ kolu olan Mehmet Kervancı o tarihlerde de mütevelli heyeti üyesi, üstelik vakfın genel müdürüdür. Bu insanlar, acaba neden bu kadar süre bekledikten sonra böyle bir karar aldılar? Bunun sebebini ancak siyasi baskı ile açıklamak gerekecektir. Demek ki; o tarihlerde Ayşe Sucu’yu bu göreve getirenler, bugün üzerlerinde kurulan siyasi baskılara daha fazla dayanamayarak böyle bir karara imza atmış bulunuyorlar.
Öte yandan Ayşe Sucu, gerek yaptığı işler gerekse kurmuş olduğu ilişkiler sebebiyle ve elbette edindiği karizma itibarıyla kendisini bu göreve getirenleri bile sollayıp geçmiş bir figürdür. Kendisini bu göreve getirenler, artık üzerlerindeki Ayşe Sucu yükünü taşıyamaz duruma gelmişlerdir ki böyle bir karar vermiş bulunuyorlar. Çünkü Ayşe Sucu, oldukça faal bir insandır. Yayınlanmış kitabı vardır. Televizyonlarda katılmış olduğu birçok program vardır. Yurt içinde ve yurt dışında iştirak ettiği pek çok panel ve konferans vardır. (4)
Özetle onun sahip olduğu karizma ve prestij, kendisini göreve getirenleri bile kıskandıracak boyuttadır. Bu sebeple Diyanet yöneticileri, Ayşe Sucu gibi güçlü bir figürü görevden almakla, en azından kendilerine göre hem bir güç denemesinde bulundular hem de özellikle vakıf çalışanlarının yüreklerine işten atılma konusunda büyük bir korku saldılar. Ayşe Sucu, alınan bazı kararlara itiraz etme veya bazı sorunları dile getirme noktasında son kale idi, artık o kale de yıkılmış oldu…
Ayşe Sucu’nun görevden alınması süreci bana göre 2008 yılında başlamıştır. Zira Diyanet, en azından 2008 yılının Şubat Ayı’na gelinceye kadar, Ayşe Sucu tarafından uygulanan "Türban Modeli"ne karşı çıkmayarak bu modeli benimsemiş gözükmektedir. Ancak 2008 yılının Şubat Ayı’na gelince işler değişmiş ve Diyanet, siyasi iktidarın anlayışına uygun olarak, türban konusunda kendisini tavır değişikliğine gitmek zorunda hissetmiştir. Çünkü Diyanet, Ocak-Şubat 2008 ayları içinde Türkiye’nin gündemine oturan, TBMM’de Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik yapılmasına sahne olduktan sonra 22 Şubat 2008 günü Cumhurbaşkanınca onaylanan baş örtüsü konusunda müdiresini uyarmak ve örtünme (tesettür) konusunda müdiresi gibi düşünmediğini topluma deklare etmek zorunda kalmıştır.
Zira Ayşe Sucu’nun Aksaray Müftülüğü’nce düzenlenen "Dindarlık Anlayışımız ve Kadın" konulu konferansta sarf etmiş olduğu şu sözler bardağı taşıran son damla olmuştur:
Baş örtüsü ve giyim; coğrafyayla iklimle örfle âdetle ilintili bir konudur. Suudi Arabistan’a gittiğinizde yüzünüzü bile açmaktan imtina ediyorsunuz. Çünkü o coğrafyada yüzünüzü bile açsanız kendinizi çıplak hissediyorsunuz. İster istemez orada "neredeyse peşe şart" diyesim geliyor.
O toplum, o coğrafya geleneğini öyle oluşturmuş, ama Pakistan’a bakın, Hindistan’a, Afrika’ya bakın; çok yönlü, farklı bir örtünme tarzı ile karşılaşırsınız. Bir kadın kendisini nasıl dindar hissediyorsa nasıl rahat hissediyorsa kendini öyle ifade etmesi gerekiyor. Kur’an-ı Kerim’de baş örtüsü ile ilgili ayette örtünme şekliyle ilgili bir açılım yok. "İlla şöyle örteceksin, pardösü giyeceksin, şalvar giyeceksin diye bir ibare var mı?" Yok! Türkiye’de yıllardır her insanı kendimiz gibi görmek istiyoruz. Asıl olan örtünmek midir yoksa o örtünün arasındaki manayı idrak ederek o bilinci oluşturmak mıdır? Namuslu, iffetine sahip çıkan bir kadın örneğini öne çıkarmalıyız. Giyeceği kıyafet kadının kendisine bırakılmıştır, kendi tercihidir. Kadın olarak bizim dikkat etmemiz gereken husus; iffetli, namuslu kadın olmaktır. Bunu düşünmeliyiz.
"Başını örten namuslu, başını açan namussuz"...
Sakın böyle bir yargıya varmayalım. İnsanın namusu, iffeti, ahlakı kılık kıyafet üzerine bina edilemez. "Diyanet İşleri Başkanı"mız da bunu açıkladı. Baş örtüsü İslam’ın ön şartı değildir. Dileyen kadın dilediği gibi giyinmeli, baş örtüsü nedeniyle kadınların eğitim hakkı elinden alınmamalı. (5)
Bu tür haberler üzerine, medya organlarına Diyanet İşleri Başkanı ve Türkiye Diyanet Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun talimatıyla ve TDV Genel Müdürü İhsan Sarımert’in imzasıyla tekzip türü bir açıklama düşüyor ve adı geçen, TDV Kadın Faaliyetleri Müdürü Ayşe Sucu’nun Aksaray’da "Dindarlık Anlayışımız ve Kadın" konulu konferansta sunduğu tebliğin vakfın görüşü olarak sunulduğunu ve yanlış anlaşılmalara neden olduğunu” vurguladıktan sonra şöyle diyordu:
Diyanet İşleri Başkanlığı genel idare içinde yer alan bir kamu kurumu olup "laiklik ilkesi doğrultusunda" bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışmayı ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirmekle yükümlüdür. İlgili kanunda da bu görevler, "İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek" şeklinde belirlenmiştir.
Türkiye Diyanet Vakfı’nın kuruluş gayesi, her alanda Diyanet İşleri Başkanlığı'mızca gerçekleştirilecek hizmetlere destek olmak ve katkı sağlamaktır. Dinî konularda hüküm çıkarma ve görüş beyan etme yetkisi bulunmayan Vakfımızın, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın faaliyet alanlarına, aldığı kararlara ve dinî konularda toplumu aydınlatırken verdiği bilgilere ve açıklamalara ters düşmesi mümkün değildir. (6)
Tekzip metninden de anlaşılacağı gibi, söz konusu açıklama bizzat Diyanet İşleri Başkanı’nın talimatıyla ve muhtemelen onun oluru alınarak yapılmıştır. Çünkü açıklama, bir anlamda Diyanet İşleri Başkanlığı adına yapılmış resmî bir açıklama niteliğindedir. Açıklamada Vakıf’tan çok, Başkanlığın faaliyet alanlarına vurgu yapılmıştır.
Öte yandan TDV Kadın Faaliyetleri Müdürü Ayşe Sucu’nun, tesettür ve baş örtüsü konusundaki fikirleri ve uygulamaları 2008 yılında ortaya çıkmış da değildir. Adı geçen, aynı sıfatla ve aynı giyim tarzıyla 1995 yılından beri hemen her platformda arz-ı endam etmesine ilave olarak, konuya ilişkin düşüncelerini geçmiş yıllarda muhtelif vesilelerle sözlü olarak da dile getirmiştir. Örneğin Nisan/2007 Ayı’nda “http://www.turktıme.com” isimli internet sitesi adına Ersin Tokgöz’e vermiş olduğu ve birçok yayın organında olduğu gibi kendi resmî internet sitelerinde de yayınlanan bir mülakatta şunları söylemiştir, Ayşe Sucu: Kadının baş örtüsünden dolayı gündeme gelmesinden hoşlanmıyorum. Kendi hayatıma ilişkin farklı merhalelerde baş örtüsü örtmekle ve örtmemekle ilgili olarak son dere haksızca farklı muamelelere maruz kalmış ve işte bu yüzden çok derin acılar yaşamış bir kadın olarak psikolojik ve sosyal anlamda genç kızlarımızın, modernleşme süreci yaşayan diğer her yaştaki kadınlarımızın büyük acılar yaşamakta olduğunu biliyor ve hissediyorum. Ama hukuki anlamda ve inanan çevrelerin konuyu değerlendirişi anlamında, bu kadar yüzyıllık bir kültürel tecrübeye sahip toplumumuzun konuya uzlaştırıcı bir çözüm bulamamış olması ayrıca beni bir kadın olarak fevkalade yaralamaktadır. Şeklin ötesindeki manayı ve ancak bu mana ile bütünleşen şekli fark edelim, gündemde tutalım.
Ayşe Sucu, kâkülünü dışarıda bırakır tarzda baş örtüsü bağlama şekli kastedilerek “Şu an başınızdaki örtüyü ben herhangi bir şekilde niteleyemiyorum. Ve neden alıştığımız gibi tam açıp ya da tam kapatmıyor da bu şekilde bağlıyorsunuz?
Söyler misiniz; sizin başınız açık mı kapalı mı?” şeklinde sorulan bir soruyu şöyle cevaplamıştır:
“Evet, başım kapalı. Ben baş örtüsünün böyle örtülebileceğine inanıyorum. Sembollerin elbette bir değeri var. Tanımı gereği her sembol arkasındaki temel manayı işaret için konmuştur. O temel manayı kaybederseniz sembolün, sembol olmak bakımından hiçbir değeri kalmaz. Dikkat ederseniz, Peygamber Efendimizin vahiy sürecini ele aldığımızda, uzun bir süre, 13 yıl, tevhidi yerleştirmek için çalışıyor. Ama biz tam tersine ritüellerden başlıyoruz. Hatta dayatmaya çalışıyoruz. İmanımız belli olgunluğa gelmeden tamamen şekiller üzerinden dini anlamaya ya da algılamaya çalıştığımız için; sıkıntılar, travmalar yaşıyoruz. Onun için kendi kendimizle çelişiyoruz. Samimi değiliz. Eğer bu alanı özgür bırakmazsanız münafıklar üretirsiniz. Gerçekten de münafıklar üretiyoruz biz…Bunun arkasında komplolar aramıyorum. Çünkü bunu biz yapıyoruz. Her şeyden öte hepimiz diyoruz ki, sen benim gibi olacaksın, benim gibi düşüneceksin, yaşayacaksın. Ben merkezli düşünüp ben merkezli yaşıyoruz ve ben merkezci yaşamalarını istiyoruz. İslam’ın en temel kavramlarından biri hoşgörüdür. Peygamberimizin bütün davranışlarında bunu görebilirsiniz. Hoşgörülü olabildi mi İslam dünyası? Yıllarca birbirimizin baş örtüsü ile eteklerimizin uzunluğu ve kısalığı ile uğraştık. Ve bu hususları hep imanla ilintilendirdik. (7)
Demek oluyor ki; Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı Genel Müdürlüğü, birçok konuda yaptığı gibi, baş örtüsü konusunda da takiye yapmış, 1995 yılından beri, özellikle 28 Şubat sürecinde vitrin görevi gördürdüğü bir elemanını ve onun şahsında tasvip edip bir anlamda uygulamaya koyduğu türban modelini, 2008 yılına gelince kolayca reddedivermiştir. 2010 yılının sonuna gelindiğinde ise Ayşe Sucu’yu işten atarak 1995-2010 yılları arasında en azından uygulamada ve şeklen savunduğu baş örtüsü hakkındaki görüşünü, kökünden değiştirmiş bulunmaktadır. Ben, şahsen Ayşe Sucu’nun görevden alınmasını böyle okuyorum.
Peki, siz nasıl okuyorsunuz?
Ayşe Sucu’nun yukarıdaki sözlerinden bana en ilginç gelenlerinden birisi de şu sözleri olmuştur: Kendi hayatıma ilişkin farklı merhalelerde başörtüsü örtmekle ve örtmemekle ilgili olarak son dere haksızca farklı muamelelere maruz kalmış ve işte bu yüzden çok derin acılar yaşamış bir kadın olarak…
Ayşe Hanım, baş örtüsü sebebiyle hangi problemleri yaşadı ve hangi acıları çekti bilmiyorum. Çalışma hayatının tamamı Diyanet’te geçmiş bir kadın için baş örtüsünün sorun yarattığını düşünmek de bana fazla mantıklı gelmiyor. Ancak güvenilir bir kaynak, vaktiyle özel bir sohbet esnasında bana; Ayşe Sucu’nun kayınpederinin, emekli ve saygın bir din adamı olduğu ve gelininin bilinen görüntüsünden rahatsızlık duyduğu şeklinde bazı açıklamalarda bulunmuştu. Ayşe Sucu yukarıdaki sözleriyle belki de bunu kastediyor olmalıdır. Kim bilir belki de baş örtüsü sebebiyle bazı engellemelerle karşılaştığını söylüyordur. Ya da ne bileyim 25 Aralık 2010 tarihinde (muhtemelen baş örtüsü hakkındaki düşünceleri sebebiyle) görevden alınmakla yaşamış olduğu üzüntüyü, yaklaşık 3 yıl önceden haber vererek bir anlamda keramet göstermiş oluyor!
Sayın Başbakan’ın çözümünü ulemaya havale ettiği baş örtüsü sorununda Diyanet İşleri Eski Başkanı Ali Bardakoğlu’nun, Biz ancak konuya ilişkin görüşümüzü söyleyebiliriz diyerek üstü kapalı olarak da olsa Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ulemanın görüşüne göre yönetilmiyor. Bu sebeple baş örtüsü sorununu çözmek de ulemanın görevi değildir.” dediğini biliyoruz.
Bakalım yeni başkan Mehmet Görmez neler diyecek?
En azından aynı direnci gösterebilecek mi?
Umarız, makam aracındaki 51’in 10’a çevrilmesiyle Diyanet’in bu konudaki görüşü değişmez ve Diyanet diyet ve vefa borcu gibi saiklerle toplumsal sorunları vereceği fetvalarla çözmeye kalkışmaz.
Hep birlikte bekleyelim ve görelim.
Ömer Sağlam
______________________
1 - Tîn Sûresi, ayet, 5.
2 - bk. 26.12.2010 tarihli Milliyet, s, 19.
3 - bk. Ayrıntılı bilgi için Ömer Sağlam, “Diyanet Üniversitesi’ne Mutacı Rektör” başlıklı makalesi,
http://www.haberakademi.net/default.asp?inc=makaleoku&hid=11729
4 - bk. http://www.tdv-kadinfaaliyetleri.org/hoca_biyo.php?id=65 - bk.http://www.haberturk.com internet adresinde bulunan 14.02.2008 tarihli ve “Türk Diyanet Vakfı’ndan Türban Yorumu” başlıklı haber. Ayrıca aynı konuda bkz. 15.02.2008 tarihli gazetelerden Sözcü Gazetesi“Türkiye Diyanet Vakfı Kadın Faaliyetleri Müdürü Ayşe Sucu: İslâm’da örtünme ile ilgili kesin hüküm yok”, Bugün Gazetesi, “İslam’ın Ön Şartı Değil”, Güneş Gazetesi, “Kadının Namusu Kılığında Değil”, Milliyet Gazetesi, “Kuran’da örtünme şeklinin açılımı yok”, Tercüman Gazetesi, “Başörtüsü İslam’ın Ön Şartı Değildir”, Hürriyet Gazetesi, “Kadının namusu kıyafetle olmaz” ve Sabah Gazetesi, “Başörtüsü İslam’ın ön şartı değildir” başlıklı haberler. 6 - bk. http://www.milliyet.com.tr internet adresinde bulunan 21.02.2008 tarihli ve “Diyanet Kadın Müdürüne Kızdı” başlıklı son dakika haberi.