Sesim geliyor mu?
Geliyorsa mesele yok.
Demek ki siz duyacaksınız ben de boşa nefes tüketmemiş olacağım.
Malumunuzdur: Geçen günlerde, “Gezi Olayları”nı belgesel yapan “Yönetmen Serkan Koç”; Başbakan'a hakaret ile halkı tahrik ederek kin ve düşmanlığa yöneltme suçlarından, şüpheli sıfatıyla savcılıkta ifade verdi.
Belgeselin, “Belgelere, gerçek olaylara dayanan; belge niteliği taşıyan yapıt” demek olduğunu hepimiz biliriz. Yani belgeselin özelliği; gerçeklere dayanması, belge niteliğinde olmasıdır.
Şimdi, o savcıları yönlendiren “Tak derler emri alırım, şak der uygularım!” felsefesinin emredicisine sormalı: Gerçekler seni bu kadar çok mu korkutuyor? Madem korkuyorsun; “zulmetmek, devlet hazinesini talan etmek, halkın malını ona buna peşkeş çekmek, insanları yokluk içinde inim inim inletmek, bir tiran edasıyla aklına esen her şeyi yapmak, terör örgütleriyle halay çekmek” niye?
Şunu bildiğine eminim de inandığından şüphem var: Korkunun eceli, ecelinde “Hesap Günü”nü erteleme şansı yok. İnsan, ölüm yardımıyla olsa olsa bu dünyadaki hesaptan kaçabilir. Kaçabilir de tüm hesabın öte tarafa kalması daha korkunç değil mi?
Hüküm tabii ki Yüce Allah’ındır.
Merak ettiğim, ülkemin bekası için dikkatle takip ettiğim bir konu var.
Birileri ortaya çıksa da açıklasa…
4,5 milyon avroyu ayakkabı kutusuna saklayan biri, Recep Bey'in gördüğü her mikrofona söylediği gibi "saf"; yani sözlüklerdeki tarifle “Kolayca aldatılabilir” bir adam mıdır?
Cin de olsa, saf da olsa bu tür yöneticilerin varlığı ülkemin geleceği için büyük tehlike değil midir?
Eğer bu adam, gerçekten de saflık edebilecek yapıda biriyse Türkiye'nin en büyük bankalarından birinin başına nasıl ve kimler tarafından, hangi amaç güdülerek atanmıştır? Bu tür atamaları yapan siyasetçilerin varlığı, vatanın bekası için büyük tehlike değil midir?
Avroları gözden kaçırmak için ayakkabı kutularında saklamaya kalkan biri saf olabilir mi?
Doğruyu yazıp söyleyenler, bu iktidar döneminde fitnecilikle suçlanıp akla hayale gelmedik işkencelere maruz kaldılar. Oysa bence, asıl fitne onlardan değil; bizi her fırsatta bölmeye çalışan zihniyetten geldi. Önce etnik kökenlerimizle oynayarak böldüler bizi. Sonra dinimizle…
Yetmedi; yandaş, koldaş, yoldaş, çıkardaş, yağdaş olanlarla olmayanlar olarak parçaladılar milleti. İktidara yakın olup nimetlerinden yararlananlarla mesafeli olanlar da fena hâlde parçalara ayrılıverdi.
Aslında, bölünme örnekleri çok daha fazla…
Okulda, sokakta, gezinti yerlerinde, dinlenme tesislerinde, lokanta ve kafelerde böldüler bizi... Hatta hatta camilerimizde bile böldüler "Beyefendi"nin sayesinde… Bunları bütün gün gazete ve televizyonlarda, zırt pırt düzenlenen mitinglerde, zekâmın pek parlak olmaması sebebiyle nelerin açılışı olduğunu bir türlü anlayamadığım toplu açılışlarda görüp duyduğumuz için fazla uzatmak istemiyorum.
Yazarken bile bunalıyorum.
Neredeyse yirmi dört saat fitne füzeleriyle bombalanıyoruz.
Ülkemizin yöneticileri en büyük Müslüman biziz rolüne kendilerini pek fazla kaptırdıklarından, bolca dinsel alıntı yapıp yerli yersiz kullanıyorlar. Bu nedenle bizlerin de dönem dönem dinsel referanslar verme zorunluğumuz doğuyor. Şu an olduğu gibi…
Fitne ve fitne fücur olma hâli tehlikeli bir eylemdir. Hem de çok!
Yapılacak iş nedir derseniz…
Hiçbir ikbal gözetmeden yaşamak; egemenin ne kadar güçlü olduğuna bakmadan, ondan ve avanesinden korkmadan, ondan ve onun koruyucularından çekinmeden doğruları yazmak, doğruları konuşmak, doğru olmak…
Hepsinin özeti şu: İnsan olmayı becerebilmek.
Yoksa Nazlı Ilıcak’la Nagehan Alçı’ya döner hâlimiz.
Başbakan’a methiyeler dizmek uğruna birbirimize düşer, birbirimizi gammazlarız.
Bu hâlin özeti de kula kulluktur.
Bu kısacık hayatta kula kulluk etmek ağır gelmez mi size?
Hem de kula köle olmanın insanı insanlıktan uzaklaştırdığını göre göre, bile bile...
Günay Tulun