Son iki gündür Habertürk TV'de çok güzel iki program izledim.
Her Mezhep Bir Siyasi Partidir Aslında [Ömer Sağlam]
Son iki gündür Habertürk TV'de çok güzel iki program izledim.
Bunlardan birisi önceki gün Namık Kemal Zeybek ve Dr. Sait
Başer'in konuk olarak katıldıkları "ÖTEKİ GÜNDEM" programı, diğeri de
dün akşam yayınlanan ve Prof. Dr. Hasan
Onat, MHP Milletvekili Dr. Uygar Suphi Aktan ve Prof. Dr. Mehmet Zeki İşçan'ın
katıldıkları TEKETEK programıydı.
"ÖTEKİ GÜNDEM" programının tamamını izledim.
Harika bilgiler edindim.
Namık Kemal Zeybek'in fikirlerini öteden beri zaten
biliyoruz.
Ancak Sait Başer Hoca'yı ilk defa izledim ve büyük keyif
aldım.
Keşke Sait Hoca, Namık Kemal Zeybek'ten fırsat bulup da
biraz daha fazla konuşabilseydi.
Nedense bizim akademisyenlerin bazıları bir hayli tutuk.
Umarım Sait Bey, bu durumu kısa zamanda aşar ve kendisini
ekranlarda daha fazla görme imkânımız olur.
Çünkü bu milletin, bu türlü sağlım duruşlu, ayakları yere
sağlam basan düşünce adamlarına çok fazla ihtiyacı var.
Onlar rağbet görüp çıkarılmayınca ekranlar abur cubur
adamlarda kalıyor.
Bunun bir sebebi de reyting kaygısı elbette.
TEKETEK programının büyük bölümünü ise kaçırdım.
Fazla bakma imkanım olmadı ama hemşerim Prof. Dr. Hasan
Onat, MHP Milletvekili Dr. Uygar Suphi Aktan ve Prof. Dr. Mehmet Zeki İşçan,
birbirinden güzel bilgiler verdiler TEKETEK'te.
Dr. Uygar Suphi Aktan
Yeri gelmişken ben bu Uygar Suphi Aktan'ı pek tuttum
dostlar.
Dolu dolu birikimli bir genç adam kendisi.
Rahmetli babası Gündüz Aktan yaşıyor olsaydı mutlaka gurur
duyardı oğluyla.
MHP'de böyle adamların sayısının artması gerekiyor.
Üstelik, onun refüze ettiği adamların pek yaşama şansı da
bulunmuyor!
Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi'den bahsediyorum.
Bu iki şahıs, geçenlerde CNN-TÜRK'de yayınlanan
"Tarafsız Bölge" programında ağız dalaşına girdiler ve Suphi Aktan'a
kızan Tahir Elçi "PKK terör örgütü değildir" şeklinde bir ifade
kullandı.
Suphi Aktan'ın üstelemesi üzerine; Tahir Elçi bu ifadesini
başka sözlerle de destekleyerek yineledi.
Sonuçta da Terör Örgütü'nün propagandasını yaptığı
gerekçesiyle hakkında dava açıldı, hatta kısa bir süre de tutuklandı da.
Tahir Elçi, o sözleriyle toplumun geniş kesimlerinin
tepkisini çekmişti.
Yeri gelmişken ifade edelim; dün itibarıyla Tahir Elçi'nin
öldürülmesi, ülkemiz için hiç de iyi olmamıştır.
Tıpkı Hrant Dink gibi, onun öldürülmesinin de ülkemiz
aleyhine kullanılacağı muhakkaktır!
Kullanılmaya başlandı bile.
Çünkü dün, cumhuriyet savcılarına olay yeri incelemesi
yaptırılmadı Diyarbakır'da.
Anlaşılıyor ki; sebep olanlar bu olayın aydınlatılmasını
istemiyorlar.
Onun için de engel oldular savcıların olay yeri
incelemesine.
Bize göre de bu konuda devletin eksikliği vardır;
Tahir Elçi talep etmese bile devletin onu koruma altına alması gerekiyordu ya da koruma
sayısını artırması.
Çünkü söz konusu çıkışından sonra açık hedef haline geldiği
besbelliydi Tahir Elçi'nin.
Terör örgütleri için bulunmaz bir fırsattı çünkü.
Tahir Elçi'yi kimler öldürdü?
Henüz belli değil.
Suruç, Reyhanlı, Diyarbakır ve Ankara olaylarına kimler
sebep olmuşsa, Tahir Elçi'yi öldürenler de bence onlardır.
PKK ve IŞİD olabileceği gibi; yabancı ülkelerin istihbarat
örgütleri de yapmış olabilirler; KGB, MOSSAD, EL-MUHABERAT ve hatta CIA!
Ya da olayda onların da parmağı vardır diyelim!
Ancak bunu, Türk düşmanlarının yaptığında şüphe yok!
Çünkü bu hadise de devletin üstüne yıkılmaya çalışılacaktır
neticede!
Kurt dumanlı havayı sever misali, tam da Rusya ile it
dalaşına girdiğimiz bir sırada bu olayın patlak vermesi işin tuzu, biberi
olmuştur.
Ahmet Hakan ve Tarafsız Bölge
Burada bir çift laf da Ahmet Hakan ve "Tarafsız
Bölge" programı hakkında etmek isterim;
Ne programmış bu "Tarafsız Bölge" programı
kardeşim!
Selahattin Demirtaş örneğinde olduğu gibi; kimisini saz
çaldırıp, türkü söyleterek yıldızlaştırıyor, Tahir Elçi örneğinde olduğu gibi
kimisine de abuk subuk sözler söyleterek dünyasını değiştirtiyor!
Bu arada yapımcısını ve sunucusunu da bir güzel sopadan
geçirtip, hastanelik ettiriyor, gazetesini bastırıyor!
Diyarbakır'daki saldırı sırasında hayatlarını kaybeden iki
polisimize Allah'tan rahmetler diliyorum.
Tahir Elçi'ye gelince; on binlerce kişinin ölümüne, bir o
kadarının da ocağın sönüp, ailelerin dağılmasına sebep olan ve 31 yıldır
devletimizin ve milletimizin başına bela olan PKK'ya "Terör Örgütü
değildir" diyen bir adama benim rahmet dilemem beklenmemelidir.
Bu sebeple olayı kınıyorum ve Allah onu da kendi bildiği
gibi yapsın demekle yetiniyorum.
Mezhep Parti Demektir
Neyse, bizim söyleyeceklerimiz başka...
Dedik ya; son iki gündür televizyonlarda (hassaten Habertürk
kanalında) çok güzel programlar yayınlanıyor diye;
Onlardan ikisi de yukarıda ismini verdiğim programlar.
Bu iki programdan aklımda kalanları kendi bildiklerimle
harmanlayarak sizlerle paylaşmak isterim:
Mezhepler, İslam'a karıştırılan ve önemli bir bölümü kötü
niyetli olan politikaların, yani siyasetin etkisiyle oluşmuş yorum farklarına
dayanmaktadır.
Esasen Arapçada "Gidilen Yol" anlamına da gelen
"Mezhep" kelimesi, parti anlamına gelen "Hizb" kökünden
gelmektedir.
"Hizbullah-Allahın Partisi" ve "Hizbut
Tahrir-Kurtuluş Partisi" örneklerinde olduğu gibi.
Hiçbir mezhep imamı, başlangıçta "ben mezhep
kuruyorum" diyerek yola çıkmış değildir.
Mezhepler, bu imamların ölümünden çok sonraki yıllarda olmak
üzere; onların görüşleri etrafında, daha doğrusu onların görüşlerini merkeze
koyarak, başkalarınca eklenen görüşlerle beslenerek oluşmuş yarı siyasi
teşekküllerdir.
Bu anlamda Mezhepler, fikir öncüllerinin mensup oldukları
toplumların geleneklerinden, göreneklerinden, eski inançlarından, yaşadıkları
coğrafyadan ve iklim şartlarından da etkilenmişlerdir.
Kısaca bu fikir öncüllerinin İslam yorumları, İslam dışı pek
çok faktörden etkilenmiştir.
Bu sebeple hiçbir mezhebin veya imamın görüşüne "Kesin
doğru budur" gözüyle bakılamaz.
Bu anlamda, "İslam'da içtihat kapısı kapanmıştır"
şeklindeki bir kabul, İslam ile taban tabana zıttır.
Yeni bilgilerin ışığında yeni İslam yorumları çıkabilir,
çıkmalıdır da.
Bu dinimizin tekamülü için gereklidir ve tabiidir.
Bu anlamda hiç kimse, ayakları yere basacak şekilde ve iyi
niyetle İslam'a getirmiş olduğu yeni yorumlardan dolayı kınanamaz, horlanamaz
ve itham edilemez.
Günah olan, İslam'a yeni yorumlar getirmek değil, asıl günah
olan, getirilen yeni yorumlara, hiçbir bilimsel dayanağı olmaksızın, sırf
taassubî bir tavırla, oluşmuş kimi önyargılarla karşı çıkmaktır.
İslam, yaşayan bir dindir, onun için asırlar öncesinde
yapılan kimi yorumlara takılıp kalmak, İslam'ın özünü ve esasını teşkil eden,
Kur'an ayetlerine aykırıdır.
Çünkü Kur'an'ın pek çok ayetinde ısrarla aklın ve düşüncenin
önemi vurgulanmaktadır.
Türk Sokratesi ve İslam'da Akılcılığın Öncüsü; Ebu Hanife
Diğer mezheplere mensup olmakla birlikte konuya önyargısız
ve taassuptan uzak bir şekilde
yaklaşanlarca da en büyük İmam olarak kabul edilen İma-ı Azam Ebu Hanife
(Numan Bin Sabit), diğer mezhep öncüllerinin aksine, İslam-ı yorumlarken nakli
değil, aklı esas almıştır.
O, tıpkı Hz. Muhammed'in, ashabına "Benden, Kur'an'dan başka bir şey yazmayın" dediği gibi,
öğrencilerine "Benim görüşlerim,
kesin doğru değildir. Bu sebeple benim görüşlerimi yazmayın..." demiştir.
Bir gün öğrencileri ile sohbet ederken kullanmış olduğu bir
ifadeye öğrencileri "Bu, şüphe
götürmez bir doğrudur" dediklerinde, onlara müdahale ederek; "Hayır, bu görüş belki de şüphe
götürmez bir yanlıştır..." diyebilmiştir.
Bundan maksat, "Ben
eldeki mevcut bilgilerimle bugün böyle söylüyorum. Ancak yarın yeni bilgilere
ulaştığımda aynı konuda farklı şeyler söyleyebilirim" demektir.
Bu bilimsel düşünmek, akla ve fenne önem vermek anlamına
gelmektedir.
Zira sosyal bilimlerde (ki; buna dini yorumlar da dahildir)
görüşlerin tabiat bilimlerinde olduğu gibi deneylerle test edilerek
doğrulanması imkanı yoktur.
Bu sebeple de sosyal bilimlerde ortaya konulan düşünceler
kesin doğrular değildir.
İmam-ı Azam yine bir gün öğrencileriyle tartışırken kendi
görüşünü ortaya koyar ve "benim
görüşüm budur" der.
Ancak öğrencileri hocalarına katılmazlar ve aynı konuda
kendi görüşlerini savunurlar ve delillerle savundukları bu görüşü desteklerler.
İmam-ı Azam bakar ki; öğrencilerinin görüşü çok daha
isabetlidir ve akla yatkındır. Bunun üzerine "Tamam, sizin görüşünüz daha isabetlidir, ben de sizin gibi
düşünüyorum" diyerek, fikrini değiştirir.
Peki, ya bugünkü tarikat şeyhleri, sözüm ona dini cemaat
liderleri ve bir kısım ilahiyatçılar.
Onlar burunlarından kıl bile aldırmazlar bu konuda.
Yolsuzluğu hırsızlık olarak algılamadıkları gibi, iktidar
sahiplerinin kendi iktidarlarını sürdürebilmek için buna engel olanların öldürülebileceğine
dair fetvalar bile verebilirler.
Bu adamların etkisinde kalanlar arasında "Allah, yakınlara bakmayı emretmiştir.
Onun için biz de yakınlarımızı devlet hizmetlerine sokarak onlara sahip
çıkıyoruz" ve "Hz.
Peygamber Mekke'yi fethettiğinde gururlanmıştır, biz gururlanmayacağız"
dilenler çıkabildiği gibi "Bu
Bakara, iyi makara" diyerek Allah'ın ayetleriyle dalga geçenler bile
çıkabilmiştir.
Günümüz din adamları bu tür çıkışlar karşısında genelde
sessiz kalmayı tercih ediyorlar ama İmam-ı Azam Ebu Hanife, vaktiyle bu tür
çıkışlar karşısında sessiz kalmamış, tam aksine sesini yükseltmiştir.
Emevilerin ve Abbasilerin bu tür çıkışları yüzünden onları
kıyasıya tenkit etmiş ve bu karşı çıkmanın bedelini de canıyla ödemiştir.
Esasen Ebu Hanife biraz da bu yüzden "İmam-ı
Azam"dır, yani "En Büyük İmam!"
Sokrates bugün neden büyükse, Türk Sokrates'i Ebu Hanife de
aynı sebepten büyüktür.
Çünkü İmam-ı Azam Ebu Hanife aslen Türk'tür!
İmam-ı Azam'ın Yazılmış Bir Kitabı Yoktur!
Ona nispet edilen "Fıkh-ı Ekber" isimli kitabın,
kendisine ait olmadığını ve bu eserin, onun yazmış olduğu küçük bir risaleden
hareketle ve ancak onun görüşleri etrafında öğrencileri ve takipçileri
tarafından şekillendirildiği söylenir.
Esasen Ebu Hanife, bir fıkıhçı da değildir ve yazmış olduğu
risaleyi fıkıh risalesi olarak yazmamıştır.
Onu fıkıhçı yapanlar, Eşariler, yani bugün bilinen adlarıyla
Selefilerdir.
Eşarilerin ve Selefilerin, Türk Yurduna yerleşmesinin ve
dini düşünce bakımından Türk Milleti'ni etkileri altına almalarının en büyük
müsebbibi Yavuz Sultan Selim'dir.
Çünkü Mısır'ı fethettikten sonra, orada bulunan ve akıl
yerine nakli esas alan Maliki ve Hanbeli Mezheplerinin, yani İslam'ın
bedevilerce yapılan dayatmacı yorumları etrafında şekillenen ve Eşarîlik
denilen ekole mensup 1500 civarındaki din adamını gemilere yükleyerek
İstanbul'a göndermiş ve bu adamların kısa sürede devletin önemli makamlarını ve
düşünce dünyamızı işgal etmelerinin yolunu açmıştır.
Eşariliğin Osmanlı coğrafyasına egemen olmasıyla birlikte,
medreselerden felsefe ve diğer akli ve fenni bilimler sürülüp çıkarılmış,
onların yerine katı İslam yorumlarına dayanan dini bilimler ikame edilmiştir.
Geçtiğimiz yıllarda akıl ve akılcılığı öne alan felsefe
grubu derslerinin, İlahiyat Fakültelerimizin ders programlarından çıkarılmak
istenmesinin altında yatan yegane sebep de bu ülkede Büyük Atatürk tarafından
büyük ölçüde temizlenen ve kökü kazınmaya çalışılan Eşari ve Selefi düşüncenin
tekrar dini ve eğitim hayatımıza egemen olmasını isteyenlerin siyasi ayak oyunlarıdır.
Umalım ki; orta öğretimde dini derslere ağırlık verenlerin
de böyle bir maksatları olmasın!
...
Sultan Selim ile Şah İsmail mücadelesi, bu anlamda Türklerin
bahtsızlığıdır.
Bu mücadele, Timur ile Yıldırım Bayezit, Fatih Sultan Mehmet
ile Uzun Hasan arasındaki mücadeleden çok daha büyük etkiler yaratmıştır Türk
Milleti'nin, dini, siyasi, kültürel ve sosyal hayatında.
Bugünkü toplumsal yarılmanın bir sebebi de Sultan Selim ve
Şah İsmail arasındaki politik mücadeledir; yani siyasi iktidar hırsı ve post
kavgası!
Türkler İslam'ı Nasıl Kabul Ettiler?
Türkler, yaygın deyişle İslam'ı gönüllü olarak kabul
etmemişlerdir.
Bunun sebebi, Türklerin zaten tek tanrılı bir dine inanıyor
olmalarıydı.
Dolayısıyla; Türkler'in İslam'ı gönüllü kabul ettiklerini
söylemek, Türkler'e direk hakarettir.
Zira Türkler, don değiştirir gibi din değiştiren bir kavim,
asla olmamışlardır.
Türklerin Şamanist olduklarını ve eski dinlerini Şamanizm
olduğunu söyleyenler, düpedüz yalan söylemektedirler.
Türkler, 640'lı yıllardan başlayarak geniş kitleler halinde
Arapları ve İslam'ı tanımaya başlamışlardır.
Elbette bu tarihten sonra Müslüman olan Türkler de
bulunmaktadır.
Gelin görün ki; Türkler, 10. yüzyılın ikinci yarısına
gelinceye kadar, yaklaşık 250-300 sene İslam'ın ve İslam adı altında dayatılan
Arap kültürünün Merkezi Asya'ya girişine uzun süre engel olmuşlardır.
Bu konuda; Kuteybe Bin Müslim ve Sait Bin Osman'dan (ki; 3.
İslam Halifesi Hz. Osman'ın oğludur) başlayarak, Türkistan'a seferler yapan
Arap kumandanlarının ve onların yönetmiş oldukları Arap ordularının tutum ve
davranışlarının da olumsuz etkileri olmuştur.
Zira Arap ordularının merkezi Asya'ya veya yaygın tabirle
Türkistan'a yaptıkları seferlerin asıl maksadı, oralarda İslam'ı yaymak değil,
çapul ve yağma idi.
Yani Türkistan'ın zenginliklerini, Arap ülkelerine
nakletmek.
Bu sebeple Türkler, uzun süre direnmişlerdir Arap-İslam
ordularına karşı.
Ta ki; 10. yüzyıla, Abdülkerim Satuk Buğra Han yönetimindeki
Karahanlılar Devleti'ne gelinceye kadar.
Abdülkerim Satuk Buğra Han, Türk Töresi'nin kendisine vermiş
olduğu yetkiye dayanarak İslam'ı devletin resmi dini olarak tanıyınca, Türkler
büyük gruplar halinde ve gönüllü olarak İslam'ı kabul etmeye başlamışlardır.
Burada dikkat edilmesi gereken şey; Abdülkerim Satuk Buğra
Han'ın, İslam'ı resmi devlet dini olarak tanıma konusundaki yetkiyi TÖRE'den
almış olmasıdır.
Çünkü TÜRK TÖRESİ, Türk Milleti'nin ta başlangıçtan beri
oluşturduğu ortak aklın ürünüdür ve bu ortak akıl, Hakan'a böyle bir yetkiyi
vermektedir.
Türk kavramı da zaten "Töreli İnsan", "Töre
Sahibi İnsan" anlamına gelmektedir.
Bu anlamda Türk töresini kabul eden her insan Türk olabilir
ve yine bu anlamda Türklük, sadece doğuştan gelen bir haslet değil, sonradan da
kazanılan bir haslettir.
Türk ana ve babadan doğmakla birlikte Töreye karşı çıkanlar,
Türklükten de çıkmış olurlar.
Buna karşılık başka bir ırka mensup olmakla birlikte Türk
Töresi'ni kabul edenler de aynı zamanda Türklüğü de kabul etmiş olurlar.
Bu anlamda TÖRE, tıpkı din gibidir.
Daha doğrusu TÖRE; din, yönetim, hukuk ve ekonomi gibi
toplum hayatını ilgilendiren her şeyi içine alan geniş bir kavramdır.
Yakın zamanlara kadar, hatta benim çocukluğumun geçtiği
40-50 yıl öncesine kadar bu ülkede Türklükle Müslümanlık aynı anlamda
kullanılıyordu ki; rahmetli babama, Arap İslam Ordularının Türkistan'a yapmış
olduğu seferleri ve orada yapmış oldukları katliam ve soykırımları anlattığımda
bana şöyle dediğini hatırlarım: "Oğlum, Türklükle Müslümanlık aynı şey
değil mi? Peki, bunlar neden sürekli birbirini öldürmüşler?"
Bu durum Balkanlar'da halen geçerlidir.
Orada halen Müslüman deyince Türk, Türk deyince Müslüman
anlaşılmaktadır.
Ebu Hanife ve İmam Maturidi
Türkler, dini hayatlarını genellikle akla öncelik veren ve
aynı zamanda her ikisi de Türk olan İmam-ı Azam Ebu Hanife ve İmam Maturidi'nin
görüşleri çerçevesinde şekillendirmiş bir millet iken, Sultan Selim'in Mısır'ı
fethedip hilafet makamını İstanbul'a getirmesinden sonra, nakli, yani
rivayetleri esas alan Eşarilik ve Selefilik de Türk toplum hayatında kendisine
yer bulmaya başlamıştır.
Ancak Türk Dünyası, yine de genellikle aklı esas alan dini
yorumlar etrafında toplanmıştır.
Bu durum, bugün bile geçerlidir.
Demokrasi'nin, laikliğin ve hoşgörünün Türklerin yaşadıkları
coğrafyalarda kendilerine yer bulabilmesinin bir sebebi de zaten budur.
Bu anlamda Ahmet Yesevi'nin ve Hallac-ı Mansur'un Türklere
yapmış olduğu büyük hizmetleri görmezden gelemeyiz.
Hz. Peygamber ve Türkler
Hz. Peygamber döneminde Mekke'de az da olsa Türkler
bulunuyordu.
Kılıç ustaları olarak bilinen Süreyc Ailesi'nin ve bu
ailenin reisi Talha bin Osman'ın Türk oldukları bilinmektedir.
Hatta geçenlerde medyaya da yansıdığı kadarıyla Topkapı'da
bulunan ve 3. İslam Halifesi Hz. Osman'a it olduğu söylenen bir kılıçta bulunan
ve Kayı Boyu'nun damgası olarak kabul edilen bir damganın, Mekke'nin kılıç
ustaları olan bu Süreyciler tarafından yapıldığı, dolayısıyla Süreycilerin de
Kayı boyuna mensup bir Türk topluluğu olduğuna ilişkin haberler çıktığını
hatırlıyorum ben.
Hz. Muhammed'in bütün çevre hükümdarlara olduğu gibi Türk
hakanına da mektup yazdığı ve Türkleri muhatap aldığı rivayetleri vardır.
Kaşgarlı Mahmut'un "Divan-ı Lügat-it Türk" isimli
eserinde bulunan ve kimilerince kutsî
hadis olduğu rivayet edilen "Şânı
yüce Allah buyurdu ki; benim doğuda yerleştirdiğim ve adını Türk koyduğum
ordularım vardır. Bir kavme kızdığında onların başına bu orduyu musallat
ederim..." şeklindeki rivayetin hadis olup olmadığı kesin değildir.
Esasen bu o kadar da önemli değildir.
Ancak bu rivayet, Kaşgarlı Mahmut'un şahsında Türk
Milleti'nin tarihsel duruşunu ve hâkimane edasını sergilemesi bakımından
tarihsel bir öneme sahiptir.
Yani Kaşgarlı Mahmut Araplara demek istemiştir ki;
"Bizi öyle sıradan bir millet olarak görmeyin ha! Biz böyleyiz; Allah
tarafından övülmüş ve ismi bile Allah tarafından konulmuş bir milletiz. Kafamız
kızarsa..."
Atatürk, Hz.
Muhammed'i, İmam-ı Azam Ebu Hanife'yi ve İmam Maturudi'yi en iyi anlayan devlet
büyüğümüzdür.
Bizi göre de onun "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir,
fendir..." sözü bunu göstermektedir.
Ömer Sağlam
ALINTI YAPMAK İÇİN
- Yazarlarımızın makaleleri ve Sayın Günay Tulun'a ait şiirlerin, "Radyo-TV ile diğer basın ve yayın organlarında" yayım ilkesi: Önceden haber verme, eserin aslına sadık kalma, eser sahibiyle alıntının yapıldığı yer adlarını anlaşılır bir açıklıkla belirtmektir. Yayın öncesi bildirim imkânının bulunamadığı aniden gelişen durumlardaysa nezaket gereği, [sessizliginsesi.tr@gmail.com] adresine yayın sonrası bilgi gönderilmesini rica eder; tüm yayınlarınızın başarılı geçmesini dileriz.
ESER EKLEMEK İÇİN
- "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm basılı ya da dijital yayın sayfalarında halkımızın geniş dünya ilgisine uygun olarak her türlü konuya yer verilmiştir. Yayınlanan fotoğrafların büyük bir kısmı "Kadim Okurlarımız" tarafından gönderilmiştir. Fotoğraf ve çizgi resimlerde "İlişkinlik-Telif Hakkı" konusunda tereddüt oluştuğunda bu eserleri yayından çekme hakkımız saklıdır. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm gazete, dergi, site, blog gibi yayın araçlarında yayınlanan makale ve diğer yazı türleriyle fotoğraf, resim, yorum gibi her türlü eserin; üçüncü şahıs, kurum ve kuruluşlara karşı her türlü sorumluluğu, bu eserlerin sahibi olan yazar, gönderici ve ekleyicilerine aittir. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"nun yayın organlarına kayıt edilen ya da kaydedilmek üzere gönderilen eserlerin, telif hakları konusunda problemsiz olmaları önemli ve gereklidir. Yayın Kurulu, gönderilen eserleri yayınlamaktan vazgeçebileceği gibi, dilediği yayın organlarından birinde ya da hepsinde aynı anda ya da değişik zamanlarda yayınlayabilir, yayınlamak isteyen üçüncü şahıslara, tüzel kişiliklere ve kurumlara onay verebilir ya da onlar tarafından yayınlanmasını engelleyebilir. Yalnız şu unutulmamalıdır ki bu eserler, okura saygı kuralı gereği Türkçe kurallarına uygun olmalıdır. Yazılar yayınlandıktan sonra, yazar ya da ekleyicisi; istifa, uzaklaştırılma, çıkarılma dâhil herhangi bir nedenle yazı göndermesi sonlandırılmış olsa dahi "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu Yayın Kurulları"nın oy birliği içeren onay kararı olmadan eserlerinin kayıtlarımızdan ihracını isteyemez, istediği takdirde bunun reddedileceğini en baştan bilmelidir. Gönderici ve yazarlarımızın bu konuya önceden dikkat etmeleri, ileride ihtilaf doğmaması için baştan eser göndermemeleri gerekmektedir. Yayın organlarımıza ekleme yapanlar, bu konudaki sorumluluklarını okumuş ve kabul etmiş sayılacaklardır. Uzun süre yazı göndermeyen ya da yazmayı bırakan köşe yazarlarımızın o güne kadar gönderdikleri tüm yazılar "Konuk Yazarlar" bölümüne aktarılarak yeniden yazı göndermeye başladığı güne kadar köşesi kapatılır. Köşeyi kapama ya da kapatılan köşeyi açıp açmama konusunda karar sahibi, "Sessizliğin Sesi Grubu" ile "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"dur. İhtilaf durumunda, İstanbul'un Kadıköy Mahkemeleri yetkilidir.
YORUM YAZMAK İÇİN
Sayın Okurlarımız: Yorumlarınızı; Grubumuza ait "Google, Yahoo, Mynet, Hotmail, TurTc " ve diğer posta adreslerimize göndermek yerine, "Yorum bölümü açık olan sitelerimiz"deki; yorum yazmak istediğiniz yazının alt kısmında yer alan "Yorum", "Yorum Yapın", "Yorum Yaz" veya "Yorum Gönder" tuşlarını kullanarak doğrudan kaydetme olanağınız bulunmaktadır. Yazacağınız yorumlarınızın; gecikmeksizin, anında yayına girmesini dilerseniz bu yolu tercih etmenizi, saygılarımızla öneririz.