Bir Evden İki Şehit; Biri Mustafa Biri Mecit [Ömer Sağlam]
Bu gruba ait tüm sitelerde yayınlanan makaleler, hiçbir dönemde sansür edilmemiştir. Ayrıca Nisan 2012′den
beri de redakte edilmemekte; doğrusu ve yanlışıyla eser sahibinin gönderdiği özgün hâlde yayınlanmaktadır.
Ismak(İsmail) oğlu Mecit
ve Abduş (Abdullah) Oğlu Mustafa. Onlar, Birinci Cihan Harbi’nde aynı köyden,
hatta aynı evden iki şehittiler. Bir daha asla dönmediler, çünkü dönmeyi
düşünmediler, sadece gittiler. Enişte Kara Mecit Çanakkale’de, kayınbirader
Mustafa ise Filistin’de şehit düştüler…
Mustafa, Ömer Paşa
Oğullarından Abdullah Efendi’nin dördüncü çocuğuydu. İlk üçü kız olduğu için,
hiç olmazsa bir oğlu olması için gece gündüz Allah’a yalvarıyor, dua ediyordu
Abdullah Efendi. Hatta bunun için köyün yakınındaki “Çam Dede”
türbesinde kurban bile kesmiş, Ayşe ve Zeliha’dan sonra doğan üçüncü kızının
adını ise sırf bu yüzden Satı vermişti. Açıkçası, sırf oğlu olması için,
kızlarından birisini Allah yolunda satılığa çıkarmayı, yani kurban etmeyi bile
aklına koymuş, bunun için üçüncü kızının adını Satı vermişti. Yörede, Satı,
Döne, Döndü ve Dönüş gibi kız isimleri, ailenin artık oğlan istediğinin bir
işaretiydi çünkü. Sonuçta Allah dualarını kabul
etmiş ve nur topu gibi bir oğlan vermişti ona. Abdullah Efendi ve eşi Afife
Hatun, buna çok sevinmişler ve oğullarına sevgili Peygamberlerinin adı olan
Mustafa ismini uygun görmüşlerdi.
Sene 1915 veya 1916 idi.
Çanakkale’den çok acı haberler geliyordu. Gelen haberlere göre; tam yedi düvel,
olanca güçleriyle Çanakkale’ye yüklenmişler, ha bire saldırıyorlardı. Savaş,
Türk gençlerini tıpkı bir arpa değirmeni gibi öğütüp duruyordu. Dereler oluk
oluk kan
akıyor, derelerden akan kanlar, sahilleri kırmızıya boyuyordu. Denizde
başarısız olan düşman, bu sefer karadan yükleniyordu. Karadan ve denizden
atılan top mermileri, ayrıca karşısındaki canlı hedefleri buğday biçer gibi
biçen makineli tüfekler ve mitralyözler bir yana, ten renkleri hiç de bize
benzemeyen, yarı insan yarı canavar görüntüsündeki bazı yaratıklar, ellerindeki
baltalarla ve acımasızca saldırıyorlardı bizim askerlere(1).
Buna can mı dayanırdı?
Ancak dayanmak gerekiyordu. Zira eğer
dayanamazsak, düşmanın payitahta, yani İstanbul’a gelmesi içten bile değildi.
Bu sebeple Türk askeri canı pahasına da olsa direniyor ve kahramanlık üstüne
kahramanlıklar yaratıyordu. Çanakkale’de düşmanların bile gıpta edeceği yeni
destanlar yazıyordu. Hem de kanıyla ve canıyla yazıyordu Mehmetçikler bu
destanları.
Yeni gelen haberlere
göre; köyden asker olarak Çanakkale cephesine gönderilenlerin hiçbirisi sağ
kalmamıştı. Abdullah Efendi’nin kızı Satı’nın kocası Mecit de şehit düşenler
arasındaydı. Bu sebeple; “Hey gidinin Kara Mecit’i hey! Dağ gibi adam şehit
oldu demek ha! İyi adamdı. nur içinde yatsın” diyerek iç geçiriyordu
köylüler.
R.1317 doğumlu olan
Mustafa, belki de 15 yaşını henüz bitirmiş, 16’ya gidiyordu. Küçük yaşına
rağmen namlı bir yiğit olmuş, çevre köylerde bile adı duyulmaya başlamıştı. Çok
cesurdu. Gözünü budaktan esirgemiyordu. Sportmen bir yanı vardı. Zıplayınca,
köyün en uzun boylu erkeğinin üstünden bile geçiyordu. Yakışıklı idi ve köyün kızları,
onunla evlenmek için adeta can atıyor, el atından haber yolluyorlardı. Mustafa
ise köyün en güzel kızı Halime’yi seviyordu. Hatta evin tek oğlu olmakla
birazcık şımarık bir delikanlı olduğu için, Halime’yi sevdiğini anasına da
söylemiş, anası da babası Abdullah Efendi’yi olaydan haberdar etmişti. Abdullah
Efendi, bundan ziyadesiyle memnun olmuştu. Çünkü Halime’yi o da beğeniyor ve
öteden beri hep gelin yapmayı düşlüyordu. Çünkü Abdullah Efendi, belki de oğlu
Mustafa’nın Halime’ye olan sevgisinden daha büyük bir sevgi ile seviyordu
oğlunu. Ne de olsa o, nice dualar ve yakarışlardan ve “Çam Dede”de
kesilen nice kurbanlardan sonra doğmuştu. Bu yüzden de gözünün nuruydu biricik
oğlu. Ancak Mustafa ele avuca sığmaz bir delikanlı olmuştu.
Abdullah Efendi, bu ele
avuca sığmaz delikanlıyı Halime sayesinde belki de daha kolay eve bağlayacağını
düşündüğü için hiç vakit geçirmek istememişti. Çok geçmeden dünürcüler
yollanmış ve Mustafa ile Halime, henüz çocuk yaşta iken evlendirilmişler, tam
dokuz ay on gün sonra da bir oğulları doğmuştu. Abdullah Efendi, oğluna isim
olarak Sevgili Peygamberimizin adı olan Mustafa’yı verdiği gibi, küçük torununa
da Bekir ismini, yani Hz. Peygamber’in en sadık dostu ve arkadaşı olan
sahabenin adını uygun görmüştü; Bekir. Yani Ebû Bekir Es-Sıddık’tan mütevellit
Bekir ismini…
Mustafa Efendi’den sonra
Abdullah Efendi’nin iki kızı daha olmuştu. Onların ismini de Hamide ve Huri
koymuşlardı. Abdullah Efendi, oğlu Mustafa’dan sonra doğan ilk kızına Hamide
ismini vermekle belki de kendisine Mustafa’yı bahşettiği için Allah’a hamd
etmek istemişti. İlk üç kızından Ayşe, aynı köyde yaşayan Kör Yakup lakabıyla
tanınan Ömer Oğlu Yakup’la, Satı ise yine aynı köyden Kara Mecit lakabıyla
bilinen İsmail Oğlu Mecit’le evlenmişler, Zeliha ise genç yaşında henüz bekar
kız iken vefat etmişti.
Eniştesi Kara Mecit’in,
Çanakkale’de şehit olduğu haberi geldiğinden beri ablası Satı, yetim kalan oğlu
Muttalip ile birlikte Mustafalara taşınmış, onlarla birlikte oturuyorlardı.
Aralarında bir yaş fark olan kız kardeşleri Hamide ve Huri ise henüz
küçüktüler. İki gözlü ve toprak damlı küçücük evde tam 9 kişi yaşıyorlardı:
Abdullah Efendi, eşi Afife, oğlu Mustafa, kızları Hamide ve Huri, gelini Halime
yeni doğan torunu Bekir. Bunlar yetmiyormuş gibi; damadı Kara Mecit’in
Çanakkale’de şehit düşmesinden sonra kızı Satı ile Çanakkale şehidi olan
damadından hediye ve yetim kalan torunu Muttalip de onlara sığınmışlardı.
Bu haliyle Abdullah
Efendi’nin evinin Hz. Peygamber’in dedesi Abdulmuttalip’in Mekke’deki evinden
veya Hz. Peygamber’in Medine’deki evinden hiçbir farkı yoktu. Muttalip,
Abdullah, Mustafa, Bekir, Ayşe, Halime ne ararsanız vardı evde. Üstelik bir
süre sonra aralarına bir de Osman karışacaktı. Nedense sadece bir Ali yoktu
evde!(2).
...
Yıl galiba 1916-1917
olmalıydı. Cihan Harbi, bütün cephelerde olanca hızıyla devam ediyor, askere
almalar yine yoğun şekilde sürüyordu. Zaptiyeler nerede eli silah tutacak
birisine rastlasalar, kolundan tuttukları gibi cepheye sallıyorlardı! O sene
Mustafaların köyüne de yol uğrattı zaptiyeler. 16'sını henüz bitirmiş
Mustafa’yı ve komşularının oğlu Bilal’i yakalayıp silahaltına alınmak üzere
direk Tosya askerlik şubesine gönderdiler. Birkaç gün sonra Bilal geri döndü
ama Mustafa bir daha hiç dönmedi/dönemedi!
Çünkü askerlik şubesinde
yapılan kontrollerde son derece çelimsiz bir vücuda sahip olan Bilal, askerliğe
elverişli bulunmayarak ve daha sonraki celplerde askere alınmak üzere geri
gönderildiği halde, henüz 17'sine yeni girmiş olmakla birlikte oldukça gösterişli
bir vücuda sahip Mustafa direk silah altına alınmıştı. Tahmin edileceği gibi;
savaş yaşa değil, kuvvete bakıyordu. Ne de olsa savaş, yaş işi değil, bilek ve
yürek işiydi...
Ailenin “Oğlumuzun
yaşı daha küçüktür” diyerek ikna çabalarına karşı zaptiyelere hiç bir söz
geçmemişti. Hatta aile, “Oğlumuzu hangi cepheye göndereceksiniz?” diye
bile soramamıştı zaptiyelere. Çünkü o kargaşada birkaç dipçik darbesinin inip
çıktığı, yaşlı Abdullah Efendi’nin, almış olduğu dipçik darbeleriyle kapının
oraya yuvarlandığı da görülmüştü. Zaptiyeler eşliğinde köyden çıkarken, sanki
bir daha hiç dönemeyeceğini hissetmiş gibi oğluna sarılıp ağlayan anası Afife,
biricik oğlunun kulağına şöyle fısıldamıştı:
-“Oğlum, haberin olsun.
Bir yolcumuz daha var. Halimemiz yüklüdür. Bekir’imize bir kardeş daha
geliyor…”
Mustafa’nın cevabı ve
canı gibi sevdiği anasına son sözleri şunlar olmuştu:
-“Anam, güzel anam,
hakkını helal et. Gidip de dönmemek, dönüp de görmemek var. Halimem ve
yavrularım babama ve sana
emanettir. Onlara iyi bakın. Ayrıca Mecit Eniştemin bize emaneti olan Ecim
(Ablam) Satı’ya ve oğlu Muttalip’e de iyi sahip çıkın. Onları kimseye
ezdirmeyin. Onlar bize Çanakkale’den hediyedir! Eğer fırsat bulursam nâme
yollar durumumu bildiririm…”
Sonra ana oğul ağlaşarak
ayrıldılar birbirinden. Ayrılış, o ayrılış! Bir daha hiç görüşemediler. Sadece
muhtemelen 6 ay sonra bir mektup geldi Mustafa’dan. Mektubunda şöyle diyordu
anasına;
-“Anam, şu anda
Filistin’deyim. Beni bu cepheye gönderdiler. Geçenlerde Kudüs’te Mescid-i
Aksa’ya yolumuz düştü. Orada iki rekât namaz kıldım ve senin için de dua ettim.
Hem senin için dua ettim, hem de vatanımızın bir an önce kurtuluşa ermesi için.
Selam eder ellerinden öperim. Babama, selam eder ellerinden öperim.
Bacılarımın, eşim Halime’nin hal ve hatırlarını da sorar sual ederim.
Çanakkale’den bize emanet kalan yeğenim Muttalip’in ve oğlum Bekir’in
gözlerinden öperim. Yolcumuz geldi ise onun da gözlerinden öperim. Sizleri çok
özledim. Allah’a emanet olun anam…”
Bu mektup, Mustafa’dan
gelen ilk ve son mektuptu. Anası ve babası, biricik oğullarından bir daha haber
alamadılar. Gelen yolcudan, küçük Osman’dan bir haber veremediler oğullarına.
Abdullah Efendi’nin gücü kadere karşı koyamadı. Onun gücü sadece gelen küçük
yolcuya Osman adını vermekle sınırlı kaldı. Mustafa ve Bekir’den sonra bir de
Osmanları olmuştu ama en sevgilileri Mustafa yoktu artık. Muhammed Mustafa’nın
Miraç mucizesi sebebiyle semalara huruç eyleyip gözlerden kaybolduğu
topraklarda, ikinci bir Mustafa, yani oğlu Mustafa’da adeta çöllere gömülüp
gözlerden kaybolmuştu!
Mustafa’yı bir daha hiç
gören, duyan ve kendisinden bir haber getiren olmamıştı. Mustafa, İngiliz topçu
ateşiyle mi öldü, mitralyöz kurşunlarına mı hedef oldu? Kum fırtınasına
yakalanıp kumlara mı gömüldü, yemiş olduğu çekirge salatası sebebiyle iskorpite
mi yenik düştü? Yoksa susuzluğunu gidermek için çölde ölmüş devenin kaburga
kemikleri arasında biriken kirli suyu içtiği için dizanteriye mi yakalandı? Tüm
bunlardan kurtulsa bile Arap cenbiyeleriyle bağırsakları deşilerek mi can
verdi? Hiç kimse bir haber getirmemişti ondan(3).
Bu sebeple hem de
yıllarca bekleyip durdular Mustafa’yı. Ancak Mustafa bir daha hiç dönmedi. Ne
geri dönebildi, ne de bir haber geldi kendisinden. Onu henüz çocuk denebilecek
yaşta zorla askere alan Devlet Baba ise hiç kılını kıpırdatmadı bu konuda.
Sadece yıllar sonra, Köy İhtiyar Heyeti’nin vermiş olduğu bilgilere dayanarak
Çankırı Askerlik Şubesi’nde bulunan resmi kayıtlarda 1315-1317 doğumluların
kayıtlı bulunduğu deftere şu kaydı düştü Devlet Baba:
“Ömer Paşa Oğullarından
Abdullah Oğlu Mustafa, 1317 doğumlu olup, umumi seferberlikte asker edilmiş ve
hayatı mematı meçhul bulunduğu Heyet-i İhtiyariye’nin Teşrin-i Evel 1338
tarihli mazbatasında bildirilmiştir. 15.10.1938. Merkumun (adı geçenin)
emsalinden evvel seferberlik içerisinde şahsen asker idilip Tosya askerlik
şubesince sevk olunarak elyevm hayat ve mematı meçhul bulunduğu Karye Heyet-i
İhtiyariye mazbatasından ve jandarma derkenarından anlaşılmakla şerhtir.25
Şubat 1926” .
***
Falih Rıfkı Atay, ünlü
eseri Zeytindağı’nda Mustafa’yı ve onun gibileri bakın nasıl anlatıyor:
“Tren giderken iki
tarafımızda Suriye ve Lübnan’ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi
Anadolu köylerinin arasında Kudüssüz, Şamsız, Lübnansız, Beyrutsuz ve Halepsiz,
öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız... Anadolu
hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden
sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı
getiriyoruz. İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:
-Benim Ahmed’i gördünüz
mü? Diyor.
Hangi Ahmed’i? Yüz bin
Ahmed’in hangisini?
Yırtık basmasının
altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini
gösteriyor:
-Bu tarafa gitmişti,
diyor.
O tarafa? Aden’e mi,
Medine’ye mi, Kanal’a mı, Sarıkamış’a mı, Bağdat’a mı?
Ahmed’ini buz mu, kum
mu, su mu, iskorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa,
Ahmed’ini görsen, ona da soracaksın:
-Ahmed’i mi gördün mü?
Hayır... Hiç birimiz
Ahmed’ini görmedik. Fakat Ahmed’in her şeyi gördü. Allah’ın Muhammed’e bile
anlatamadığı cehennemi gördü!
Şimdi Anadolu’ya,
Batıdan, Doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor.
Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu
arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu’dan utanır gibi,
hepsi İstanbul’a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor. Anadolu
Ahmed’ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan
Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik
bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz.
Ahmed’i ne için harcadığımızı
bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bir anaya anlatabilsek, onu
övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmet’i kumarda kaybettik!”(4).
Bu vesileyle Başta
Çanakkale şehitleri ve Afganistan'da düşen helikopterde şehit olan 12 askerimiz
olmak üzere; bütün şehitlerimize Allah'tan rahmet diliyor, manevi huzurlarında
saygı ile eğiliyorum. Ancak şu soruyu da sormadan geçemiyorum: Biz Çanakkale'de
ülkemizi emperyalistlere karşı savunurken, yani mukaddes bir dava
için öldük. Peki Afganistan'da hangi mukaddes dava uğruna öldük?
Ömer Sağlam
______________
1-Bilindiği
gibi emperyalist güçler, Çanakkale’de savaştırmak üzere sömürgesi olan muhtelif
ülkelerden de asker getirmiştir. Bunlardan birisi de Fransız sömürgesi olan Senegal ve
diğer batı Afrika ülkelerinden getirilen zenci baltacılardır. Bu baltacılar,
ellerindeki baltalarla saldırmışlardır Mehmetçiğe. Diğer bir grup ise
Yahudilerden oluşan katırcılardır. Katırcılar, düşman hatları içinde dolaşarak
su ve erzak dağıtımı görevini yerine getirmişlerdir.
2-Hikâyede
geçen olaylar, kişiler ve ilişkiler tamamen gerçektir. Abdullah Efendi büyük
dedem, Mustafa dedem, Osman ise babamdır. Büyük dedelerimin, çocuklarına isim
verirken bilinçli davranıp davranmadıklarından emin değilim. Ancak bilindiği
gibi Abdulmuttalip, Hz. Peygamber’in dedesinin adı, Abdullah ise babasının
adıdır. Ayrıca Hz. Peygamber’in birkaç adından birisi de Mustafa’dır. Ebu
Bekir, en yakın arkadaşının, Halime sütannesinin, Ayşe eşinin, Osman ise damadı
ve III. İslam Halifesi’nin adıdır. Hikâyeden de anlaşılacağı üzere; bu
isimlerin hepsi bizim ailede mevcuttur. Nedense (belki de doğan çocuklara
büyüklerin isminin verilmesi geleneğine uygun olarak) bizim ailede Ali ismi
bulunmamaktadır. Oysa şahsen ben, merhum babamdan Hz. Ali’nin cenklerini
dinleyerek büyümüş bir çocuk olarak, eğer
oğlum olsaydı ona İslam’ın bu büyük kahramanının adını vermekte hiçbir tereddüt
yaşamazdım. Öte yandan köyümüzde Ali ismini taşıyan birçok insan yaşamaktadır.
Yani Ali ismi, bizim yörede de yaygın olarak kullanılmaktadır.
3-Bu paragraf, F.Rıfkı Atay'ın Zeytendağı isimli kitabından esinlenilerek
oluşturulmuştur.
4- Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı,
MEB, Ankara ,
2001, s.113-14
ALINTI YAPMAK İÇİN
- Yazarlarımızın makaleleri ve Sayın Günay Tulun'a ait şiirlerin, "Radyo-TV ile diğer basın ve yayın organlarında" yayım ilkesi: Önceden haber verme, eserin aslına sadık kalma, eser sahibiyle alıntının yapıldığı yer adlarını anlaşılır bir açıklıkla belirtmektir. Yayın öncesi bildirim imkânının bulunamadığı aniden gelişen durumlardaysa nezaket gereği, [sessizliginsesi.tr@gmail.com] adresine yayın sonrası bilgi gönderilmesini rica eder; tüm yayınlarınızın başarılı geçmesini dileriz.
ESER EKLEMEK İÇİN
- "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm basılı ya da dijital yayın sayfalarında halkımızın geniş dünya ilgisine uygun olarak her türlü konuya yer verilmiştir. Yayınlanan fotoğrafların büyük bir kısmı "Kadim Okurlarımız" tarafından gönderilmiştir. Fotoğraf ve çizgi resimlerde "İlişkinlik-Telif Hakkı" konusunda tereddüt oluştuğunda bu eserleri yayından çekme hakkımız saklıdır. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm gazete, dergi, site, blog gibi yayın araçlarında yayınlanan makale ve diğer yazı türleriyle fotoğraf, resim, yorum gibi her türlü eserin; üçüncü şahıs, kurum ve kuruluşlara karşı her türlü sorumluluğu, bu eserlerin sahibi olan yazar, gönderici ve ekleyicilerine aittir. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"nun yayın organlarına kayıt edilen ya da kaydedilmek üzere gönderilen eserlerin, telif hakları konusunda problemsiz olmaları önemli ve gereklidir. Yayın Kurulu, gönderilen eserleri yayınlamaktan vazgeçebileceği gibi, dilediği yayın organlarından birinde ya da hepsinde aynı anda ya da değişik zamanlarda yayınlayabilir, yayınlamak isteyen üçüncü şahıslara, tüzel kişiliklere ve kurumlara onay verebilir ya da onlar tarafından yayınlanmasını engelleyebilir. Yalnız şu unutulmamalıdır ki bu eserler, okura saygı kuralı gereği Türkçe kurallarına uygun olmalıdır. Yazılar yayınlandıktan sonra, yazar ya da ekleyicisi; istifa, uzaklaştırılma, çıkarılma dâhil herhangi bir nedenle yazı göndermesi sonlandırılmış olsa dahi "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu Yayın Kurulları"nın oy birliği içeren onay kararı olmadan eserlerinin kayıtlarımızdan ihracını isteyemez, istediği takdirde bunun reddedileceğini en baştan bilmelidir. Gönderici ve yazarlarımızın bu konuya önceden dikkat etmeleri, ileride ihtilaf doğmaması için baştan eser göndermemeleri gerekmektedir. Yayın organlarımıza ekleme yapanlar, bu konudaki sorumluluklarını okumuş ve kabul etmiş sayılacaklardır. Uzun süre yazı göndermeyen ya da yazmayı bırakan köşe yazarlarımızın o güne kadar gönderdikleri tüm yazılar "Konuk Yazarlar" bölümüne aktarılarak yeniden yazı göndermeye başladığı güne kadar köşesi kapatılır. Köşeyi kapama ya da kapatılan köşeyi açıp açmama konusunda karar sahibi, "Sessizliğin Sesi Grubu" ile "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"dur. İhtilaf durumunda, İstanbul'un Kadıköy Mahkemeleri yetkilidir.
YORUM YAZMAK İÇİN
Sayın Okurlarımız: Yorumlarınızı; Grubumuza ait "Google, Yahoo, Mynet, Hotmail, TurTc " ve diğer posta adreslerimize göndermek yerine, "Yorum bölümü açık olan sitelerimiz"deki; yorum yazmak istediğiniz yazının alt kısmında yer alan "Yorum", "Yorum Yapın", "Yorum Yaz" veya "Yorum Gönder" tuşlarını kullanarak doğrudan kaydetme olanağınız bulunmaktadır. Yazacağınız yorumlarınızın; gecikmeksizin, anında yayına girmesini dilerseniz bu yolu tercih etmenizi, saygılarımızla öneririz.