Firavun’un Kulesi ve Tanrı’nın Heykeli Meselesi [Ömer Sağlam]


Makaleler, Nisan 2012'den beri redakte edilmemekte ve
eser sahibinin gönderdiği özgün hâlde yayınlanmaktadır.

Çocukluğumun geçtiği köyümüzde yaşadığımız uzun kış gecelerinde, bizlere hoşça vakit geçirtmek, eğlendirmek ve belki de bizi eğitmek isteyen rahmetli babam, bize birçok fıkra ve hikâye anlatırdı. O da muhtemelen kendi büyüklerinden duymuştu bu tür fıkra ve hikâyeleri. Fıkra ve hikâye dedimse, sanmayınız ki sıradan fıkra ve hikâyelerdi bunlar! Hemen tamamı kallavi anlatılardı bunların! Hemen hepsinde bir hikmet ve ibretlik yan vardı. Çünkü hikmetsiz laf etmezdi benim babam!
Meselâ, Yusuf’un kuyuya atılmasını, Musa’nın denizi yarmasını, balığın Yunus’u yutmasını, Eyyub’un yarasına kurtların düşmesini ve İbrahim’in, oğlu İsmail’i kurban etmesini ilk olarak babamdan dinlemişimdir ben. Bunun yanında Hz. Ali’nin cenklerini ve Kerbelâ hadisesini de anlatırdı babam. Hem anlatır hem ağlardı. Neden ağlardı bilemezdik ama galiba biraz da Bülent Arınç’a benzerdi babam. Tıpkı onun gibi çok kolay ağlardı! Yaş itibarıyla galiba yavaş yavaş bende de başlıyor bu tür ağlama nöbetleri…

Babamın anlattıkları arasında bana en ilginç gelen hikâyeler Firavun ile ilgili olanlarıydı. Zira Babama göre; Firavun, Tanrılık iddiasında bulunmakla birlikte bazen Musa’nın Tanrısı olan Allah ile de temas kurabilir, ondan yardım alabilirmiş. Babama göre; Allah, bazen Musa’yı ikaz edip uyarmak için, bazen Firavun karşısındaki başarısını büyük göstermek için, bazen de Firavun’u halkın gözünde değersizleştirip küçültmek için kendisine ilk başlarda ve tabiri caizse yem kabilinden küçük başarılar nasip eder, ancak arkasından kendisini büyük hüsrana uğratır, Musa karşısında büyük bir hezimet yaşatırmış.

Mısır Piramitleri Kur’an’da Geçiyor mu?
Babamın anlattığına göre; mesela Firavun’un atı sürekli düz yolda gider gibi yürürmüş! Bunun için yokuşlarda arka ayakları, inişlerde ön ayakları uzayarak at sürekli dengede gider, üzerindeki Firavun’u sarsmazmış!

Bir keresinde Firavun ile Musa, ileri sürdükleri iddiaların gerçekliğini ertesi gün halkın karşısında ispatlamak için sözleşmişler. Musa, “Nasıl olsa Allah benimle beraber” diyerek vurmuş kafayı yatmış aşağı. Sabaha kadar horul horul uyumuş! Firavun ise sabaha kadar kendine göre duâ etmiş. Uyumamak için de kendisini sakalından tavana asmış! Ertesi günü halkın önünde yapılan karşılaşmayı tabiatıyla Firavun kazanmış!  Bu başarısızlık üzerine kendisine sitemde bulunan Musa’ya Allah şöyle demiş: “Sen sabaha kadar yattın uyudun. Firavun ise sabaha kadar duâ etti. Onun için müsabakada onu galip getirdim. Ancak üzülme, çalışırsan sonunda sen galip geleceksin…”

Diğer bir keresinde ise Firavun Musa’ya çok sinirlenmiş ve onun tanrısı olan Allah’ı öldürerek, meseleyi kökünden halletmeye karar vermiş! Bunun için adamlarına yüksekçe bir kule yaptırmış. Kule inşaatı bitince çıkmış kulenin tepesine ve Musa’nın Allah’ını vurmak için yayını gerip, okunu fırlatmış gökyüzüne doğru. Allah bu azgın adamın giriştiği boşuna çabayı bilmesine rağmen, onca çabanın sonunda uğrayacağı hüsranı katmerlendirmeyi düşünmüş ve bu sebeple ona geçici bir sevinç yaşatmayı planlamış! Hemen meleklerine emir vererek onlardan Firavun’un okunun ucuna bir balık (belki de kuş) tutmalarını söylemiş. Melekler de verilen emri uygulamışlar. Haliyle Firavun’un oku balığa (ya da kuşa) temas ettiği için kanlanmış ve bu halde dönüp yere düşmüş. Bu durumu gören Firavun “Ey halkım, işte Musa’nın Allah’ını oklayıp öldürdüm. Bakın gökyüzüne fırlattığım okta kan var. Bundan sonra sizin için benden başka ilah yoktur” deyip ilahlık iddiasını ve Musa ile mücadelesini sürdürmeye devam etmiştir. Elbette en sonunda kazanan yine Musa olmuştur…

Bu tür halk anlatıları, muhtemelen Tevrat kaynaklı haberler etrafında İsrail oğulları tarafından uydurulan, sonra da İslam muhitlerine intikal eden asılsız rivayetlerdir. Yani İsrailiyat denilen şeylerdir. Ayrıca bu tür bilgiler, bazı Kur’an ayetlerinden hareketle Müslümanlar tarafından da uydurulmuş olabilir. Bizi bu şekilde düşünmeye iten ise, Kur’an-ı Kerim’de bulunan bazı bilgilerdir. Örneğin; Kur’an’da, Hz. Musa ile Firavun ve onun sihirbazları arasında halkın gözünün önünde yılanlar vasıtasıyla bir mücadele sergilendiği belirtilmektedir(bkz. K.Kerim, A’raf Sûresi, 7/106-120, Şuarâ Sûresi, 26/31-46). Dolayısıyla yukarıda Firavun’la ilgili olan ikinci anlatı, muhtemelen bu tür bilgiler çerçevesinde üretilmiş uydurmalardır.

Son anlatıya gelince; Kur’an’da bu anlatının dayandığı bazı bilgiler de bulunmaktadır. Örneğin Kur’an-ı Kerim’in 40’ıncı sûresi olan Mü’min Sûresi’nin 36 ve 37’inci ayetleri ile 28’inci sûre olan Kasas Sûresi’nin 38’inci ayetinde Firavun’un veziri Hâmân’dan, Musa’nın bahsetmiş olduğu Tanrıyı gözetlemek maksadıyla kendisi için bir kule yapmasını istediği belirtilmektedir. Böyle bir kule gerçekten yapıldı mı bilmiyoruz. Ancak Kur’an’da Firavun’un böyle bir emir verdiği söylendiğine göre böyle bir kulenin yapılması kuvvetle muhtemeldir.

Bu noktada herkesin aklına gelen şey, bizim aklımıza da gelmektedir. Acaba ünlü Mısır Piramitleri, Kur’an’da bahsi geçen ve Firavun’un emriyle Veziri Hâmân tarafından yaptırılan kule(ler)midir? Neden olmasın? Diğer tefsirlerde bu konuda herhangi bir bilgi var mıdır bilmiyorum. Ancak en son yayınlanan tefsirlerden birisi olan ve DİB tarafından yayınlanan “Kur’an Yolu” isimli tefsirde (Kasas ve Mü’min surelerinin konuya ilişkin ayetleriyle ilgili açıklamalarda) bu yönde bir ifade bulunmuyor. Oysa en azından bize göre; müfessirlerin, Kur’an’da Firavun’un yapılmasını emrettiği (ve yapılması kuvvetle muhtemel olan) kulelerle, Firavunlar tarafından inşa ettirildiği ilmen sabit olan ve günümüze kadar ayakta kalabilen piramitler arasında bir ilişki olabilir. Zira bu piramitler sırf mezar maksadıyla yapılmış olamazlar. En azından, yapıldığı zamanlarda birer uzay gözlem evi ve rasathane görevi de görmüş olmalıdırlar.

Allah'ın heykeli yapılabilir mi?
Ne kadar aptalca ve ne kadar ahmakça bir soru bu? Allah'ın heykeli hiç yapılabilir mi? diye homurdandığınızı duyar gibiyim. Evet, bence de Allah'ın heykeli yapılamaz. Çünkü İslam inancına göre; Allah zamandan ve mekândan münezzehtir. Yani zamana ve mekâna bağlı değildir. Aynı anda her yerde ve her zamandadır. Doğmamıştır, doğrulmamıştır. Eşi ve benzeri yoktur. İnsan gözüyle görülemez. E bu durumdaki bir varlığın resmini çizmek ve heykelini yapmak da herhalde mümkün değildir. Normal akıl sahipleri de zaten böyle düşünür ve böyle kabul eder.

Ancak gelin görün ki; insanoğlu zaman zaman Allah'ın heykelini yapmak veya resmini çizmek gibi aptallıklar ve ahmaklıklar yapabilmiştir. İşte insanoğlunun bu tür ahmaklıklara ve aptallıklara duçar olduğu zamanlarda Allah onlara acımış ve onları doğru yola sevk etmek için peygamberler (Resul ve Nebîler) göndermiş, onlar vasıtasıyla kitaplar dolusu emir ve nehiyler ulaştırmıştır insanlara.

"Allah'ın heykeli" konu edilince akıllara ilk gelen şeyler, put ve putperestlerdir. Çünkü putperestler de normal şartlarda Allah'a inanan insanlardı. Ancak bir farkla ki; onlar, Allah'ın varlığını kabul etmekle birlikte tıpkı yukarıda hakkında çeşitli anlatılar aktardığımız Firavun örneğinde olduğu gibi Allah'ı gözleriyle de görmek istiyorlardı. Göremeyince de, ya Allah'ı çeşitli şekillerde tasavvur ederek onu heykelleştiriyorlar, ya da yine tıpkı Firavun gibi kendilerini tanrı veya tanrının oğlu kabul ediyorlardı. Bunlarla yetinmiyorlar, bunu yönetmiş oldukları insanlara da dayatıyorlardı.

Örneğin Hz. Muhammed'in Peygamber olduğu sırada Mekke halkı Allah'ın yüzlerce heykelini yapacak kadar cehalet ve sapıklık içinde idiler. Her kabilenin bir Allah heykeli (putu) vardı. Ki; bu putlar o tarihlerde de "Allah'ın evi" olarak kutsal kabul edilen Kâbe'nin içinde muhafaza ediliyordu. Hz. Peygamber, M.630 yılında Mekke'yi fethedince Kâbe'de tam 360 Allah heykeliyle (putla) karşılaşmış ve onları elindeki sopayla bizzat yerlerinden devirerek kırmıştır.

Şimdi okuyucularımın zihinlerine şöyle bir soru gelebilir: Hz. Muhammed'in Peygamber olduğu sırada Mekke halkı Allah'a inanmıyorlardı. Onlar putlara tapıyorlardı. Bu yüzden putlara Allah'ın heykeli demek ne kadar doğrudur? Hayır; Mekke halkı, denildiği ve sanıldığı gibi o kadar da cahil bir halk değildi. Onlar belli bir medeniyete sahipti. Mekke, Arabistan'ın ticaret merkeziydi ve bir şehir devleti durumundaydı. Kendilerine özgü başkanları, bakanları, hükümet binaları, meclisleri ve bayrakları vardı. Hükümet binalarına “Dârünnedve” meclislerine “Onlar Meclisi” deniyordu. Bir nevi Bakanlar Kurulu da diyebileceğimiz bu mecliste Ömer b. Hattap Dış İşleri Bakanı’na, Halid b. Velid ise Savunma Bakanı veya Genel Kurmay Başkanı’na benzer bir görev ifa ediyorlardı.

En önemlisi de medeniyetin en önemli sembolü olan yazı kullanıyorlardı. Özellikle hitabet ve edebiyat sanatı çok gelişmişti. Şiir müsabakaları düzenleniyor, dereceye giren şiirler Kâbe'nin duvarlarına asılıyordu. Zaten Kur'an-ı Kerim'in, aynı zamanda bir edebî şah eser ve belagat örneği olarak indirilmiş olması, bu sebepledir. Yani ogüne kadar yazılan bütün şiirleri ve diğer edebi metinleri gölgede bırakacak ifadelerle gelmiştir Kur'an. Mesela Hz. Ömer, Müslüman olmazdan önce, kadınlarının bile okuma yazma bildikleri Benû Adî kabilesine mensuptu(bkz. Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, c,1,s, 103, İrfan Yayınları, İst.2003 ).

Özetle; Hz. Peygamber'e risalet verildiği yıllarda bile Araplar belli bir medeniyet seviyesine sahiplerdi ve Allah'a inanıyorlardı. Bunlardan bir grup Hz. İbrahim'in tevhid dini (Tek tanrısı Allah olan) olan "Hanif" dinine inanırken, büyükçe bir bölümü Allah'a inanmakla birlikte Allah'ı çeşitli şekillerde tasavvur ederek O'nu heykelleştirip putlarını yapıyor ve Allah'a ibadet ederken kendi yaptıkları putları Allah'a ulaşmada aracı ve ortak kılıyorlardı. Bu yüzden de onlara "Allah'a şirk koşan" anlamında "Müşrik" deniyordu. Şüphesiz içlerinde tamamıyla dinsiz olanlar da varmıştır.

Aslında birer Putperest olan, yani bir anlamda Allah'ı heykelleştirerek bu heykelleri Allah'a ulaşmada vasıta kıldıkları için Müşrik olarak nitelendirilen insanların da Allah'ı kabul edip ona inandıklarını gösteren en önemli delillerden birisi de o dönem Araplarınca kullanılan isimlerdir. Örneğin "Allah'ın kulu" anlamına gelen "Abdullah" ve Allah'ın bir başka sıfatı veya ismi olan "Rahman" isminden hareketle "Rahmanın kulu" anlamına gelen "Abdurrahman" ismi cahiliye dönemi Arapları tarafından, yani Müşrik Araplarınca da kullanılan isimlerdi. Örneğin Hz. Peygamber'in, henüz o doğmadan ölen babasının adı Abdullah'tır. Ayrıca çocukluktan beri en yakın arkadaşlarından birisi ve aynı zamanda halasının oğlu ve kayınbiraderi olan Sahabenin adı da Abdullah'tır; Abdullah b. Cahş(ö.624). Bunun yanında Hz. Peygamber'in yakın arkadaşlarından birisi olup, 629 yılında Bizans ile yapılan Mute harbinde şehit düşen şair ruhlu komutanının adı da Abdullah'tır; Abdullah b. Revaha(ö.629).

Bunların yanında; Hz. Peygamber'in Abdullah b. Mesut(ö.653), Abdurrahman b. Avf  gibi İslam'a büyük hizmetleri dokunmuş, ancak isimlerini İslam öncesi dönemlerde almış ünlü arkadaşları da bulunmaktadır ki; bunlardan Abdurrahman b.Avf, Aşere-i Mübeşşere (sağlıklarında cennetle müjdelenen on kişi’den birisidir(d.590-ö.652). İşin ilginci; aslında Medine Yahudilerinden olup daha sonra İslamiyet'i kabul etmiş bir sahabi daha vardır. İsmi Abdullah b. Selam'dır bu âlim zatın(ö.664). Bunun yanında Hz. Peygamber'in ve Müslümanların başına bela olmuş münafıklar arasında da aynı isimleri taşıyanlar vardır ki; bunlardan birisi de münafıkların reisi olan Abdullah b. Sebe b. Selül'dür. 

Özetle; İslamiyet öncesi Arapları da Allah'a inanıyorlardı. Ancak onlardan bir kısmı her nedense aptallık ve ahmaklık göstererek Allah'ı putlaştırıyorlar ve O'nun heykelini yapıyorlardı.

Akyurt şehitler Anıtı
Bu netameli konuya nereden bulaştığıma gelince; geçenlerde bayram münasebetiyle yaşlı anamın elini öpmek ve ölmüşlerimizin mezarında hiç olmazsa birer Fatiha okumak için memleketim olan Çankırı'ya gidip geldim. Bu yolculuk sırasında dikkatimi çeken en ilginç görüntü, Ankara'nın Akyurt ilçesinin Ankara girişine kondurulan bir anıt olmuştur.  Sözüm ona "Şehitler Anıtı" olarak yapılan anıt, nedense bana pek garip gelmiştir. Sayın Başbakan'ın Kars'taki "İnsanlık Anıtı" için kullanmış olduğu "Ucube" sıfatını kullanmak istemiyorum ama Akyurt'taki anıt da bence Kars'taki anıttan aşağı kalmamaktadır ilginçlikte. Bu sene yapıldığı anlaşılan 20 metre yüksekliğindeki anıt, öyle karmaşık, öyle çapraşıktır ki; ne anlama geldiğini anlayana aşk olsun. Zaten kolayca anlaşılmadığı için de ne anlama geldiğini uzun uzun yazmışlar dibindeki mermer levhaya.

Anıtta en çok dikkati çeken nokta, anıtın en tepe noktasındaki beyaz renkli Hilallerin içine yazılan siyah renkli Arapça "Allah" lafızları olmuştur. Ne yalan söyleyeyim; ilk gördüğümde aklıma gelen düşünce; "Akyurtlular (hâşâ) Allah'ın heykelini yapmışlar!" oldu. Yan taraftaki taşlarda bulunan birkaç şehit künyesi de olmasa bu anıtın "Şehitler Anıtı" olduğuna hiç kimse inanmaz. Anıtın tepe noktasına yerleştirilen "Allah" lafızları, orada yazılan kitabeye göre "Şehitlerin Allah'a yükseldiğine" işaret ediyormuş! Yani Akyurtlular, şehitlerin Allah’ın katına yükseldiğine ve onun nimetlerine mazhar olduğuna ilişkin âyet ve hadislerle yetinmemişler, bu olayı bir de heykelle anlatma çabasına girişmişlerdir! Daha da önemlisi, Âli İmrân Sûresi’nin 169 ve 170’inci ayetlerinde geçenleri, şehitlerin (Allah’ın yerleşkesinin bulunduğu) göklere yükselmeleri şeklinde yorumlamışlardır!

Olacak şey değil! Bunca gösterişli anıt için çarçur edilen paralar bir yana, bana göre; böyle gösterişli bir anıt, en başta şehitlere ve Allah’a saygısızlıktır. En tehlikelisi de, Allah’ın göklerde olduğunu iddia ederek, O’na mekân izafe etmektir ki; böyle bir düşünce, Allah korusun insanı küfre bile götürür! Zira İslam inancına (elbette umum müfessirlere) göre; Allah zamandan ve mekândan münezzehtir. Zamanla ve mekânla sınırlı olanlar, ancak yaratılmış varlıklardır(bkz. Kur’an Yolu, Türkçe Meâl ve Tefsir, c, 5, s, 422, DİB Yayını, 2008, Ankara). Kur’an’a göre; Allah, doğmamıştır, doğrulmamıştır(bzk.İhlâs Sûresi). Oysa doğmak ve doğurmak/doğrulmak, başı ve sonu olan iş ve eylemlerdir ve bu tür eylemler için uygun mekânların bulunması zorunludur. Karar, Akyurt halkının ve elbette okuyucularımızındır.



Ömer Sağlam


  • ALINTI YAPMAK İÇİN

    • Yazarlarımızın makaleleri ve Sayın Günay Tulun'a ait şiirlerin, "Radyo-TV ile diğer basın ve yayın organlarında" yayım ilkesi: Önceden haber verme, eserin aslına sadık kalma, eser sahibiyle alıntının yapıldığı yer adlarını anlaşılır bir açıklıkla belirtmektir. Yayın öncesi bildirim imkânının bulunamadığı aniden gelişen durumlardaysa nezaket gereği, [sessizliginsesi.tr@gmail.com] adresine yayın sonrası bilgi gönderilmesini rica eder; tüm yayınlarınızın başarılı geçmesini dileriz.
  • ESER EKLEMEK İÇİN

    • "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm basılı ya da dijital yayın sayfalarında halkımızın geniş dünya ilgisine uygun olarak her türlü konuya yer verilmiştir. Yayınlanan fotoğrafların büyük bir kısmı "Kadim Okurlarımız" tarafından gönderilmiştir. Fotoğraf ve çizgi resimlerde "İlişkinlik-Telif Hakkı" konusunda tereddüt oluştuğunda bu eserleri yayından çekme hakkımız saklıdır. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm gazete, dergi, site, blog gibi yayın araçlarında yayınlanan makale ve diğer yazı türleriyle fotoğraf, resim, yorum gibi her türlü eserin; üçüncü şahıs, kurum ve kuruluşlara karşı her türlü sorumluluğu, bu eserlerin sahibi olan yazar, gönderici ve ekleyicilerine aittir. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"nun yayın organlarına kayıt edilen ya da kaydedilmek üzere gönderilen eserlerin, telif hakları konusunda problemsiz olmaları önemli ve gereklidir. Yayın Kurulu, gönderilen eserleri yayınlamaktan vazgeçebileceği gibi, dilediği yayın organlarından birinde ya da hepsinde aynı anda ya da değişik zamanlarda yayınlayabilir, yayınlamak isteyen üçüncü şahıslara, tüzel kişiliklere ve kurumlara onay verebilir ya da onlar tarafından yayınlanmasını engelleyebilir. Yalnız şu unutulmamalıdır ki bu eserler, okura saygı kuralı gereği Türkçe kurallarına uygun olmalıdır. Yazılar yayınlandıktan sonra, yazar ya da ekleyicisi; istifa, uzaklaştırılma, çıkarılma dâhil herhangi bir nedenle yazı göndermesi sonlandırılmış olsa dahi "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu Yayın Kurulları"nın oy birliği içeren onay kararı olmadan eserlerinin kayıtlarımızdan ihracını isteyemez, istediği takdirde bunun reddedileceğini en baştan bilmelidir. Gönderici ve yazarlarımızın bu konuya önceden dikkat etmeleri, ileride ihtilaf doğmaması için baştan eser göndermemeleri gerekmektedir. Yayın organlarımıza ekleme yapanlar, bu konudaki sorumluluklarını okumuş ve kabul etmiş sayılacaklardır. Uzun süre yazı göndermeyen ya da yazmayı bırakan köşe yazarlarımızın o güne kadar gönderdikleri tüm yazılar "Konuk Yazarlar" bölümüne aktarılarak yeniden yazı göndermeye başladığı güne kadar köşesi kapatılır. Köşeyi kapama ya da kapatılan köşeyi açıp açmama konusunda karar sahibi, "Sessizliğin Sesi Grubu" ile "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"dur. İhtilaf durumunda, İstanbul'un Kadıköy Mahkemeleri yetkilidir.
  • YORUM YAZMAK İÇİN

    Sayın Okurlarımız: Yorumlarınızı; Grubumuza ait "Google, Yahoo, Mynet, Hotmail, TurTc " ve diğer posta adreslerimize göndermek yerine, "Yorum bölümü açık olan sitelerimiz"deki; yorum yazmak istediğiniz yazının alt kısmında yer alan "Yorum", "Yorum Yapın", "Yorum Yaz" veya "Yorum Gönder" tuşlarını kullanarak doğrudan kaydetme olanağınız bulunmaktadır. Yazacağınız yorumlarınızın; gecikmeksizin, anında yayına girmesini dilerseniz bu yolu tercih etmenizi, saygılarımızla öneririz.

TÜM SİTEYİ DİLDEN DİLE ÇEVİRMEK İÇİN, "DİLİ SEÇİN"İ TIKLAYIN