Ülke gündemine zaman zaman öyle bir konu düşüyor ki, başka her şeyi bir yana koyup günlerce onunla yaşıyoruz. Son günlerin konusu malum; yeni yasa taslağı olarak, Meclis’te bunu tartışıp, gerek medyada ve gerekse kendi aramızda oturup kalkıp yine onu, yani zinayı konuşuyoruz. Konu, bir yanıyla da Avrupa Birliği'ni ilgilendiriyor. Biz de sezonun ilk yazısına, içinde zinanın da yer aldığı ancak bu kadarla sınırlı kalmayıp daha geniş bir konu olan fuhuşla başlayacağız.
Birbirlerine yakınlığı bulunan her iki kavramın adı Arapçadan gelmektedirler. Ancak fuhuş dediğimizin aslı “fuhş”tur; Türkler, bunu dillerine uydurup fuhuş demişlerdir. Fuhuş, bir yanıyla aşırılık, azgınlık ve taşkınlık demektir. Diğer yanıysa, zinayı da içinde alan ahlak ve kural dışı geniş kapsamlı cinsel olgudur. Fuhuş, bir bakıma insanın hayvansal yanını ortaya koymaktadır. Hayvansal dürtüsüyle buradan kaynaklanan cinsel ihtiyacına gem vuramayan insanın, bunun doyumunu kural dışına çıkarması fuhşu doğurmaktadır. Fuhuş, tarihin en eski mesleği olarak nitelenir. Mesleği doğuran ihtiyaçlardır. Bu da demektir ki, insan olarak, her şeyden önce de canlı olarak fıtrat ve tabiatımızda var olan dürtülerle eğilimler, sonuçta böyle bir mesleği ortaya koymuşlardır.
Fuhuşla zinaya her ülke ve toplum farklı bakabilmekte iseler bile, bunlar, istisnaları dışında genellikle kabul ve tasvip görmeyen davranışlar olmuşlardır ve hâlâ da olmaktadırlar. İnsanın bulunduğu yerde fuhuş da vardır. Günümüz dünyasının gelişmiş toplumlarıyla, güney doğu Asya’daki bazı fakir ülkelerde, fuhşun her türlü çeşidiyle ve rahatlıkla icra edildiği bilinmektedir. Ancak sanılmamalıdır ki, bu toplum ve ülkeler fuhşa ve bunun içindeki zinaya kalben izin verip, hoşgörüyle bakmaktadırlar. Peki de "Ya bu durum ne ola ki?" diye düşünülürse. Toplumların, aslında kabul etmeyip istemedikleri, ancak, birden çok sebeplerle önünde duramayıp katlanmak zorunda kaldıkları olgudur, denilebilecektir.
Yukarıda istisnalar demiştik. Tarihte, fuhşun ibadet şeklini aldığı dönemler olmuştur. İlahî dediğimiz Musevilik, Hristiyanlık ve İslamiyet dinlerinden önceki dönemlerde, Babil, Hint, Sümer ve Yahudi tapınaklarında din çerçevesinde ve açıkça fuhuş yapılırdı. Bunu, benliğin tanrıya feda ve kurban edilmesi olarak mütalaa ederlerdi. Biri diğerinin devamı niteliğindeki ilahî dinlerdeyse, ele alınmış ahlak konuları arasında fuhuş önemli bir yer tutmaktadır. İlahî dinler fuhşu reddederek, getirdikleri birtakım yasaklarla bununla savaşmışlardır. Hristiyanlık bu konuda o derecede ileriye gitmiştir ki, bazı din görevlilerinin evlenmelerini bile önleyip cinselliği de yasaklamıştır! Hristiyanlık, bununla birlikte, Ortaçağ başlarında fuhuşla savaşında epey bir başarılı olup, bunu en alt düzeyine indirebilmiştir. Şu var ki, fuhuş hiçbir zaman tamamen önlenememiştir. Onunla bu kadar mücadele eden Hristiyanlık da sonunda pes ederek, fuhşu kaçınılmaz ve hatta “gerekli kötülük” gibi bir bakış açısıyla izah etmek zorunda kalmıştır! Hristiyanlığın Latin kökenli azizlerinden Aquinolu Thomasso’yla Aurelius Augustinus’un fuhuşla zina üzerine ciddi çaba ve çalışmaları bilinmektedir. Fuhuş, İslamiyet’te de reddedilip yasak kılınmış ve bir cezaya bağlanmıştır. Buna değinen Kur’an’ın Nûr sûresi, zina yaptığı tespit olunan erkek ve kadının, yüz değnek vurularak ibret olsun diye herkesin içinde dövülmesini buyurmaktadır. Ancak İslam, zinanın bir iddia ve isnattan öteye geçerek, ispatlı ve gerçek olmasını, dört sağlam görgü şahidinin ifadesine bağlamıştır. Hatta bu dört şâhitten ötesi de vardır! Çağ dışı kalmış bazı İslam ülkelerinde, zina yapana bugün bile uygulanan ve recim (recm) denilen, yarı bele kadar yere gömerek taşa tutup öldürme cezası ise, aslında Kur’an’da yoktur.
Fuhşun istinai şekline bir daha dönelim. Fuhuş, geçmişin bazı ilkel toplumlarında (Arap ve diğer Orta Doğu kavimleri) normal bir sektör olarak görülürdü. Babalar kızlarını, kocalar eşlerini pazarlayabilirlerdi! Bazılarıysa işin içine tanrıları sokuyor, fuhşun onunla birleşmeyi sağladığını düşünüyorlardı! Gene eski Orta Doğu ve eski Yunan’da bir de erkekler arası fuhuş vardı ki, yaradılış esprisine de aykırı düştüğü cihetle daha çirkin ve daha iğrençti. Adları günümüze kadar gelen bir çok anlı şanlı Yunanlı bu fuhşa bulaşmışlardı! Ünlü Sokrat’a isnat edilen ve onu ölüme götüren iki suçtan biri gençlerin ahlakını bozmaktı. Eski toplumlardan bahsederken, Türklere de değinelim. Eski Türklerde fuhuş olmadığını söylemek mümkündür. Seyrek olarak rastlanan bu kabil olaylarsa büyük ayıp olarak nitelenir, failleri aforoz gibi bir durumla karşılaşırlardı. Ayrıca eylem cezasız da kalmazdı. Türklerin, İran üstünden Orta Doğu’ya gelmeleriyle yaygın fuhuşla da tanıştıkları anlaşılmaktadır. İslam’ın Şia mezhebini yaşayan İran’da, fuhşa karşı hâlâ da uygulanan müta diye bir nikâh şekli vardır. Bu uygulamada, erkekler, anlaştıkları bir kadınla belli süre için nikâh yapabilmektedirler. Süreye karşılık, erkek kadına kira gibi bir bedel ödemektedir! Şia anlayışında, böyle bir nikâh ve bunun uygulamasıyla fuhuş önlenmekteymiş!
Osmanlı devrinde, yüksek ve varlıklı sınıfların hem dörde kadar eşleri ve hem de çok sayıda odalıkları olabilirdi. Halkın evlilikleriyse erken yaşlarda yapılırdı. Bunlar fuhşu bir ölçüde sınırlı tutabilmişlerdir. Öte yandan, aynı devirde erkek çocuklarına yönelme görülmektedir ki, dünyada başka bir örneği olmamak üzere şehrengiz diye bunun bir de edebiyatı yapılmıştır!
Fuhuş deyince, yakın zamana kadar geçerli olan bir Eskimo geleneği de akla gelmektedir. Bugün de devam edip etmediğini bilemediğimiz bir olguysa, Eskimo erkeklerinin evlerine misafir olan erkeğe eşlerini ikram etmeleridir! Bunun daha ilgi çekici yanı şudur ki, misafirin ikramı reddetmesi hakaret sayılmaktadır! Fakat, böylesi bir davranışın fuhşa mı girdiği, yoksa bunun adının başka bir şey mi olduğu hususunda karar vermek doğrusu zor olacaktır!
Özetlediğimiz bütün bunlar ve daha nicesinin gösterdiği, insanın olduğu yerde fuhşun da var olabileceği gerçeğidir. Varlıkları Milattan öncesine giden genelevlerle bunun benzeri bugünkü diğerlerinin ortaya çıkması, başa çıkılamayan fuhşu, denetim altına koymak, cinsel hastalıkları önlemek kaygısıdır. Ülkemizin ilk genelevleri, 1850’den sonra İst.-Galata’da açılmıştır. Evlerin sermayeleri arasında başlangıçta Türk ve İslam kadınları yer almamışlardır. Ne var ki, bu sırada kaçak çalışan evler olmuştur ve onların sermayelerini bilmek mümkün değildir. Fuhşun, Türk ve İslam kadınları için resmiyet kazanması süreci 1914’te başlayıp 1918’de kesinleşmiştir.
İstisnaları dikkate almazsak, fuhşun bir yanı da ekonomiktir. Fuhuş, refah ve sefalet toplumlarında daha fazla görülmektedir. Olaya ekonomik gözle bakılınca... Çağımız batı toplumlarında, kadınla erkeğin nikâhsız buluşmasında maddi çıkar söz konusu değilse, “iki gönül bir olunca...” denilip, böyle bir davranış fuhuştan sayılmamaktadır. Laf aramızda, Avrupa Birliği de bunu böyle düşünmektedir!
Mete Esin