Bu gruba ait tüm sitelerde yayınlanan makaleler, hiçbir dönemde sansür edilmemiştir. Ayrıca Nisan 2012′den
beri de redakte edilmemekte; doğrusu ve yanlışıyla eser sahibinin gönderdiği özgün hâlde yayınlanmaktadır.
Dün (03 Mayıs 2014) TV'de
haberleri izlerken gözüme ilişti; II. Gençlik Kurultayı'nda konuşan Bahçeli'nin
arkasındaki fonda "3 MAYIS MİLLİYETÇİLER GÜNÜ" yazıyordu. Oysa biz bu
günü "3 MAYIS TÜRKÇÜLER GÜNÜ" olarak
biliyorduk!
Peki; MHP yönetimi "TÜRKÇÜLER"
kavramının yerine "MİLLİYETÇİLER" kavramını koyunca MHP, geniş toplum
kesimlerine çok daha şirin görünmeye mi başladı veya geniş toplum kesimlerinden
çok daha hüsnü kabul görmeye mi başladı? Hiç sanmıyorum!
Peki sorarım size;
"Milliyetçiler Günü" ne demektir? Mesela; Tayyip Erdoğan da "Biz de milliyetçiyiz, ancak
biz kafatası ve slogan milliyetçisi değil, biz hizmet ve eser milliyetçisiyiz..."
dediğine göre, şu sizin "Milliyetçiler Günü"
Tayyip Bey gibi düşünenleri, yani bu türlü bir milliyetçilik anlayışını da
kapsıyor mu? Ne demekse eser ve hizmet milliyetçiliği! Esasen hangi milletin
milliyetçilerinin günü olduğu bile anlaşılmıyor bu kavramdan! Hiç değilse "TÜRK
MİLLİYETÇİLERİ GÜNÜ" deyin de bir anlamı olsun bari...
Hülasa; ben, "Zafer Kurultayları'nın sürekli Kayseri'deki Erciyes Dağı'nda
yapılmasındansa yapılmamasının daha hayırlı olacağını, eğer böyle bir etkinlik
yapılacaksa, her sene yurdun farklı bir noktasında yapılmasının çok daha
anlamlı olacağını, aksi takdirde bu etkinliklere son verilmesinin doğru
olduğunu" söyleyen bir kişi olarak, "3 MAYIS TÜRKÇÜLER
GÜNÜ"nün, "3 MAYIS MİLLİYETÇİLER GÜNÜ"
olarak değiştirilmesinin de yanlış olduğunu söylüyorum. Bu değiştirme işini kim
yaptıysa yaptı, benim için hiç fark etmez!
21. asrı yaşadığımız şu zamanda
Türkiye gibi bir ülkenin "Türkçülük" ideolojisiyle
yönetilemeyeceğini elbette ben de biliyorum. Ancak gelin görün ki; bir anlamda,
bu ülkenin asli kurucu unsuru olan Türk üst kimliğinden kaçışı ifade eden böyle
bir suni değişikliğin de son derece yanlış olduğuna inanıyorum. "Ergenekon"
gibi milletimiz için kutsal bir anlam ifade eden bir kavramın, art niyetli ve
maksatlı kişilerce sözüm ona bir terör örgütüyle yan yana getirilerek dejenere
edildiği ve "Ötüken" kavramının da yine aynı yöntemle
itibarsızlaştırılmaya çalışıldığı bir zamanda lütfen milletimize has bazı
kavramları, siyasi maksatlarla sulandırarak
kendi ellerimizle kendimize kötülük yapmaktan kaçınalım efendiler.
Dün (03 Mayıs 2014) gürdük ki; dede
ve nine yaşlarında, ak saçlı ve ak sakallı Türk Milliyetçilerinin de içinde
bulunduğu bir grup, "3 Mayıs Türkçüler Günü" adı altında en büyük Türkçülerden
birisi olan Mustafa Kemal Paşa'nın kabrine çelenk koyarken, daha çok gençlerden
oluşan diğer bir grup da "3 Mayıs Milliyetçiler Günü"
diyerek aynı noktaya çelenk koydular. Sadece bu durum bile, Türk
Milliyetçilerinin utanmaları için yeter de artar bile! Ve sadece bu durum bile;
MHP'nin seçimlerde neden bir türlü istenilen başarıyı yakalamadığı konusunda
kafa yoranlara yol göstermeye yeter de artar bile. Çünkü Türk Milliyetçileri,
büyük oranda parçalanmış durumdadırlar. Kendi aralarında bile bir türlü
tesanütü sağlayamayan Türk Milletçilerinin, bu gidişle Türkiye için umut olması
biraz zor görünüyor. Lütfen hiç kimse kendisini kandırmasın! Türk
Milliyetçileri için özeleştiri yapma zamanı çoktan geldi de geçiyor bile.
Dün Anıtkabir'de yaşananları, daha
doğrusu Türk Milliyetçilerinin Anıtkabir'de ve Merhum Türkeş'in kabri başında
sergiledikleri çoklu ve farklı görüntüleri görünce içim yine cız etti ve
zihnim, bundan 13 yıl öncesine gitti. Daha doğrusu 29.07.2004 tarihinde
yayınlanan başlıklı bir yazım
geldi aklıma. İşte "Türk Olmanın Dayanılmaz
Ezikliği!" başlıklı o
yazımız(*):
Türk Olmanın
Dayanılmaz Ezikliği!
Okuma
zevkini ilk olarak fakülte yıllarında tattım. Zaten kifayetsiz olan harçlığımın
önemli bir kısmını kitaba verirdim. Bazen hiç harçlığım kalmadığında,
inşaatlarda işçilik yapar, kazandığım parayı tekrar kitaba verirdim. Rahmetli
babamın maddi durumu iyi değildi ve bana para gönderemezdi. O günlerde bir
hafta boyunca ve bütün öğünlerde (Yağ, soğan, salça ve haşlanmış patates
karışımından ibaret olup kendi buluşum olan) aynı yemeği yediğimi, kışın kar
üzerinde kenarları patlak ayakkabılarla yürümek zorunda kaldığımı bilirim.
Almış olduğum kitaplara gözüm gibi bakar, onları zarar görmesinler diye mutlaka
naylon kaplarla kaplardım. Fakülteyi okuduğum Bursa’da Orhan Camii’nin alt
tarafında bulunan ve meşhur Kapalı Çarşının devamı olan cadde boyunca Pazar günleri
sahaflar çarşısı kurulur ve okunmuş kitaplar satılırdı. Bu çarşının
müdavimlerinden birisi de bendim. İtiraf etmeliyim ki; kütüphanemde bulunan
kitapların büyük çoğunluğu işte bu çarşı menşelidir.
Bu devrede
okuduğum kitaplardan üçü beni oldukça etkilemiş ve beynimde iz bırakmışlardır.
Bu kitaplar İlhan Darendelioğlu'nun “Türk Milliyetçiliği Tarihinde Büyük Kavga”,
Mustafa Müftüoğlu'nun “Çankaya’da Kâbus” ve Alparslan
Türkeş'in “1944 Milliyetçilik Olayı” isimli kitaplarıdır. Bu kitapların
hepsinde de, İkinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği 1940’lı yıllarda Türk
Milliyetçileri’ne karşı “Irkçılık-Turancılık” suçlamalarıyla
yapılan zulümlerden bahsedilmekte, bu idealist insanlara, “Tabutluk” tabir edilen ve
ayaktaki bir insanın ancak sığabileceği büyüklükteki beton hücrelerde yapılan
işkenceler dile getirilmektedir. İnsanların “Türküm” demeye
koktukları, Asya’daki kardeşlerini düşünmekten men edildikleri insanlık dışı
uygulamalar, benim genç beynimi oldukça etkilemiştir. “Aman bir tatsızlık çıkmasın!”
düşüncesiyle 12 adanın Yunanistan’a verilmesine ses çıkarmayan zamanın
iktidarı, muhtemeldir ki; Rusya’nın “Kendi iç işlerine karışıldığını bahane
ederek” Türkiye’ye saldırmasından korktuğu için, Milliyetçi Türk
Gençleri’nin Rusya’nın esareti altındaki soydaşlarımızla ilgilenmesini
yasaklamış, çıkmamış bir savaşı göze alamamıştır. Hatta zamanın Türk
hükümetinin, ülkemize iltica eden bir grup soydaşımızı Sovyetler’e geri iade
ederek katledilmelerine sebep olduğunu öğrendiğimde kanım donmuş, tüylerim
diken diken olmuştur.
Atatürk “Bir
Türk dünyaya bedeldir” ve “Tam bağımsızlık benim karakterimdir”
derken, halefleri, onlarca Türkü iade ederek kurşuna dizilmelerine sebebiyet
vermiştir! Halbuki zafer, savaşmayı göze alabilenlerindir! Ernest Jack,
İnönü’nün Ruslar’a karşı izlemiş olduğu politikayı açıklarken şunları
söylemektedir; "Türk-Rus siyasetine
dair İsmet İnönü 1937 yılında Başvekil bulunduğu zaman ve bugün de
Cumhurbaşkanı olarak tekrarladığı şu cevabı vermişti: “Hiç kimse 180 milyon Rus'un
18 milyon Türk'e en yakın komşu olduğu değişmez olayını bilmemezlik edemez.
Rusya bütün Karadeniz boyunca ve Kafkaslardan Rus-Türk-İran köşesine doğru
uzayan Türk hudutlarının yarı ucunu çevirmektedir.”Rusya’nın kuzey İran’daki
işgali devam ettiği müddetçe Rusya bütün doğudaki Türk hududunu Rus-Türk-Irak
köşesine kadar kuşatmaktadır"(1).
Bu
sözlerinden de anlaşılacağı üzere İnönü, sürekli olarak bir Rus tehdidinden
korkmuş ve Irak’a varıncaya kadar bütün İran topraklarının Rusya tarafından
işgal edileceğine inanmıştır. Hayatı boyunca da bir Rus sendromu ile
yaşamıştır. Stalin’in, ülkemizin Doğu Bölgesi’nde ve Boğazlar üzerinde bazı
haklar iddia etmesi de işin tuzu biberi olmuştur.
Merhum Ayhan
Songar Hoca bu devri anlatırken şöyle der: "O sırada Balıkesir Lisesi’nde talebe
idim. Çok sevdiğimiz bir Edebiyat hocamız vardı, rahmetli Necdet Sancar...
Necdet Sancar Hoca Nihal Atsız’ın kardeşi idi. Bu iki kardeş 'Bütün Türkler bir
ordu' davasına gönül vermişler, içimizde de milliyetçilik meş’alesini
tutuşturmayı başarmışlardı. Ama zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, onları ve
arkadaşlarını meşhur 19 Mayıs 1944 nutkunda 'Vatan haini' ilan etmekten
çekinmedi. Toplananlar arasında bugünün MHP Lideri Sayın Alparslan Türkeş de
vardı. Türkeş’e isnat edilen suçu hatırlatayım da, güler misiniz, ağlar mısınız
siz karar verin değerli okuyucularım...zararlı bir ideolojiyi övmek!...Zararlı
bir ideoloji denen şey ise Türk Milliyetçiliği..."(2).
Batılı bir
bilim adamı olan Erik Jan Zürcher, Türk Milliyetçileri’ne karşı baskıların
yoğunlaştığı İkinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllarda Türkiye’de izlenen
politikayı anlatırken: ”Hem iç siyaset
hem de basın savaş boyunca sıkı denetim altında tutulmuş ve bunlar Türkiye’nin
çatışma dışı kalma gayreti doğrultusunda ustalıkla yönlendirilmişlerdi. Almanya
Sovyetler’i mağlup etmenin eşiğinde gibi gözüktüğü sırada, Pantürkizm
propagandası yeniden canlanmıştı. Almanya’nın teşvikiyle Temmuz 1941’de bir
Pantürkist komitesi kurulmuş, bazı Türk generalleri Almanlar’ın daveti üzerine
doğu cephesini dolaşmış ve bazı Pantürkizm yandaşları kabineye alınmıştı;
bunların hepsi, Almanlar galip geldiği takdirde kendini güven altına alma
siyaseti idi. Almanya’nın yenilmesinin an meselesi olduğu belli olunca, Mayıs
1944’te Pantürkist örgütler ve Pantürkizm propagandası susturuldu” der ve
bu sebeple “Türkiye’nin savaş sırasındaki
politikaları genellikle, dürüstlükten uzak ve 1939 antlaşması (19 Ekim 1939’da
İngiltere, Fransa ve Türkiye arasında imzalanan karşılıklı yardım anlaşması) na
aykırı görülmüştür. Ülkenin uluslar arası itibarı zedelendi ama ülkeyi savaş
dışında tutmak, İnönü ve arka arkaya gelen hariciye vekillerinin (önce Şükrü
Saraçoğlu, sonra Numan Menemencioğlu ve sonra yine Saraçoğlu) gözünde büyük bir
başarıydı. Bu siyasetçilerin hafızasında, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı
İmparatorluğu’nun kendisini Almanlar’a bir kukla gibi kullandırmasının ve bunun
ülkelerine getirmiş olduğu felaketlerin berrak anısı yaşıyordu.”(3) şeklinde bir hükme varır ki; bu
kanaat doğrudur. Çünkü şahsen bazı büyüklerimden, İkinci Dünya Savaşı boyunca
çekilen ekonomik sıkıntılardan yakınarak İnönü’ye yüklenenlere karşı İnönü’nün “Sizi
aç açık bıraktım ama çocuklarınızı babasız bırakmadım!” şeklinde kendisini
savunduğunu duymuşluğum vardır.
Tetkik
edildiğinde görülecektir ki; Türkiye’deki milliyetçilik hareketlerinin,
özellikle Türk Dünyası ile ilgili düşüncelerin seyrinde, Türkiye’nin Rusya ile
olan ilişkilerinin boyutu belirleyici faktörlerden birisi olarak karşımıza
çıkmaktadır. Nasıl ki; ikinci Dünya Savaşı’nın şekil değiştirip Rusya ve
müttefiklerinin galibiyetleri anlaşıldığında Türkiye’de milliyetçi cereyanlara
karşı bir baskı politikası uygulanmışsa, Rusya ile ilişkilerin dostane yürüdüğü
yıllarda da (herhalde bu dostluğa gölge düşürülmemesi için) Türkiye’deki
milliyetçi akımlar baskı altına alınmıştır. Bunun en açık uygulaması da
herhalde Türk Ocakları’nın kapatılmasıdır. E.J.Zürcher; “Toplumsal ve kültürel kuruluşlar
içerisinde ilk ve öncelikle kapatılan Türk Ocakları idi. Maarif Vekili
Hamdullah Suphi (Tanrıöver) önderliğinde yeniden canlandırılmış olan Türk
Ocakları, ülkede milliyetçi, pozitivist ve laik düşünceleri konferanslar,
kurslar ve sergiler yoluyla yaymaya çalışıyordu. 1931’de kapatıldığında
30.000’in üstünde üyesi ve 267 şubesi bulunuyordu” şeklinde bir tespitte
bulunduktan sonra “Batı’ya olan güvensizliğin hüküm sürdüğü bağımsızlık savaşı
sonrasındaki dönem boyunca, Türk dış siyasetinin köşe taşı, Sovyetler
Birliği’yle iyi ilişkilerin korunması idi. 1930’larda da Sovyetler Birliği’yle
ilişkiler çok iyi olarak kaldı (1935 yılında on yıllık bir dostluk antlaşması
imzalanmıştı)” şeklinde değerlendirmelerde bulunmaktadır(4).
Gerçekten de
gerek Milli Mücadele süresince, gerekse Milli Mücadele’yi takip eden uzunca bir
süre boyunca Rusya ile iyi ilişkiler kurulmuştu. Türk Devleti, yalnızlığa
itildiği ve dostluklara çok ihtiyacı olduğu işte böyle bir dönemde, kendisine
göre bu dostluğa gölge düşürecek eylemleri (belki de dozunu aşarak) yasaklamayı
tercih etmiştir.
Türk olmanın
geçer akçe olmadığı ve Türk insanının ikinci, hatta üçüncü sınıf insan
muamelesi gördüğü zamanlara Osmanlılar devrinde de rastlamak mümkündür.
Bilindiği gibi, Fatih Sultan Mehmet devrine kadar Padişahların yanı sıra
Sadrazamların da özellikle Türklerden olmasına dikkat edilmiştir. Bu düşünce
uyarınca özellikle Çandaroğulları sülalesinden çok kıymetli sadrazamlar
yetişmiştir. Çandarlı Halil Paşa’nın 1453 yılında boğdurularak öldürülmesinden
sonra sadrazamların özellikle devşirmelerden olmasına özen gösterilmiş ve bu
usül bir devlet siyaseti olarak benimsenmiştir. David Kushner bu konuda şöyle
bir değerlendirmede bulunmaktadır:
"Gerçekten de hükümet, hiyerarşisi Türk
olmayanları daha fazla kayırmıştı. Mesela devlet hizmetinde çalışanlardan Türk
olmayanların sayısı bir hayli çoktu. Osmanlı bürokrasisine girmek için gerekli
olan şey, Türkçe bilmek ve İslamiyet’i kabul etmekti. Osmanlıların devletin
Türk özelliğini korumak yolundaki en büyük hizmetleri, imparatorluğun resmi
dilini Türkçe yapmaları olmuştu. Bu, kendilerinden önce devlet işlerinde Farsça
kullanan Selçuklular ve Arapça kullanan Memlükler gibi Türk hanedanlarının tam
tersi bir davranıştı"(5).
Devletin
Türk kimliğini korumak için yapılan bir başka önemli hizmet de herhalde
devşirme ve dönmelere verilen Türk isimleri ve Paşa unvanlarıdır! Bakar mısınız
lütfen (yine Kushner’in kitabından naklen): "Mühtedilerden: Humbaracı Ahmet Paşa (Comte de Bonneval), Ömer Paşa
(Bosnalı Cata), Mehmet Ali Paşa (Magdeburglu Detroit), Mustafa Celaleddin Paşa
(Constantin Borzecki), Yakup Paşa (Iacopo Maestro), Rüstem Paşa (Francesko),
Ahmet Rüstem Bey (M.Chatauneuf), Emin Paşa (Eduart Schitzer), Serdar-ı Ekrem
Ömer Paşa (Michel Lattas), Macar Osman Paşa (Farkos Sandor), Mahmud Hamdi Paşa
(Fischel Freund), Macar İsmail Paşa (General Kmetty), Ferid Paşa (Miksa Stein),
Fevzi Paşa (Jozsef Kollaman), Sava Paşa, Kampel Mustafa Ağa, Dukaginzade Ahmet
Paşa, Hekim İsmail Paşa, Damad İbrahim Paşa, Hekimbaşı Nuh Efendi vs.
Devşirmelerden: İbrahim Edhem Paşa, Sokullu Mehmed Paşa, Kavanoz Ahmet Paşa,
İshak Paşa, Cığaloğlu Sinan Paşa, Hersekzâde Ahmet Paşa, Gedik Ahmet Paşa,
Rüstem Paşa, Dukaginzâde Yahya Bey, Koca Mustafa Paşa vs. Azınlıklarlardan:
Aleksandros Karatodoridi, Papadopulos Efendi, Yani Kalimahi, Aleksandr Giga,
Mateos Giga, Yorgi Karaca, Iskarlatos Karaca, Nikola Suços, Konstantin Morozi,
Aleksandr Mavrokordato, İstavraki Aristorki, Mihail Kalimahi, Dimitri Morozi,
Yakovas Argiroplu vs."(6).
Bu kadar çok
ismi yan yana görünce, insanın aklına “Yahu
bu memlekette o devirde hiç Türk yok mudur da bu isimlere devlet bürokrasisinde
yer verilmiştir?”şeklinde bir sualin gelmemesi mümkün değildir. Bununla
birlikte bütün devşirme ve mühtedilerin devlete zarar verdikleri gibi bir
düşüncemiz de elbette bulunmamaktadır.
Dikkat
edilecek olursa; Osmanlılar Paşalık rütbesini genellikle kendi isteği ile İslam
Dini’ni kabul eden Mühtedilere ve devlet eliyle yetiştirilen devşirmelere
vermişler, Azınlıklara ise bu unvanı layık görmemişlerdir! Azınlıklar içinde
paşalık rütbesi verilen ya hiç yoktur, ya da bu insanlar Paşalıklarıyla meşhur
olmamışlardır. Ancak zaman zaman devletin bu siyaseti terk ederek, özelliği
olan bazı hizmetlerde istihdam ettiği bir kısım kişilere mühtedî ve devşirme
olmalarına bakılmaksızın Paşalık unvanını verdiğini biliyoruz. Muzıkayı
Humayun’u kurup yönetmek için II. Mahmut tarafından 1828 yılında Türkiye’ye
getirilen İtalyan asıllı Donizetti Paşa ve II. Abdulhamid tarafından
Osmanlıdaki Askeri Eğitim Sistemini yeniden oluşturmak düşüncesiyle Türkiye’ye
getirilerek 1883 yılında Osmanlı’nın
hizmetine giren Alman asıllı Goltz Paşa bunlardan birkaçıdır.
Kanaatimizce
bu siyasetle; Osmanlı hanedanına muhalif ikinci bir Türk hanedanının ortaya
çıkarak iktidarın paylaşılması önlenirken, belki biraz da imparatorluğun
aileler arasında çıkması muhtemel çatışmalarla parçalanması engellenmiş ve
devletin üniter yapısı korunmaya çalışılmıştır. Ayrıca bu siyasetle, yeteneği
ve bilgisi olan bazı yabancılar devlet hizmetine sokularak onların bu bilgi ve
yeteneklerinden istifade edilmesi amaçlanmıştır. Bu usûl, İmparatorluğun güçlü
olduğu bir devrede benimsendiği için en azından bu konuda bir sakınca
görülmemiştir. Ayrıca imparatorluk sınırlarının milyonlarca kilometreye
ulaşmasıyla bu kadar geniş coğrafyada yaşayan bütün insanlar devletin bir
vatandaşı durumuna girmişler ve bu sebeple vatandaşı oldukları devletin
bürokrasisinde kendilerine yer bulabilmişlerdir.
Osmanlı
devleti, her imparatorluk gibi, çeşitli milletleri sınırları içinde topluyordu.
İmparatorluğun her ferdi, Müslüman olmak şartıyla, devlet teşkilatında vazife
görebiliyor ve sadrazamlığa kadar yükselebiliyordu. Devlet hizmetine
girenlerden anadili Türkçe olmayanlar da Türkçe öğreniyorlardı(7). Osmanlılar tarafından uygulanan bu
siyasete baktığımızda devletin vatandaşları arasında fırsat eşitliği yaratmaya
çalıştığı da söylenebilir, ama bu fırsat eşitliği sanki Türk olmayanlar için
uygulanmıştır gibi bir düşünceye kapılmamak mümkün değildir(8). Gerçi Fatih Sultan Mehmed’den sonra zaman zaman Türk
sadrazamlar da göreve gelmiştir ama, bunların sayıları devşirmelere göre çok
azdır ve bu sadrazamlar genelde devletin sıkıştığı zor zamanlarda göreve
getirilmişlerdir. Piri Mehmet Paşa, Köprülü Mehmet Paşa ve Merzifonlu Kara
Mustafa Paşa gibi Türk asıllı sadrazamların, hep devletin zor zamanlarında
göreve getirildikleri bilinmektedir.
İşte bu
devşirme sadrazamların bazıları sayesinde Türk insanı, ikinci hatta üçüncü
sınıf insan muamelesi görmüş ve saray çevresine yaklaştırılmamıştır. Devletin
bütün önemli ve stratejik görevleri azınlık ve dönmeler tarafından deruhte
edilir hale getirilmiştir. Anadolu’daki Türk köylüsü ise, ancak vergi
toplanırken ve sefere çıkılırken hatırlanmıştır. Kendilerine yapılan haksızlıkları
saraya ve padişaha duyuramayan Türk İnsanı, zaman zaman ayaklanma
girişimlerinde bulunmuş, ancak bu ayaklanmalar en kanlı şekilde bastırılmıştır.
Hatta bazı kaynaklarda, özellikle 1606 yılında sadrazam olan Hırvat asıllı
Kuyucu Murat Paşa’nın, aslında Türk İnsanı tarafından, saraydan kaynaklanan
bazı haksız uygulamalara karşı başlatılan Celali İsyanlarını bahane ederek,
30.000 civarında masum Türkü öldürttükten sonra açtırmış olduğu kuyulara
attırdığından bahsedilmektedir(9-10).
Avrupalıların
Osmanlılar ve eyaletleri için yaygın olarak kullandıkları Türk ve Türkiye
kelimeleri bile XIX. Yüzyıla kadar Osmanlı metinlerinde bu anlamda
görülmemişti. Türk terimi arada sırada “cahil
Anadolu köylüsü” anlamıyla küçük düşürme yahut “Türkçe konuşan Osmanlı” ile “diğer
dilleri konuşan Osmanlı”yı ayırt etmek için kullanılmıştı....Türkler, Türk
ve Türkiye terimlerini kullanmazlarken Avrupalılar, Osmanlılardan ve Osmanlı
İmparatorluğu’ndan bahsederlerken uzun süredir Türkler ve Türkiye kelimelerini
kullanıyorlardı. Aslında bu terimler sadece Türkçe konuşanları değil,
imparatorluk sınırları içinde yaşayan diğer Müslümanları da içine alıyordu(11).
1897 yılında
Londra’da “Impressions of Turkey” isimli bir kitap yazan W.M. Ramsay
isimli bir İngiliz Seyyah, kitabının 99. sayfasında şunları yazmaktadır: "Günümüzde Türk ismi çok nadir olarak
kullanılmaktadır. Bu ismi yalnız iki şekilde kullanırken duydum: Ya bir ırkı
ayırt edebilmek için (Mesela bir köyün Türk köyü olup olmadığını soruyorsunuz)
ya da hor görme için (Mesela İngilizce’de birisine nasıl blockhead 'beyinsiz' diye bağırılırsa Türkler de
'Türk kafalı' tabirini kullanıyorlar"(12).
Henry
Charles Woods isimli bir başka İngiliz yazar da 1908 tarihinde Londra’da kaleme
aldığı “Washed by Four Seas” isimli kitabının 163. Sayfasında şöyle
demektedir: "Türkiye’de bir
Müslüman’a 'Türk müsün?' diye sorduğunuz zaman size muhtemelen 'Ben Osmanlıyım'
yahut da buna benzer bir cevap verecektir. Bir Osmanlı, eğer bir adam için 'Türk’tür'
derse bu, o adamın köylü yahut kaba saba birisi olduğu anlamına gelir"(13).
Aynı durum
bir yıl sonra L.M.J. Garnet isimli bir İngiliz Bayan yazar tarafından “The
Turkish People” isimli eserde şöyle dile getirilmektedir: "Türk kelimesinin kullanılışı Avrupalılar
tarafından hiçbir zaman açık ve kesin bir şekilde belirtilmemiştir... Günümüzde
Avrupalılar bu kelimeyi Osmanlılara hasrederken, Osmanlıların kendileri alay
ederek bu kelimeyi kabul etmiyor, bağlı bulundukları milletin kan ve kültür
yönünden Türklükten uzaklaşmış olduğunu söylüyorlardı"(14).
Türk
kelimesiyle ilgili olarak bir çok kişinin karşı karşıya geldiği tatsız
durumlara Osmanlı basınında da rastlamak mümkündü. “Basiret” gazetesi “Türk
olmaktan utanan gençlerden” bahsetmiş, bir başka sayısında da “...Kahraman
ecdadımız Türk oldukları halde biz Türk ismini kabul etmez olduk; hatta
birimize 'Sen Türksün' deseler darılıyoruz” diyerek bu durumu üzüntüyle
tenkit etmişti. Şemseddin Sami de aynı şekilde "Hafta"
mecmuasında Türk diliyle ilgili yazdığı makalesinde Türk adının “cahil
halk tarafından kötülendiği”ni belirterek bu adın “yalnız Anadolu köylülerine
verilmek istenilen bir isim olduğu” nu söylemektedir. (Kâmusu’l A’lâm
isimli) Ansiklopedik sözlüğünde(c.3.s.1639) Türk soyundan olan bazı kişilerin
bu ismi kabul etmediklerini ve hakaret saydıklarını da belirtir"(15).
Prof. Dr.
Ercüment Kuran hoca, konu hakkında şöyle bir yargıya varmaktadır: "Tarihte Türklerin yaptıkları en büyük
eserlerden biri hiç şüphesiz, Osmanlı İmparatorluğu’dur. Altı yüzyıldan fazla
bir müddet varlığını koruyan bu imparatorluk ecdadımızın askerlik, idare, ilim
ve san’at alanlarında üstün kabiliyetlerini açıkça ispatlar. Ancak, Osmanlı
devletinde Türklüğün, İslamiyet içinde zamanla eridiği de inkârı kabil olmayan
bir vâkıadır. Gerçekten, Türkler İslam Dini’nin müdafaasını gönülden
benimsemişler ve giderek Türk adı sadece Anadolu köylüsü için kullanılır
olmuştur. Hatta, Osmanlı aydın çevrelerinde Türk, aşağılatıcı bir sıfatla
birlikte kullanılmaya başlanmıştır. O kadar ki, Osmanlı Devleti’nin 1797 ile
1802 yılları arasında Paris’te daimi elçiliğini yapmış olan Moralı Seyyid Ali
Efendi’nin 1 Ağustos 1801 tarihli bir yazısında, uygunsuz hareketlerde bulunan
Çuhadar Ahmed’i 'Türk-i sütur', yani 'hayvan Türk' diye vasıflandırdığını
hayretle görüyoruz. Halbuki, o yıllarda Fransız ihtilalinin doğurduğu
milliyetçilik akımı bütün dünyada ve bu arada Osmanlı İmparatorluğunda
yayılmaktaydı"(16).
Bütün
bunlara karşılık II. Abdulhamid devrinin en önde gelen gazetelerinden olan “Mizan”
ve “İkdam”
gibi gazeteler “Türk Gazetesi” diye lejand atmışlardı. Türk kelimesi aynı
şekilde bazı yazarlar tarafından bir kalem ismi (imza) veya başlık olarak da
kullanılmıştı (Ahmet Mithat Efendi’nin “Paris’te
Bir Türk” ve Mehmet Selâhaddin’in “Bir Türk Diplomatının Evrâk-ı Siyâsîyesi”
bu kabil eserlerdendir). Türk kelimesinin yayınlarda ve makalelerde kullanılışı
asla bir küçültücü mahiyet taşımıyor, saygı ve gurura delalet ediyordu. Hatta
Sultan II.Abdulhamid çeşitli vesilelerle kendisinin Türk olduğunu belirtmiştir.
Bu yüzden yukarıdaki tespitleri, mutlaka ya Şemseddin Sami’nin cahil
kimselerine veya siyasi sebeplerle milli bir kelimeyi kullanmaktan kaçınılan
halka isnat etmek gerekir(17).
Türk kelimesinin
yaygın olarak kullanılmamasının en önemli sebeplerinden birisi de kanaatimizce,
ülke bütünlüğünün korunması kaygısından hareketle ayrılıkçı fikirlerin
yeşermesini ve ırkçı siyasi yaklaşımların güçlenmesini önlemekti. Ancak, bu
konuda aşırıya kaçıldığı ve zaman zaman Türk olmanın hakir görüldüğü ve Türk
insanının aşağılanarak hakaretlere mâruz bırakıldığı da doğrudur.
Romanya
(Dobruca) da doğmakla birlikte sonraki yıllarda Türkiye’ye hicret eden ve
Türkiye’de çalışma ortamı bulamadığı için bu kez ABD'ne hicret eden ve halen
ABD’nin Madison Kenti’ndeki Wisconsin Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan ve
Osmanlı hayranı bir bilim adamı olan Prof. Dr. Kemal Karpat’ın şu sözleri yürek
sızlatan türdendir:
"Başarılı bir öğrenciydim. Romence’yi Romenlerden
daha güzel konuşuyordum. Fakat o toplumun içinde bir azınlığa mensup olarak
büyümenin verdiği bir sıkıntı vardı. Dobruca 6 yüzyıl Osmanlı’nın parçası
olmuştu. Türklük bilincim vardı. Kişiliğimin bilincine varmaya başladığım
zaman, bir büyük çelişki gördüm. Bazı kabiliyetlerim vardı, fakat
değerlendirebilmem için hakim olan gruba uymam, o grupla kaynaşmam, yani bir
Romen olmam gerekiyordu. Kendi kendime sordum: Hazır mısın? 'Hayır, ben Türküm.
O halde vatan saydığım topluma karışmalıyım ve eğer hayatta bir katkım
olacaksa, o topluma yapmalıyım, borcum odur' diye düşündüm. Bu düşünceyle,
ailemi, varlığı, rahatlığı bırakıp, tek başıma, bir bavulla İstanbul’a geldim.
Romanya’da komünist rejim yerleşmeye başlamıştı. Türkiye’de ise tek parti
dönemi henüz bitmemişti; demokrasiye henüz yeni geçiliyordu. Savaş ve baskıcı
rejime rağmen Romanya’da, toplumun demokratik gelenekleri bütün gücüyle sürüp
gidiyordu. Oysa Türkiye’de bir -tek parti rejimi 20-30 yıl hakim olmuş,
geleneksel otoriter devlet geleneği de sürmüştü. Türkiye’nin en büyük eksikliği
demokrasinin olmayışıydı. Yalnız şeklen değil, ruhen de... En büyük sarsıntım o
oldu. Adeta boğulur gibi oldum. Bir başka sarsıntım da şu oldu: Türkiye’ye
Türklüğümü muhafaza etmek için gelmişim. Bir de baktım ki benim, İslam,
Osmanlılık ve Türklükten oluşan üç temelli kimliğim (Türkiye’de) kabul
görmüyor.......Türkiye’ye, Anavatana katkı yapmak için gelmiştim. O sıra
demokrasi meseleleri tartışılıyordu. Sendika hürriyetini demokrasinin baş
şartları arasında gördüm ve canla başla savundum. Derhal 'Solcu' damgası yedim.
Yanıma bir sürü tanımadığım adamlar gelmeye başladı. Eski tabirle 'tarassut'
altına alındım!.."(18).
Biz,
geçmişte devlet eliyle kendi insanlarımıza bu zulümleri yaparken ve ülkemize
sığınmış bulunan soydaşlarımızı iade ederek ölüme gönderirken ve belki bir
savaş çıkar endişesiyle kendi vatandaşlarımız olan gençlerimizi milletimizin
istikbalini düşünmekten men edip, onları tabutluklara atarken, ayrıca Kemal
Karpat örneğinde olduğu gibi Türklüklerini yaşamak için ülkemize göç eden
yetenekli ve idealist insanların milletimizin hayrına olan konularda
düşünmelerini yasaklarken (Bu insanlardan birisi de hiç şüphesiz Zeki Velidi
Togan’dır. Kendisi, Başkırtların Cumhurbaşkanlığı’nı da yapmış ünlü bir tarihçi
iken Rus zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığınmış, üniversitelerde hocalık yaparak
belki de Türkiye’deki tarihçiliğin temelini atmış, ancak sonunda
Türkçülük-Turancılık suçlamasıyla soluğu tabutluklarda almış birisidir) bu gün
İtalya, Fransa Almanya; Hollanda, Belçika ve Rusya gibi çoğu aynı zamanda
müttefikimiz ve dostumuz olan ülkelerin, ülkemize ve milletimize karşı suç
işlemiş bazı kanun kaçaklarını “Sizde
ölüm cezası vardır, bu ise insan haklarına aykırıdır” bahanesiyle
yargılanmak üzere ülkemize iade etmemelerini iyi kıyaslamak gerekir. Allah’tan
16 Şubat 1999 günü Avrupalı’nın sahip çıktığı bu kişilerden birisi (Belki
parayla satın alınmak suretiyle) derdest edilip, Türkiye’ye getirildi de biraz
yüreğimiz soğumuş oldu.
Gerçi bu gün
de durum pek farklı değildir. Artık bu ülkede sadece Türk olmak yeterli
görülmemekte ve prim yapmamaktadır! Türk deyince akla at, avrat ve silahtan
başka bir şey gelmemekte, diğer insani değerler söz konusu edilince işin içine
başka kimlikler sokuşturulmaya çalışılmaktadır. Bu sebeple bu gün
insanlarımızın çoğu, “Türküm” demekten imtina ederek,
daha alt kimlikler etrafında kümelenmekte ve başka başka alt gruplar
oluşturmaya çalışmaktadırlar. Hiç
benimsemesem de, bazı küçük inanç farklılıkları sebebiyle insanların,
kendilerini diğer insanlardan farklı kabul etmelerini anlayabiliyorum. Ayrıca
ülkemizin ve milletimizin bölünmez bütünlüğüne kastedilmediği müddetçe bu
durumu kabul etmem gerektiğine de inanıyorum. Ancak, insanlarımızın, kendilerini
dini inançlarının ötesinde ve Türk kimliğinin altındaki bazı ırki kimliklerle
bütünleştirmelerini bir türlü anlayamıyor ve kabullenemiyorum.
Zaman zaman
kendi kendime, aynı ülkede ve aynı bayrak altında yaşamakla birlikte, ayrıca
genelde Türk kimliğini kabul etmekle birlikte, herkes ben Çebniyim, ben
Çerkezim, ben Avşarım, ben Gürcüyüm, ben Abazayım, ben Zazayım, ben Türkmenim,
ben Yörüğüm, ben şuyum, ben buyum diye kendisini diğer kişilerden farklı
gösterip, sadece kendisi gibi düşünenlerle düşüp kalkarken, sen neden kenarda
duruyorsun? Sen acaba neci oluyorsun? diye sorduğum olmuştur. Şu yalan dünyada
bir aşiretim, bir oymağım, bir obam, bir boyum bile yok diye hayıflandığım
olmuştur! Sonra da “oğlum sen olsan olsan Türk oğlu Türksün ve bu ülkede azınlıktasın,
bundan kurtuluşun da mümkün değildir!” diye “Türk olmanın dayanılmaz
ezikliğini” hissettiğim de olmuştur!
Esprisi bile
hoş olmayan bu hal, elbette ülkemizin ve milletimizin istikbali için hayra
alamet değildir. Çanakkale Şehitler Anıtı’nı gezenler göreceklerdir ki; orada
Bağdatlısı, Haleplisi, Anteplisi, Urfalısı, Tekirdağlısı, Sivaslısı,
Erzurumlusu, Balıkesirlisi, Üsküplüsü, İskeçelisi, Çankırılısı, Sinoplusu,
Rodoplusu ve yurdun bilmem nerelisi hep koyun koyuna yatmaktadırlar. Hiç kimse,
milliyetine ve ırkına göre ayrılmamış. Bu insanların tamamı aynı karavanaya
kaşık sallamış, aynı peksimeti yemeye çalışmış ve aynı mataradan su
içmişlerdir. Sonunda da aynı kutsal gaye adına ve aynı kurşunlara hedef olarak
şehit düşmüşlerdir. Onun için vakit kaybetmeden, çeşitli alt kimlikleri bir
tarafa atarak, Müslüman Türk kimliği etrafında birbirimizle kenetlenmek
mecburiyetimiz vardır. Unutmamak gerekir ki; devletimizin ve milletimizin
dışarıdaki saygınlığının derecesi ile kendi içimizde birbirimize karşı
duyduğumuz sevgi ve saygının derecesi arasında doğru orantı bulunmaktadır.
İnsanların
bireysel olarak kendilerini başka insanlardan farklı görmesi ya da bazı küçük
grupların kendisini, başka gruplardan farklı olarak algılaması, önüne geçilmez
bir durumdur. Ancak bu farklılaşmanın devlet eliyle körüklenmesi devletin
üniter yapısı bakımından kabul edilemez. Bu açıdan bakılınca Avrupa Birliği’nin
zorlamasıyla Devlet eliyle ve devletin genel bütçesinden finanse edilerek
Kürtçe yayın yapılmasının kime ne faydası var bir türlü anlamıyorum. Haydi
Kürtçe yayın yapılması neyse, şu Boşnakça ve Çerkezce yayın yapılması neyin
nesidir Allah aşkına. Biz öteden beri Çerkezleri öz be öz Türk bilir, Şeyh
Şamille hep gurur duyardık. Meğer onlar kendilerini Türk olarak kabul
etmezlermiş. Baksanıza onlar da Çerkezce yayın yapılması talebinde bulunmuşlar.
Ya şu hilkat garibesi Boşnakça yayına ne dersiniz? Türkiye’de kendilerine yayın
yapılacak kadar Boşnak mı var kardeşim? Bir gün gelip bu ülkede halkın
ekseriyetini teşkil eden büyük unsurun, Merhum Turgut Özal’ın dile getirdiği
üzere “Madem öyle, haydi bakalım evli evine, köylü köyüne” demesinden
korkarım dostlarım. Ben, belki böyle bir sonucu görmeden öbür tarafa giderim.
İnşallah torunlarım da görmezler. Ancak gidişat hiç de öyle değil.
Türkiye’miz
üzerinde müthiş bir oyun oynanıyor ve bizi yönetenler sanki basireti bağlanmış
gibi ha bire topluma nifak ve tefrika körüklüyorlar. Birlik ve beraberliğimiz
her geçen gün yara alıyor ve cemiyetimizin bünyesi her geçen gün biraz daha
bozuluyor; sanki yara kangrene dönüşüyor. Yarayı sürekli kaşıyan ise Batının
dümen suyuna girmiş bulunan ve kendilerini baskın Türk kültürünün dışındaki
kimi alt kültürlere mensup sayan devlet yöneticileridir. Ne diyelim; Allah,
inşallah bize milletimizin birbirine düştüğü günleri göstermez ve milletimiz
için en hayırlısı neyse onu nasip eder.
Ömer Sağlam
_______
(*) Bu yazı, 27/07/2004 tarihinde kaleme alınmış, ve ilk defa 29/07/2004
tarihinde yayınlanmıştır. bk. http://www.cansaati.org/cansaatiorgarsiv2002-2005/pop_printer_friendly.asp?TOPIC_ID=419
1. Dr. Ernest Jackh, Yükselen Hilal-Bir
Milletin Yeniden Doğuşu, Türkçe’si, Perihan Kuturman, Temel Yayınları,
İstanbul,1999, s.281.
2. Prof. Dr. Ayhan Songar, “Bütün Türkler Bir Ordu” başlıklı makalesi, Türkiye
Gazetesi, 26 Ekim 1996.
3. Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, çev. Ömer Laçiner,
İletişim Yayınları, İstanbul,1998, s. 298.
4. Age, s. 262-293.
5. David Kushner, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu 1876-1908, Kervan Yayınları,
İstanbul,1979, s. 2.
6. Age, s. 163.
7. Prof. Dr. Ercüment Kuran, Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli Meseleler, TDV.
Yayınları, Ankara,1994, s.78. (Bu konu ile ilgili daha geniş bilgi Prof. Dr.
Osman Turan’ın Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi isimli eserinden de
öğrenilebilir).
8. Körfez Savaşı sırasında ABD’nin Genel Kurmay Başkanlığını, günümüzde de aynı
ülkenin Dış İşleri Başkanlığını yapan Org. Colin Powel (Kolin Pavıl)’ın bir
zenci, ondan sonra ABD. Genel Kurmay Başkanı olan Org. Cohn Shali Khasvilli
(Con Şalikaşvili)’nin ise Gürcü asıllı olduğu bilinmektedir. Aynı şekilde
modern bir imparatorluk görüntüsü veren ABD. de birçok Yunan, Ermeni ve Yahudi
asıllı ve ABD Başkanlığı’na aday olabilecek kadar yüksek dereceli senatör ve
devlet adamının olduğu da bilinmektedir. Henry Kissinger, Zbigniew Brzezinski
gibi ABD’nin önde gelen uzman idarecileri de bilindiği gibi yabancı
asıllıdırlar. Ancak bu kişilerin Amerikan Vatandaşlığı potası içinde eridikleri
muhakkaktır.
9. Mustafa Müftüoğlu, Yalan Söyleyen Tarih Utansın, Çile Yayınları,
İstanbul,1982, c. 6, s. 51.
10. Büyük Larousse, Milliyet Yayınları, c. 14, s. 7238-9, “Kuyucu Murat Paşa”
maddesi.
11. David Kushner, age, s. 3-12.
12 Age, s.29.
13. Age, s. 30.
14. Age, s. 30.
15. Age, s. 30.
16. Prof. Dr. Ercüment Kuran, age, s.61.
17. David Kushner, age, s. 31. (Paragrafta bulunan bazı parantezler yine
yazarın dipnotta belirtmiş olduğu kaynakçadan istifade edilerek tarafımızca
konulmuştur. Ö.Sağlam).
18. Şahin Alpay’a vermiş olduğu mülakat, Milliyet Gazetesi. 05.05.1999 tarihli
sayısı.