HAYAL Mİ GERÇEK Mİ?
Edirneli bir dost, bu sabah, Facebook üzerinden gönderdiği bir mesajda "Hayalin gerçek oluyor" demiş ve açıklamış.
|
Edirne'de yine bir taşkın fotoğrafı-Karaağaç Yolu sular altında |
Meriç Nehri'nin temizlenmesiyle ilgili olarak, yirmi beş yıl önce kendisine anlattığım metodun çok benzerini bir gazetede okumuş. Bayram öncesinin telaşıyla hangi gazetede okuduğunu hatırlamıyor ama "Tarif ettiğin gibi bir gemiyle Meriç yatağı temizlenecekmiş" diyor ve kendisine anlattığım metodu, "Şöyle demiştin, böyle demiştin" diye hiç eksiksiz bana anlatıyor.
Okurken o günlere gittim, birden.
ÖYLE BİR ZAMANMIŞ Kİ HAYALİNE BİLE CİHAN DEĞMİŞ
O günlerde, bir yabancı dergide; birbirinden güzel yalı resimleri görmüştüm.
Rıhtımları, neredeyse suyla aynı seviyedeydi.
Binaları; bugünün kişiliksiz, seri üretim inşaat tarzından çok farklıydı.
Hepsinin, kendilerine özgü kişilikleri olduğu o kadar açıktı ki!
Başka bir zamandan kopup, derginin sayfaları arasına karışmış gibiydiler.
Oldum olası kişilikli binalara hayranımdır. Bu yüzden, fotoğrafların üzerinden uzunca bir süre ayıramamıştım gözlerimi. O kadar güzeldiler ki!..
Neden sonra, nerede olduklarını okumak için fotoğraflara eşlik eden yazıya bakınca…
Evet O günlerde Edirne’deydim ve dergideki o yalıların da Edirne’deki "Maritza Rivière"de olduğu yazılıydı. Anlayacağınız; Meriç nehri üzerindeydi hepsi…
Yazının içinde tarihte vardı ama değinmek istediğim asıl konu farklı olduğu için, onları bir yana bırakarak devam ediyorum.
BULGAR'IN YAPTIĞINI
Bilirsiniz birçok ırmağımızın derinliği gelen alüvyonlu toprak nedeniyle her geçen yıl biraz daha azalmaktadır. Meriç gibi…
Meriç üzerine kondurulmuş Bulgar barajlarının, kapakları açıldığı ya da Edirne’ye düşen yağmurların aşırılaştığı dönemlerde, bu derinlik azalmasının nelere mal olduğunu görürüz.
Görürüz dediğim bu şey, bir felaket ve o felaketin adı da seldir.
İşte, az önce sözünü ettiğim o güzelim Edirne yalılarının hatıralardan bile silinmesine neden olan da bu sellerdir. Yalnız o yalıların mı?
Tarihî camileri unuttuğum sanılmasın.
Nehrin yatağı dışına çıkmaması için, birçok yerde, her iki kıyısına setler yapılmıştır.
Sel çılgınlaştığı zaman, halkın hâlâ eski dille sedde olarak adlandırdığı bu engeller, Edirnelilerin tabiriyle patlar ve aralarından yıldırım hızıyla geçen su; ekili alanları, işlikleri ve evleri basar.
Manevi zararına mı ağlarsın, maddisine mi?
Tüm emekler, bir çırpıda, sele kapılıp gider.
Eğer can kaybı olmadıysa geriye; onarılacak binalar, karşısına geçip dövünülecek bahçeler, ekinlerinin onulmaz hâle düştüğü tarlalar ve kırık kalpler kalır.
BİZE NANİK
İkide bir Bulgarlarla “Su kapaklarını habersiz açmamaları” için protokol yapılır. Bulgarlar bu haberleşmeye genelde kapakları açtıktan sonra harfiyen uyarlar. Haber yetkililerimize ulaştığında, sular da Edirne’ye ulaşmış, hatta Edirne'yi de aşıp Ege'ye doğru yola çıkmıştır bile… Bulgarların bahaneleri de hazırdır ve neredeyse hep aynıdır:
- “Komsu, su emanzezik bolza gelıverdi, salmıyasak barazı attırazagdı he vala!”
Yunanistan’a gelince…
Onlar işin gırgırında, sıkıştıkları anlardaysa dırdırındadır.
Yani hayır gelmez, onulmaz vakadır Yunan tarafı… At pisliklerinden arpa ayıklayan tavuklar gibi; başkalarının başına gelen her beladan, kendilerine arpalık yapmaya kalkarlar.
BİZE PLAN DEĞİL PİLAV LAZIM
Meriç Havzası içinde on üç baraj vardır ve bunların tamamı Bulgaristan’dadır. Yapımı planlananlarınsa biri onlarda diğeriyse bizdeki Suakacağı yöresinde ve de Tunca üzerindedir.
Bizdeki dediğim, yıllardır planlana planlana, Süleyman Demirel’in o ünlü ve gereksiz sözü “Bize plan değil, pilav lazımı” boş sözler arasından çıkarıp vecize hâline getirmek üzeredir.”
Mucize olur da baraj gerçekten inşa edilirse adının, “Suakacağı Sanal Barajı” olmasından korkarım.
ŞAŞKIN BUNUN ADI TAŞKIN
Küresel ısınma tabirinin sıkça duyulduğu günden bu yana, Edirne’deki su taşkınları artmakta ve yukarıdaki faktörlerin art arda dizilmesi sonucunda da bu işten bir tek Türkiye zararlı çıkmaktadır. Küresel bela devam ettiğine, bilimcilere göre daha da devam edeceğine göre, bu sellerle daha çok karşılaşacağımız anlaşılıyor.
Meriç’i ilk gördüğümde dile getirdiğim, karşılaştığım ilk selde de tekrarladığım bir çare vardı. Bunu Devlet Su İşleri’nde çalışan yetkililere açtığımda bıyık altından güldüklerini çok iyi hatırlıyorum.
Hepsi mühendis ya, hepsi sucu ya! Çok anlarlar bu işten…
İlla su koyacaklar yani…
HAZİNE
Onlara şunu anlatmıştım.
Edirne’yi tanımaya başladığım ilk günlerden beri, “Bir zamanlar Meriç’te, ticaret ve yolcu taşıtlarının çalıştığını, şu anda çoğu yükselen yatağın altında kalmış birçok iskele olduğunu” dinleyip durdum. Hatta, İstanbul Haliç’te yattığı söylenen; hiç yaşamamış Bizans'a" ait hazineyle eş temalı şehir efsanesinin, Meriç’te de yaşatıldığına tanık oldum.
"Meriç'in dibinde çil çil altın sandıkları yatıyor"muş.
Bir efsane de Japonlar üstüneydi.
Efendim, “Uyanık Japonlar”, Meriç’in kumunun kendilerine verilmesi karşılığında temizliği bedava yapacaklarmış da bizimkiler buna, o hazine nedeniyle “Hayır!” demişler.
Demek ki halkın kafasında da yatağın temizlenmesi fikri yer etmiş.
ÇARE
Bu konuda, Japon’a ya da bir başkasına ihtiyacımız yok.
Size 1970 ve 1980'lerde İstanbul’da gördüğüm bir uygulamayı anlatayım.
Herkesin, “Tarak Gemisi” adıyla tanımladığı, altı diğerlerine göre daha düz bir gemi, "Fenerbahçe Burnu" açıklarında demirlemişti. Bazen sondaj motoru bazen de fore kazık çakan araçlar gibi sesler çıkarır, denizden sürekli kum çeker; fazla yakından geçen teknelerdeki insanları, sağanak yağmura tutulmuş gibi ıslatırdı.
Alçak küpeştesine halat atmış kum motorlarıysa çıkanları taşımak için sıra beklerdi.
Bir zamanlar; oralarda balık tuttuğum, kürek çektiğim, yüzdüğüm, daldığım için rahatlıkla söyleyebilirim ki derinlik çok artmıştı. Hatta yapılan bir dedikoduya göre Fenerbahçe feneri bu aşırı kum çekimi yüzünden denize kayacakmışmış da o yüzden bu kum alımları durdurulmuş. Bir başkasına göreyse kum alımı kaçak olarak yapılıyormuş da sonunda uyanan bir yetkili tarafından yasaklanmış.
Bu arada balık yuvaları da yok edilmiş olduğundan, o bölgede uzunca bir süre balıkçılığa veda edildi.
Sonraki yıllarda teknelerine taktıkları çeşitli makine ve aparatla aynı metodu sürdüren bir sürü taka gördüm.
Gürül gürül kum çekiyorlardı.
İşte o tür teknelerle bu kum rahatça temizlenir. Hatta tekneye bile gerek yok kıyıdan uzatılan geniş çaplı emicilerle bu iş hallolur.
Toplanan kumlar da paraya dönüştürülüp Edirne'nin ihyasına katkı yapar.
Hazineyle ilgili efsaneler de gerçek çıkarsa gel keyfim gel.
BİRLİKTE ARINALIM
Yapılacak bir iş daha var.
Su sınırlarımızdan içeri girdiği anda selle gelebilecek kütük, moloz gibi materyalleri tutacak bir sistem ve suyu temizleyecek bir arıtma tesisi…
Bulgarların, suyu özellikle kirlettiği yolunda bazı veriler vardı o dönem.
Bulgar ve Yunan'da böyle bir hastalık var zaten…
Onlar başkası yararlanmasın diye kirletir. Bizse kendimiz yararlanmayalım diye…
Sonuçta en büyük kazanç; suyun yatağındaki zeminin yükseltilmesi sonucu taşkınların azaltılması, mümkün mertebe arıtılan suyun tarımsal sulamaya aktarılması, Meriç çevresinde var olan gazinolara plajların da eklenerek halkın hizmetine sunulması…
Çeltikçi, vasıflarına kavuşmuş su kullanacak; tüketici, kimyasal atık içermeyen pirince kavuşacak…
Bataklık kokan nehir balıkları yerine balık balık kokan bir balık yemek istemez mi insan?
Ne oldu Meriç’in o ünlü yayın balıklarına?
Nereye gittiler acaba?
NEDEN SYLVİE'NİN IRMAĞI?
Biraz ucuz bir erteleme oldu ama Neden Sylvie'nin Irmağı olduğunu, gelecek yazılardan birinde konuşsak darılmazsınız değil mi? Yazıldığı hâlde, "Sessizliğin Sesi"yle "Yazarlar ve Ozanlar"da yayına girmek için sıra bekleyen diğer yazılara ayıp olacak yoksa...
Günay Tulun