Oysa o da gayet iyi biliyordu ki; Suriye ile Türkiye’nin tek devlet filan olduğu yoktu. Olan şey, Sovyetlerin dağılmasından sonra hamisiz kalan, ayrıca ABD ve İsrail’in tehditlerinden bunalan Suriye’nin, Türkiye’nin kucağına oturmak zorunda kalmasıydı (1). Mesajından da anlaşılacağı gibi Hakan Albayrak, Arabizm’in ve Arap hayranlığının doruklarında geziyordu ve bu hayranlık, daha sonraki yıllarda kendisini sözüm ona Gazze’ye yardım götürme adı altında Mavi Marmara gemisinin kahraman süvarileri arasında yer almaya kadar götürecekti. Hani şu İsrail’in her türlü “Göndermeyin, vururuz” çağrılarına rağmen, Türkiye’den yola çıkan ve Akdeniz’de İsrail askerlerince el konulan ve 9 Türk’ün canına mal olan Mavi Marmara gemisinden bahsediyorum.
Yanlış hatırlamıyorsam Hakan Albayrak, dizi oyuncusu olan kardeşi Sinan Albayrak’la birlikte Gazze’ye yardım götürürken İsrail askerlerince saldırıya maruz bırakılan ve 9 Türk’ün katledildiği “Mavi Marmara” isimli geminin yolcuları arasında da bulunmuştur. Bu sebeple kendisine 2004 yılında şu anlamda bir cevap verdiğimi hatırlıyorum: Hayır ben Araplara can-ı gönülden bağlı değilim. Ancak Araplarla iyi ilişkiler içinde olunmasını da istiyorum. Aramızdaki mesajlaşmanın canlı şahidi ise MEB Eski Müsteşarı da olan Hoca'm Prof. Dr. İhsan Sezal’dır. Zaten adı geçenin bahse konu yazısından da Hoca'm sayesinde haberdar olmuştum. Çünkü İhsan Hoca, o çevrelere yakın bir isim olarak bilinmektedir.
16 Eylül 2009 günü Türkiye’yi ziyaret eden Suriye Devlet Başkanı Beşar Esed başkanlığındaki Suriye heyeti ile Türk yetkililer arasında yapılan görüşmeler sonucunda, iki ülkenin karşılıklı olarak vizeyi kaldırmış olmaları ve Beşer Esed'in PKK içinde bulunan Suriye uyruklu teröristleri kabul edebileceklerini açıklamış olması da bu gerçeği asla değiştirmeyecektir. Bu gerçeği, ne Beşer Esed'in söz konusu açıklaması değiştirecektir, ne de AKP Hükûmeti'nin, Türkiye’nin, dış politikada “eksen değiştirmekle” ya da “eksen kayması yaşamakla” itham edilecek derecede izlemekte olduğu Arap dünyasına yönelik dış politikaları...
Aslına bakarsanız, Beşar Esat’ın “PKK içinde bulunan Suriye uyruklu teröristleri kabul edebileceklerini açıklamış olması” bir nevi itiraf niteliğindedir. Yani Beşer Esed demek istiyor ki; “Evet, biz yıllardır PKK içinde Suriye uyruklu kişiler olduğunu reddettik. Ancak itiraf etmeliyim ki; bu örgütün içinde çok sayıda Suriye vatandaşı da bulunmaktadır ve bunlar, yıllardır Türkiye’ye zarar vermişlerdir.”
Başbakan Yardımcısı ve Hükûmet Sözcüsü Cemil Çiçek, 17 Eylül 2009 günü Milliyet Gazetesi yazarı Fikret Bila’ya yapmış olduğu açıklamalarda Beşer Esed’in söyleyemediklerini söylüyor ve bir anlamda (belki de farkında olmadan) onun sözlerini tefsir ediyordu. Çünkü Cemil Çiçek’e göre Eylül/2009 ayı itibarıyla Kandil’de 4500 civarında terörist vardı ve bunların üçte birisi yabancı uyruklu idi. Çoğu da Suriye, İran ve Irak gibi komşu ülke vatandaşlarıydı. (2) Beşer Esed, Cemil Çiçek ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti de pekâlâ biliyordu ki; PKK içindeki yabancı uyruklu teröristlerin çoğunluğu Suriye uyrukludur, başlarında da Behoz Erdal kod adlı Fehman Hüseyin nam terörist bulunmaktadır.
Ancak “Gerçek Hayat” isimli dergide kaleme almış olduğu, kitabım ve şahsım hakkında düşmanca ve ötekileştirici ifadelerle dolu yazısının altına “Cem Karaca’ya öteden beri muhabbetim vardı. Bosna’da şehit düşen ilk Türkiyeli mücahit olan Selami Yurdan’ın Travnik’teki kabrini ziyaret ettiğini duyduğumda muhabbetim artmıştı. Bizden olduğunu biliyordum…” şeklinde bir not düşerek hükümlerini gayet sığ düşüncelere dayandırdığı anlaşılan Hakan Albayrak ve fikirdaşlarının, bu gerçekleri görecek hâlleri yoktur. (3)
Çünkü Başbakan R.Tayyip Erdoğan’ın, iyiden iyiye “git gel Konya altı saat” hâline çevirip ikinci adres durumuna getirdiği Suriye’nin Başkenti Şam’da 23 Aralık 2009 günü Türkiye’yi eksen kayması yaşamakla itham eden çevrelere cevap verirken kullanmış olduğu “Dere yatağında akar. Ne kadar farklı yerlere kaydırırsanız, er veya geç dere kendi yatağını bulur. İşte şimdi dere yatağını buldu.” (4) şeklindeki sözlerle somutlaştırdığı anlayış ve yaklaşım tarzı, bu kabil adamlara ümit vermekte, onları ister istemez beklenti içine sokmakta, olmadık düşler görüp, boş ve tatlı hayaller kurmalarına sebep olmaktadır.
Türkiye-Suriye ilişkilerinin yakın geçmişteki durumunu ve bugün geldiği noktayı gayet güzel vurgulaması bakımından deneyimli gazeteci Fikret Bila’nın bu konudaki sözlerine kulak vermekte galiba fayda vardır. Bizim yukarıdaki satırları yazmamızdan belki de yıllar sonra kaleme almış olduğu bir makalesinde bizi adeta doğrularcasına şöyle diyor Fikret Bila;
“Türkiye ile Suriye ilişkileri tarihinde görülmemiş kadar iyi bir noktaya geldi. O kadar ki, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, vizenin kaldırılmasından öte ‘Yapay sınırlar kalkmalı’ bile dedi. Sınırdan yansıyan görüntüler, Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri için söylenen ‘iki devlet bir millet’ deyişindeki gibi ‘iki millet tek devlet’ dedirtecek kadar bayram havasındaydı. Oysa çok değil 10 yıl önce Türk ordusu, Suriye sınırında konuşlanmış, iki ülke savaşın eşiğine gelmişti. Ankara, Öcalan teslim edilmez veya gönderilmezse, Suriye’nin savaşı göze alması gerekeceğini dünyaya ilan etmişti. Hafız Esed, Türkiye’nin bu kararlılığını gördükten sonradır ki, Öcalan’ı gönderdi.
Tabii, yıllardır Öcalan’ı ve PKK’yı barındıran, koruyup kollayan Şam’ın bu noktaya gelmesinde değişen dünya koşullarının payı büyüktü. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Hafız Esed zaten yeni bir arayışa girmişti. Korumasız, desteksiz kalan Suriye, Birinci Körfez Savaşı’nda Saddam’a karşı "Büyük Koalisyon"la hareket ederek ABD’ye sıcak mesajlar göndermeye başlamıştı. Bu süreçte Sovyet desteğinin yerine yeni bir şemsiye koyamayan Esed, çareyi Öcalan’ı göndermekte ve Türkiye’ye yanaşmakta buldu. Şam’ın Türkiye ile yakınlaşmaya bugün dünden de fazla ihtiyacı var. ABD ile ilişkileri normalleştirme, Batı’ya açılma konusunda Türkiye’nin yakınlığı ve desteğinin önemi büyük. İran’ın etki alanından da uzaklaşma işaretleri vermesinin nedeni bu. ABD’nin hedefi olmaktan kurtulmanın köprülerinden biri Ankara ile sıcak ilişkiler. Bu konjonktür, Türkiye ile Suriye’yi savaşın eşiğinden bölgede en yakın iki ülke konumuna taşıdı…”(5)
Dolayısıyla; Arap ülkelerinde rejimler demokratikleşip şeffaflaşmadığı, halkın iradesi gerçek anlamda iktidara yansımadığı, bugünün Arap aydınları geçmişe saplanıp kaldığı ve en önemlisi de çoğu, petrol gelirlerine dayanılarak tıpkı birer balon gibi şişirilmiş monarklar iktidarda kaldığı sürece, Arap'ın, bırakın Arap olmayanlarla Arap'ın Arap'la bile kardeş ve dost olması asla mümkün değildir. Eğer Arap, Arap'la kardeş olmayı becerebilseydi, bugün Filistin halkı, bu kadar sahipsiz kalmaz, bu kadar ezilmez ve İsrail’in elinde bu kadar oyuncak olmazdı. Eğer Araplar arasındaki bu kardeşlik gerçekleşmiş olsaydı, 6-7 milyon nüfuslu küçücük İsrail devleti, 400 milyonluk Arap dünyasına bu derece ferman okuyamazdı.
Araplar, namütenahi petrol gelirleri sayesinde, yağı bol bulan delinin tavrına benzer tavırlar sergileyerek; ülkelerine dünyanın en yüksek kulelerini dikmekte âdeta yarış ettikçe, yapay adalar yaratmaya, Batılı futbol kulüplerini satın almaya devam ettikçe, İslam’ın haram kıldığı kumar oyununun aracı olan iskambil oynayanların resmedildiği kıytırık bir tabloya 440 milyon TL gibi uçuk bir rakamı, gözlerini bile kırpmadan ödemeye devam ettikleri sürece Arap dünyasına barış ve huzur gelmeyecektir. Düşünsenize bir, Katar Kraliyet ailesinin, Fransız ressam Paul Cezanne'nın “Kâğıt Oyuncuları” isimli tablosuna ödediği 158.4 milyon sterlin (yaklaşık 440 milyon TL (6) ile değil sadece Gazze Şeridi, büsbütün Filistin ihya olurdu. Bu para, İsrail’e verilmiş olsa muhtemelen İsrail, Filistin’in bağımsızlığını tanır, İran’ı tehdit etmekten bile vazgeçerdi.
Ömer Sağlam