Diyanet İşleri Başkanlığı, şüphesiz ki; bu ülkenin en stratejik kurumlarından birisidir. Diyanet İşleri Başkanlığı, en başta, bu ülkede dinî konularda görüş verebilecek en yetkin kurum durumundadır. Ülkemiz her ne kadar laik bir demokrasi ile yönetiliyor ise de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın verdiği/vereceği görüşler, bizim dinî hayatımızı olduğu kadar toplumsal, ekonomik ve hatta siyasal hayatımızı bile yakından ilgilendirmekte, dahası etkilemektedir. Neticede bu ülke, nüfusunun kahir ekseriyeti Müslümanlardan oluşan, üstelik de Müslüman halkın %70’lerin üzerinde “Dindar” olduğu bir ülkedir. Bazı siyasilerimizin, “Bu meselenin çözümünü ulemaya bırakalım” şeklindeki söylemleri, işte tam da bu gerçeğin ifadesidir. Kimdir ulema? Bu kavramdan kasıt, pratikte direk Diyanet İşleri Başkanlığı ve bu kurumun ilgili birimidir bence. Yani Din İşleri Yüksek Kurulu’dur.
“Biz dindar nesiller yetiştirmek istiyoruz” diyen siyasetçilerimiz de biliyorlar ki; din, bu ülkede yaşayan insanların, hemen hemen hayatlarının bütün yanlarına yön veren ve onların hareketlerini doğrudan etkileyen bir kurumdur. O bakımdan din adına söz söyleyen, özellikle de bu söz söyleme yetkisini kanunlardan alan kişiler, öyle ulu orta konuşamazlar/konuşamamalıdırlar. Çünkü söyledikleri sözler ve yazdıkları yazılar, insanların hayatını doğrudan etkilemektedir bu kişilerin.
Bu kısa girişten sonra şimdi asıl konumuza dönebiliriz sanırım. 28.10.2007 tarihli Akşam gazetesinde Volkan Yanardağ imzalı bir haberde şöyle deniliyordu;
“Diyanet İşleri Başkanlığı’nın en üst karar alma organı olan Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Doçent İsmail Karagöz, evlat edinme ile ilgili büyük tartışma yaratacak değerlendirmelere imza attı. Karagöz’ün Diyanet Vakfı yayınlarından çıkan kitabı bir öz evlattan ayrılmayan evlat edinilmiş çocukları ve ailelerini de şoke etti. Tabii veya suni döllenme ile çocuk sahibi olamayan çiftlerin çocuk özlemini, kimsesiz bir çocuk alarak giderebileceklerini ifade eden Karagöz, evlat edinilen çocuğun nüfusa kaydedilmesinin ve anne-babasının mirasçısı olmasının dinen caiz olmadığını savundu… Karagöz, ‘Sorumluluk ve Sorunları Açısından Aile ve Gençlik’ başlıklı kitabında, buluğ çağına ermiş evlatlığın kız ise babasıyla erkekse annesiyle tek başına kalmasının uygun olmayacağını savundu...”(1).
Gazetede bu haberi okuyunca gerçekten de şaşırmıştım! Zira böyle bir fetva, ilk bakışta İslam öncesi cahiliye devri Araplarında var olan sübyancılığı, oğlancılığı ve ensesti teşvik eder bir mahiyet arz ediyordu. Çünkü böyle bir fetvadan haberdar olan kötü niyetli bir adam, evlatlık edindiği küçük kızla aynı durumdaki bir kadın da evlat edindiği küçük yaştaki oğlanla cinsel ilişki kurmakta hiçbir sakınca görmeyecekti. Hatta bu düşüncedeki bir adam veya kadın, evlat edinirken, ileride bu türlü niyetlerini gerçekleştirebilmek için çocuk yuvalarında sağlıklı, güzel, gürbüz ve güçlü, kuvvetli çocukları seçmeye çalışacaktı! Medya organlarında sık sık aile içi ensest ilişkilere ilişkin haberlerin yayınlandığı bir ülkede, böyle bir fetva başka hiçbir amaca hizmet etmezdi…
Gazetede haberi okuyunca, acaba doğru mudur diye meraklandım ve derhâl o tarihlerde Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi ve Türkiye Diyanet Vakfı Mütevelli Heyeti Üyesi de olan Doç Dr. İsmail Karagöz’ün yukarıda haber konusu edilen kitabına bakma gereği duydum. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları arasında ve “İslam’ın Esasları Dizisi”nden çıkan kitapta konu ile ilgili olarak şunlar yazıyordu:
“Tabii veya suni yöntemle çocuk sahibi olmayan çiftler çocuk özlemini kimsesiz bir çocuk alarak giderebilirler. Ancak çocuğun nüfusa kaydedilmesi, neticede onun mirasçısı olması dinen caiz değildir. Ayrıca eğer nesep veya evlilik sebebiyle ‘mahremlik’ söz konusu değilse buluğa erince erkek çocuğu kadına, kız çocuğu da erkeğe karşı ‘namahrem’ olur. Yani aralarında evlilik caiz olur. Kadının erkek çocuğu ile erkeğin de kız çocuğu ile tek başına bir yerde kalmaları dinen caiz olmaz.”(2).
Demek oluyordu ki; Akşam’ın haberi doğru bir haberdi ve İsmail Karagöz, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı’ndaki unvanlarını ve Vakfın maddi imkânlarını kullanarak böyle bir kitap yayınlamış ve böyle bir fetva vermişti. Üstelik de bu büyük ve ulvi hizmeti! karşılığında Vakıf’tan muhtemelen yüklüce bir telif ücreti almıştı. Çünkü bildiğim kadarıyla hocalar, yazmış oldukları en küçük yazı ve yaptıkları en küçük konuşma için bile para alıyorlardı!
Halka gelince “Allah rızası için” diyerek yardım ve bağış topluyorlardı ama sıra kendilerine gelince parasız adım bile atmıyorlardı! Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri başta olmak üzere, Diyanetçe tertip edilen sosyal ve kültürel etkinlikler, hocalar için bulunmaz fırsatlar sunuyordu. Bu etkinliklerde görev alabilmek ve bu etkinlikler kapsamında özellikle yüksek harcırahlarla yurtdışına gidebilmek için âdeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nca yayınlanan Diyanet Aylık Dergi, Diyanet Çocuk Dergisi, Diyanet İlmî Dergi gibi süreli yayınlar, bu adamların yazdıklarından para kazandıkları alanlardı. Nerede satılmayacak birbirinin kopyası kitapları varsa, bunları getirip Diyanet’e yayınlatıyorlar, ya da Diyanet’in imkânlarıyla ve Diyanet’teki forslarını kullanarak sattırıyorlardı. Bu adamlar, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanan takvim yapraklarına yazmış oldukları küçük yazılar için bile para alıyorlardı. Hem de birbirleriyle rekabet edercesine yapıyorlardı bütün bu işleri…
Şimdi okuyucularımdan, özellikle de Diyanet çalışanlarından muhtemelen şöyle bir itiraz gelecektir: “Bir kişinin vermiş olduğu dinî görüş fetva değildir. Bir diyanet çalışanının görüşü, Diyanet’in kurumsal kimliğini bağlamaz”. Demek ki o zaman öncelikle “Fetva” kavramını açıklamakta fayda var. Diyanet İşleri Başkanlığı “Fetva” kavramını şöyle tarif etmiş: “Sözlükte ‘bir olayın hükmünü açıklayan veya hükmünü koyan, güçlükleri çözen kuvvetli cevap’ anlamına gelen fetva, ıstılahta fıkhî bir meselenin dinî-hukukî hükmünü açıklama, fakih bir kimsenin, sorulan fıkhî bir meseleye yazılı veya sözlü olarak verdiği cevap, ortaya koyduğu hüküm demektir.”(3).
Demek ki; yetkin olduğu takdirde tek bir kişinin vermiş olduğu görüşler de gerektiğinde “Fetva” olabilmektedir. Eğer öyle olmasaydı Diyanet çevrelerince de çok muteber kabul edilen Halil Gönenç ve Prof. Dr. Hayrettin Karaman gibi saygın din âlimleri, tek başlarına yazmış oldukları kitaplara “Günümüz Meselelerine Fetvalar” ve “İslam’ın Işığında Günün Meseleleri” isimlerini koymazlardı. Peki, İsmail Karagöz, Halil Gönenç ve Hayrettin Karaman seviyesinde bir din âlimi midir? Vallahi bilmem! Benim bildiğim, adı geçenin tefsir doçenti olduğu ve yazmış olduğu kitabın, birçoğu DİB Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi de olan TDV Yayın Kurulu’nun incelemesinden sonra yayınlandığıdır. Yani yazmış olduğu kitap, birçoğu sahasında uzman olan profesörler heyetinin tetkikinden geçtikten sonra yayınlanmıştır. Ayrıca, kitabın yayınlandığı sırada adı geçen, DİB Din İşleri Yüksek Kurulu üyesidir. Bana göre; bu yönüyle onun görüşleri, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ortak (kurumsal) görüşü hükmündedir.
Peki, İsmail Karagöz, bu fetvayı tamamen kafasına göre mi vermiştir? Elbette hayır. O, bu fetvasını verirken Kur’an’a bağlı kaldığını söylüyor ve Ahzâb Suresi’nin 4. ve 5. ayetlerine dayandığını ifade ediyor. Daha doğrusu, Ahzâb Suresi’nin söz konusu ayetlerini kendisine göre yorumluyor ve böyle bir anlam çıkarıyor. Ayrıca tarafıma göndermiş olduğu e-postada “…Ben o kitapta ayet ve hadislere, ehl-i sünnet görüşüne aykırı bir kelime yazmadım” diyor.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır söz konusu ayetlerin anlamını şöyle vermiş;“...Evlâtlıklarınızı da oğullarınız kılmamıştır. O sizin ağzınızda lafınızdır. Allah ise, doğru söylüyor ve doğru yola hidayet ediyor. Onları (evlatlıkları) babaları adına çağırınız. Allah yanında o daha doğrudur. Eğer babalarını bilmiyorsanız, dinde kardeşleriniz ve yârânınız (mevâliniz, dostlarınız)dırlar. Bununla beraber, hata ettiklerinizde üzerinize bir günah yoktur ve lakin kalplerinizin kasıt göstererek yaptıklarınızda vardır. Hem Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.”(4).
Bir başka kaynakta ise Ahzâb Sûresi’nin 4. ve 5. ayetlerinin meali şöyle verilmiştir; “...ve evlatlıklarınızı da öz oğullarınız olarak tanımadı. Bunlar sizin ağızlarınıza geliveren sözlerden ibarettir. Allah ise gerçeği söyler ve doğru yola O eriştirir. Onları (evlat edindiklerinizi) babalarına nispet ederek çağırın. Allah yanında en doğrusu budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, bu takdirde onları din kardeşleriniz ve görüp gözettiğiniz kimseler olarak kabul edin. Yanılarak yaptıklarınızda size vebal yok; fakat kalplerinizin bile bile yöneldiğinde günah vardır. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”(5).
İşte size Doç. Dr. İsmail Karagöz’ün ve (eğer varsa) onun gibi düşünenlerin, evlatlıklarla evlat edinenlerin evlenmelerine cevaz verirken dayandıkları Kur’an ayetleri. Görüldüğü gibi bu ayetlerde evlatlıklarla evlenilebileceğine dair hiçbir hüküm yoktur. Gelin görün ki; bu insanlar, Ahzâb Sûresi’nin 4. ayetinde geçen “evlatlıklarınızı oğullarınız kılmamıştır” ya da “evlatlıklarınızı öz oğullarınız olarak tanımadı” anlamındaki cümlecik ile aynı surenin 5. ayetinde geçen “Onları (evlatlıkları) babaları adına çağırınız” ya da “Onları (evlat edindiklerinizi) babalarına nispet ederek çağırın” şeklinde tercüme edilen cümleden böyle bir anlam çıkarmışlardır. Onlara göre; öz evlatlarla anne ve babaları, usul ve füru yönünden, gelin ve damatlar da sıhri hısımlık sebebiyle kayınvalide ve kayınpederleriyle evlenemeyeceklerine göre; aynı durumda olmayan evlatlıkların hem kendileriyle, hem de onların usul ve füru ile evlenilmesinde dinî açıdan hiç bir sakınca bulunmamaktadır...
Müfessir (Tefsir âlimi) Doç. Dr. İsmail Karagöz, yukarıdaki ayetlerden hareketle kitabında;
“Evlatlıkların öz çocuklar gibi olmadığının anlamı, onların mirasçı yapılamayacağı ve nikâhlarının helal olduğudur. Nitekim Peygamber'imiz (a.s.), Zeyd b. Hârise’yi kölelikten azat etmiş ve onu kendisine evlat edinmişti. Daha sonra Zeyd’i halasının kızı Zeynep ile evlendirdi. Ancak Zeyd ile Zeynep geçinemediler. Zeyd, Peygamber'imize gelip Zeynep’i boşamak istediğini söyledi. Peygamber'imiz, evliliklerinin devam etmeyeceği, boşanmalarının uygun olacağı kanaatini taşımakla birlikte Zeyd’e eşini boşamamasını ve evliliklerini sürdürmesini tavsiye etti. Fakat, Zeyd, evliliklerini devam ettiremedi ve Zeynep’i boşadı. Peygamberimiz (a.s.), Allah’ın emri ile evlatlığı olan Zeyd’in boşadığı halasının kızı Zeynep ile evlendi.”(6). dedikten sonra “Bu husus, Kur’an’da şöyle anlatılmaktadır” diyor ve arkasından Ahzâb Sûresi’nin 37. ayetinin anlamını şöyle veriyor:
“Hani (ey Peygamber'im) sen, Allah’ın kendisine nimet verdiği ve senin de (azat etmek suretiyle) iyilikte bulunduğun kimseye (Zeyd’e), ‘Eşini nikâhında tut (onu boşama) ve Allah’a karşı gelmekten sakın’ diyordun. İçinde, Allah’ın açıklayacağı bir şeyi gizliyor ve insanlardan çekiniyordun. Kendisinden korkmana Allah daha layıktır. Zeyd, eşini boşayınca onu seninle evlendirdik ki eşlerini boşadıklarında evlatlıklarının eşleriyle evlenmeleri konusunda müminlere bir zorluk olmasın. Allah’ın emri yerine getirilir”(7).
Bir başka kaynakta ise Ahzâb Sûresi’nin 37. âyetinin anlamı şöyle verilmektedir:“(Resûlüm!) Hani Allah'ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah'tan kork! diyordun. Allah'ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana layık olan Allah'tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki evlatlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir”(8).
Demek oluyor ki; İsmail Karagöz ve (eğer varsa) onun fikir öncülleri ve fikir ortakları, Ahzâb Sûresi’nin 37. ayetinde de zikredildiği üzere; Hz. Peygamber’in, evlatlığı Zeyd’in boşadığı eşi Zeynep ile evlenmesinden hareketle evlatlıklarla evlat edinenlerin de evlenebilecekleri sonucuna varmış bulunmaktadırlar. Bunun anlamı şudur; evlatlıklarla evlat edinenler birbirleriyle evlenebildikleri gibi, her iki taraf birbirlerinin usul ve füru ile de rahatlıkla evlenebilirler. Böyle olunca evlatlık ve evlat edinen tarafın eşleri de birbirleriyle ayrıca bunların usul ve füru ile rahatlıkla evlenebilirler. Bu durumda ortaya çıkacak muhtemel manzara şudur:
Evlatlık olan bir erkek, bir zamanlar anne dediği bir kadına (kendisini evlat edinen kadına veya kendisini evlat edinen erkeğin karısı olan kadına) karım diyecek, aynı durumdaki bir kadın ise bir zamanlar baba diye hitap ettiği bir erkeğe (kendisini evlat edinen erkeğe veya kendisini evlat edinen kadının kocası olan erkeğe) kocam demek durumunda kalacaktır. Bu karmaşa, çarpıklık ve çelişkiler, şüphesiz evlatlık ve evlat edinenin usul ve füruları açısından da yaşanacaktır.
Evlatlık ve evlat edinen açısından olmak üzere; erkekseniz, bir zamanlar bacı, abla, anneanne, babaanne, hala, teyze, yeğen, gelin ve torun nazarıyla baktığınız kadınlar birden karınız, yok eğer kadınsanız, bir zamanlar kardeş, ağabey, amca, dayı ve dede gözüyle görmüş olduğunuz erkekler birden kocanız oluverecektir! Bu konuda DİB. Din İşleri Yüksek Kurulu ve TDV. Mütevelli Heyeti Üyesi de olan Müfessir ve ulema İsmail Karagöz ve benzerleri tarafından yapılan yorumlar ve verilen fetvalar, aynen bu anlama gelmektedir.
Bu anlamdaki bir evlat edinmenin, evlat edinen açısından, taze, güzel, yakışıklı ve güçlü kuvvetli eş bulmak veya her türlü hizmetlerini gördürmek için ucuz iş gücü elde etmek, evlatlık açısından ise zengin eş, sığınacak bir sığınak bulmak ve mirasa konmak dışında başka bir amaca hizmet edemeyeceği açıktır. Bu durumdaki bir evlat edinmenin, insani olmaktan çok, maddi menfaatler ve dünyevi zevkleri tatmine yönelik olduğu aşikârdır…
Bir yandan “bir kere de olsa aynı anneyi emmek zorunda kaldıkları için birbirine süt kardeşi olanların evlenmeleri caiz değildir” diyeceksiniz, bir taraftan da uzun seneler evlat-baba veya evlat-anne ilişkisi yaşayan evlatlıkla evlat edinenlerin evlenmelerinin caiz olduğunu söyleyeceksiniz. Oysa dayandığınız delil sakat bir delildir. Çünkü en başta Hz. Peygamber evlatlığı ile değil, evlatlığının eşi ile evlenmiştir. Bu durum, bizzat evlatlıkla evlenmeye delil olur mu bilmem. Öte yandan değil evlatlıkla evlenme, evlatlığın eşiyle evlenmek bile cahiliye devri Araplarınca hoş görülmeyen ve haram kabul edilen bir durumdu. Bu konuyu isterseniz bizzat Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan öğrenelim. Şöyle diyor DİB:
“Cahiliye döneminde evlatlık, öz evlat gibi muamele görüyor ve öz evladın bütün haklarına sahip bulunuyordu. Geleneğe göre evlatlığın boşadığı hanımla evlenmek babalığa yasaktı. İslamiyet bu geleneği kaldırdı ve evlatlığı sadece din kardeşi olarak kabul etti. Evlatlığın boşadığı kadını nikâhlamayı manevi babalara helal kıldı. Hz. Peygamber, hem Zeyneb'in ve hem de akrabasının isteği üzerine onu nikâhladı…”(9).
Zaten müfessirler de Ahzâb Suresi’nin yukarıda bahsetmiş olduğumuz ayetlerinin, Arapların, Hz. Peygamber’in evlatlığı Zeyd’in dul eşi Zeynep'le evlenmek isteğini hoş karşılamamaları üzerine indiğini söylerler. Şimdi Müslüman olmayan ve tarafsız gözle bakma becerisi olan bir adama önce cahiliye devrindeki evlatlık anlayışını, arkasından da İsmail Karagöz gibi sözüm ona ehlisünnet âlimlerinin evlatlık anlayışını aktarın ve kıyaslamasını isteyin. Muhtemelen cahiliye devrinin evlatlık anlayışının çok daha insani olduğunu söyleyecektir size. Dolayısıyla, İslam’ı bu kadar örselemeye ve çağ dışı göstermeye hiç kimsenin hakkı ve salahiyeti yoktur. Elbette Diyanet’in ve Diyanet çalışanlarının da…
Öte yandan, Zeynep’in ağabeyi de olan Abdullah b. Cahş, hem Hz. Peygamber’in halasının oğlu ve akranı, hem en yakın arkadaşı, hem de en büyük siyasi destekçilerinden birisidir. Esasen Abdullah ve ailesi, Zeynep’i, baştan beri Hz. Peygamberle evlendirmek istiyorlardı. Yani Hz. Peygamber'le Cahş kızı Zeynep’in evlenmeleri konusunda aynı zamanda siyasal ve sosyal bir manevra vardır. Üstelik Diyanet’in cahiliye devri için anlattıklarında da evlatlıkla evlenilebileceğine dair herhangi bir bilgi yoktur. Doç. Dr. İsmail Karagöz, nasıl böyle bir neticeye vardı doğrusu bilmiyorum.
Bizim gibi adamların kanaatlerinin, dinî açıdan hiçbir öneminin olmadığını elbette kabul ediyoruz. Ancak merak edenler için söylemiş olalım. Bize göre; 1400 sene önce yaşanmış böyle bir olayın genel bir fetva ve uygulama hâline getirilmemesi, kişiye ve olaya özel bir uygulama şeklinde algılanmasında fayda vardır. Şahsen; insan neslinin tükenmekle karşı karşıya kalması gibi zorunlu sebepler olmadıkça böyle bir uygulamaya cevaz verilemez/verilmemelidir diye düşünüyorum. Hele hele insanlığın ulaştığı bugünkü medeniyet seviyesinde bu tür işler, olacak şey değildir. Sanki bütün Kur’an ayetlerinin hükmünü yerine getirdik de evlatlıklarla evlenme hükmü kaldı (ki; en azından yazımızda geçen ayetlerde böyle bir hüküm bulunmuyor. Başka ayetlerde var mı doğrusu onu da araştırmadım). İsmail Karagöz ve benzerleri mi? Hiç sormayın. Onlar işte bu türlü şeyleri yazarak ve konuşarak para kazanıyorlar ey halkım.
Üstelik onlar, Hz. Peygamber’in ölümünden sadece iki sene sonra müminlerin Emiri (Halife) olan Hz. Ömer’in, uygulanmasında zorluk olan ya da mevcut problemleri çözmekte yetersiz kalan bazı Kur’an ayetlerinin uygulanmasını geçici süre ile de olsa rafa kaldırdığını ve bunların yerine bizzat kendisinin hüküm koyduğunu bile bile yapıyorlar bütün bunları…
__________________
2- Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ, Sorumluluk ve Sorunları Açısından Aile ve Gençlik, s.46, TDV. Yayınları, 4. Baskı, Ankara, 2007.
3- bkz. http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dy/DiniBilgilerDetay.aspx?ID=1987,
4- Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, c.6, s. 65, Çelik-Şura Yayınları, İstanbul,1993.
5-Prof. Dr. Ali Özek ve arkadaşları, Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli, s. 417, TDV. Yayınları, Ankara, 1993.
6-İsmail Karagöz, age, 47.
7- age, s. 48.
8- Prof. Dr. Ali Özek ve arkadaşları, age, s. 422.
9- DİB Web Kütüphanesi, “Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı” başlıklı yazı, s, 12, http://www.diyanet.gov.tr/yayin/basiliyayin/yweboku.asp?sayfa=12&yid=28