Arda, Rodop dağlarından çıkarak hemen Edirne yakınında Meriç'e karışır. Bu noktadaki uzunluğu, kolları dışında iki-yüzyirmi kilometredir. Adı, Edirne'yle birlikte anılmasına rağmen, çok az kişi tarafından görülmüştür. Zâten son bir kaç yüz metresi, o da yalnız bir kıyısıyla topraklarımızdan akar. Kaynak bir kitaba göre, Arda'nın bilinen ilk adı da Arda'ymış. Gene bu kaynak, Arda sözünün, akar-su ve pınar anlamlarına geldiğini bildirmektedir. Arda adının ilk söylenişinden bu yana, târih içinde alfabetik sıra ile şöyle yazıldığını tâkip etmişizdir: Adra, Ardeskos, Ardiensem, Arpessus, Artabos, Artake, Artakos, Arte, Arteskos, Artikos, Artiskos, Harpessus. Burada dikkat edilecek olursa, bunların hepsi Arda adının çeşitlemeleri olarak görüleceklerdir. Arda, sapa bir yerde kalmakla Edirne'nin hayatına pek fazla karışmamış, folklorunda ve bunun geniş mânâsıyla kültüründe fazla bir yer tutmamıştır.
Üç nehrin en büyüğü Meriç, Edirne târihinde ikinci derecede bir rol oynamıştır. Meriç, gene Rodop dağ silsilesinden (en yüksek tepe olan Rila yamaçlarından) doğar. Enez'de Ege'ye ulaşırken bir delta çizer. Buralarda, kolları hâriç dörtyüzdoksan kilometre uzunluğa erişir. Bu uzunluğun ikiyüzden fazlası Türk-Yunan sınırını oluşturur. Bugün üstündeki taş köprü yerinde, Murat Hüdâvendigâr döneminde yapıldığı söylenen ahşap bir asma köprü bilinir. Bu köprü, II.Mahmut'un Edirne'yi ziyâret ettiği bir sırada çökmüş, suya dökülenlerden bâzıları boğulmuşlardır. Duruma çok üzülen II.Mahmut, bugünkü köprünün yapılması emrini vermiştir. Ne var ki, bu arada ölmüş ve köprüyü görememiştir. İnşaat, daha sonra Kendisi yerine tahta çıkan oğlu I. Abdülmecit eliyle tamamlatılacaktır. Köprü'ye bu yüzden, uzun bir süre Mecidiye Köprüsü denilecektir. Edirne taş köprülerinin en büyüğü budur. Lozan'daki anlaşmanın ilk şeklinde, Türk-Yunan sınırı Meriç Köprüsünün tam ortasından geçmekteydi. Bugünkü Karaağaç toprağıyla Köprü'nün Yunan’daki yarısı, anlaşmaya daha sonra eklenen bir maddeyle savaş tazmînatı olarak Türkiye'ye bırakılmışlardır. Meriç üstünde, Osmanlı dönemi ve ondan öncelerinde nehir taşımacılığı yapıldığı bilinmektedir. Yakın Ege adalarıyla Edirne arasındaki taşımacılığın belgeleri bulunmaktadır. Köprü'nün iki yakasında hâlen de görülen taş rıhtımlar da, Osmanlı dönemi ve öncesinindeki nehrin limanlarıymışlar. 1361'de, Edirne'nin Türkler'ce alındığı günün gecesi, zamânın Bizans Edirne tekfuru Meriç nehir yoluyla Enez'e kaçmıştır.
Meriç'i de, târihi boyunca alfabetik sırayla şu adlar altında görmekteyiz: Ebro, Ebros, Ebru, Ebrus, Evru, Hebros, Hebrus, Marica, Marisu, Maritza, Maritze. Bilgi kaynaklarımızdan öğrendiğimize göre, bunların içinde, Meriç adını çağrıştıranlardan önceki yedisi, gür su anlamına gelen abra sözünden türemişlermiş.
Böylece Tunca'ya geliyoruz. Edirne'yle en çok haşr'olan Tunca Balkan dağlarından kaynar. Edirne'nin hemen yanı-başında ve Bülbül Adası (Tunca'nın Meriç'e karıştığı yerin az ötesindeki bu romantik adacık, üstündeki söğütlerin yok olması sonucunda, kendisini burada tutan kökler de yok olunca, taşkın su akımlarına dayanamayıp-aşınarak bir süre önce ortadan kalkmıştır.) kavşağındaki Meriç'e karıştığı yerde, kolları düşünülmeden ikiyüzkırk kilometreyi tamamlar. Bunun altmışbiri Türkiye' de akar.
Tunca da târih boyunca şöyle yazılmıştır: (Alfabetik sırayla) Taza, Tonoseis, Tontus, Tonzoc, Tonzos, Tonzu, Tundza, Tuntza, Tuntzes, Tunza, Tutza, Toundja, Tuza,Tuzeju. Adının anlamını bilmediğimiz Tunca'yı, antik çağda bir tanrı temsil edermiş. Edirne adına basılan paralarda bu tanrının figürü görülebilmektedir. Tunca, târihi boyunca en güzel günlerini de Osmanlı'yla yaşamıştır. Bu devirde, kıyılarında yer alan mekânların başında Yeni Saray gelmektedir. 1450'de II.Murat'ın başlatıp 1454'e Fâtih'in tamamlattığı Saray, değişik Pâdişahlar eliyle eklenen yeni binâlarla genişletilmiş, 1718'e kadar zaman-zaman Edirne'de oturan Pâdişahları ağırlamıştır. Bir çok Pâdişahın da doğum yerleri gene bu saraydır.
Tunca'nın diğer mekânlarıysa iki sıralı kasırlarıyla, halkın bahçelerindeki salaş denilen barakalar ve su değirmenleridirler. Tunca'nın iki kolu arasında uzayan Sarayiçi ve Tavuk Ormanı adasındaki gezi alanlarını da bunlara eklememiz mümkündür. Fâtih ve Kânûnî Köprüleriyle Ada dışarıya bağlanmıştır. Yeni Saray, 1877 Rus işgâlinde, içindeki cephâne düşman eline geçmesin, hazin gerekçesi ve vâli Cemil Paşa mârifetiyle (!) havaya uçurulmuştur. Osmanlı'nın ünlü şeyh-ül İslâmlarından Feyzullah Efendi, târihimize I.Edirne Vak'ası diye geçen olayın baş kahramanı ve baş sorumlusudur. Edirne Vak'asında linç gibi bir îdamla öldürülmüş, 1703'teki olaydan sonra cesedi Tunca'ya atılmıştır. Edirne vâlilerinden Hacı Mehmet Hilmi Paşa ise, 1758 yılında ve olasılıkla Kânûnî Köprüsü basamak taşında abdest alırken Tunca nehrine düşmüş, kendisini kurtarmak isteyen kölesiyle birlikte boğulmuşlardır.
Günümüz Edirne'sinde toplam onaltı köprü vardır. Fakat, bu üç nehir sâdece oniki köprüyle geçilmektedirler. (Diğer ikisi: Karaağaç beton ve Yıldırım taş köprüleriyse ancak sel sularında köprü olurlar!) İkisi de, Arda ve Tunca üstündeki demiryolu demir köprüleridirler. Biri Meriç, ikisi Tunca üstünde ve biri de Karaağaç semti yolundaki dört beton köprü yakın zamanda yapılmışlardır. Arda demir köprüsünün yarısı bizde olup, diğer yarısı Yunan’ındır. Diğer onu da eski taş köprülerdir. En fazlası, Şehr’in bitişiği ve hattâ içindeki Tunca üstünde bulunan onbir köprüdürler. Bunların ikisi, beton ve üçüncüsüyse demir köprülerdir. Tunca taş köprüleri: Tunca Köprüsü, Gâzimihâl Köprüsü, Yeni-İmâret Köprüsü, Yalnız-Göz Köprüsü, Saraçhâne Köprüsü, Bayezit Köprüsü, Fâtih Köprüsü ve Kânûnî Köprüsü.
Bütün köprülerin en yaşlısı, şimdi Gâzimihâl denilen eski Hamidiye köprüsüdür. II.Abdülhamit'in onarttığı köprünün aslen Doğu-Roma'dan (Bizans) kaldığı söylenirse de, bunun asıl Roma olması akla daha uygundur. Roma İmp. Hadrianus, MÖ 123-124'te Edirne'yi Roma şehir hukûkuna aldığı gibi yeni baştan da kurarken, yanı başındaki bu köprüyü de yaptırmış olmalıdır. Edirne, aksi hâlde batısından kopacak ve stratejik önemi de olmayacaktır. Bunun dışındaki taş köprülerin hepsi Osmanlı devrinden kalan anıtsal hâtıralardırlar.
Edirne, hemen yanı başındaki üç nehir ve ondört köprüye rağmen, folklorunun bunlarla kaynaştığı pek de söylenemeyecektir.
Tunca'daki sandal safâlarıyla su üstü nakliyesi ve salaşlarda yaşanan eski eğlenceler de bugün hatırlanmayıp yeniden yaşanmamaktadırlar. Burada, gayri ihtiyârî Drina Köprüsü romanını hatırlamışızdır. Bir ırmakla onun üstündeki bir köprü çevresinde dönen olaylar, dünyâ ölçeğinde bir romanı ortaya koymuşken, biz burada üç nehirle ondört köprüyü yazmakta bile zorluk çekmekteyiz.