Değerli dostlar, izninizle bugün bir miktar Mesut Yar'lık yapacağım. Yani televizyon programı eleştirisi yapacağım. Umarım Mesut Yar'lık yapacağım derken bir hıyarlığın altına imza atmış olmam. Ancak durduk yerde size magazin programı eleştirileri yapacak değilim herhalde. O konular Mesut Yar'lık konular.
Tartışma mı Atışma mı?
Bizim üzerinde durmak istediğimiz
programlar, "Açık Oturum" türü tartışma programlarıdır. Ne yalan
söyleyeyim, bu tür programları ben de seviyorum. Ancak seviyeli olursa. Gelin
görün ki; bu tür programlar birbirinin kopyası gibi. Aşağı yukarı konular da
aynı, konuklar da aynı. Üstelik söylenen sözler de aynı. Şu kanaldaki programın
konukları, dün diğer televizyonda gördüğünüz konuklar olduğu için diğer
kanaldaki programa mı geçmek istediniz? Ancak o da nesi; oradakiler de dün,
değiştirdiğiniz birinci kanalda izlediğiniz konuklar. Yaşar Hacısalihoğlu,
Erdinç Yazıcı, İsmail Saymaz, Ahmet Kasım Han, Cüneyt Toraman, Mehmet Şahin,
Celal Ülgen, Salim Şen, Ersan Şen, Nihal Bengisu Karaca, Nagehan Alçı, Halime
Özkan, İhsan Aktaş, Hakan Bayrakçı, Kenan Alpay...
Allah'tan Cahit Özkan, Reşat
Petek, Mithat Sancar, Ayhan Bilgen, Hüseyin Yayman, Şamil Tayyar ve Mehmet
Metiner gibi adamlar milletvekili oldular da onlardan bari kurtulduk ahali
olarak! Varsın TBMM Başkanı İsmail Kahraman uğraşsın onlarla! Ha bir de Özcan
Yeniçeri ve Abdurrahman Kurt gibi milletvekili olamayınca cilası kaybolup,
popülerliklerini yitirdikleri için ekranlardan düşenler var; şükürler olsun
onlardan da kurtulduk milletçe!
Özetle; yeni bir yüz, yeni
şeyler söyleyen hiç kimse yok ekranlarda. Üstelik bugün FETÖ'yü yerden yere
vuran bu insanların çoğu, dün FETÖCÜ Taraf Gazetesi'nin hortlattığı ve FETÖ'nün
kumpası olan Ergenekon ve Balyoz davalarının aleyhinde atıp tutuyorlardı. Hem
de utanmadan ve sıkılmadan! Sahi bu tür programların gediklisi olan bu
insanların bir derneği filan mı var yoksa? Sanıyorum; televizyon programcıları,
ajanslardan manken veya oyuncu ister gibi, tartışmacı bulmak için bu derneğe
başvuruyorlar, dernek yönetimi de o gün ellerinde bulunan hazır kıta
tartışmacıları ücreti mukabilinde bu programlara gönderiyorlar? İşin garibi bu
adamların hemen hepsi, her şeyi biliyorlar ve her konuda fikir ileri
sürüyorlar!
Şahsen bugüne kadar, "Bu
konu benim uzmanlık alanım değil, ben bu konuda düşünce ortaya koyamam"
diyeni hiç görmedim ben bugüne kadar. Geçenlerde, programa çıkan Balyoz mağduru
paşalardan birisi, anlattığı konuyu ayet ve hadislerle kuvvetlendirmeye
kalkışınca, "tamam" dedim, "bundan sonra din konusu kurmay
askerlere kaldı". E normal tabi. Askerlik ve darbe yöneticiliği Adil Öksüz
gibi ilahiyatçılara kalınca, onlardan kalan boşluğu da askerler dolduracak!
Bereket versin, emekli paşalar beklediğimizden de ağırbaşlı ve vakur çıktılar.
15 Temmuz'dan sonra ekranları parselleyen bu adamlar, ekranlardan çabuk
düştüler/düşürüldüler de önümüz bir miktar aydınlandı. Yoksa at izi it izine
iyice karışmış olacaktı ülkede!
Tartışma programları
hazırlayanlar da galiba bir miktar işin ticari yanında. Yaptıkları gazetecilik
değil, düpedüz ticaret. Onlar da program daha fazla nasıl reklam alırın
peşindeler zannımca! Ekranlara ısrarla reyting yapacak adamları çıkartıyorlar.
Bu durumda da yönetmiş oldukları programlar tartışma programı olmaktan çıkıp
atışma programına dönüşüyor tabi. Arkasından da seyreyleyin gümbürtüyü.
Ancak dikkat ediyorum,
programların en hararetli anında birbirine bağıran, hatta hakaret eden
katılımcılar, programın sonunda kuzu melek, el ele, kol kola çıkıyorlar
stüdyodan. Sanki bir parmak atmadıkları kalıyor biraz önce bağırıp çağırıp
hakaret ettikleri adama. Anlaşılan, bu adamlara moderatör veya yönetmen
tarafından bazen birbirlerine sataşıp programı hareketlendirmeleri konusunda
talimatlar veriliyor! Ya da ne bileyim yönetmen, okuyucudan gelen istek ve
tepkiye bağlı olarak sunucunun kulağına "Falancaya şöyle bir soru sor da
program biraz hareketlensin" türünden bir öneri de bulunuyor ve hınzır
sunucu da böyle bir soruyu pat diye sorarak konukları hop oturtup hop
kaldırıyor stüdyoda!
Geçenlerde kendisi de TRT'de
tecrübeli televizyoncu olan bir sosyal medya arkadaşım facebook sayfasında bu
konuya değinerek şöyle diyordu: "Tartışma programları, çekirdek
çitlemek gibi. Başlayınca bırakmak güç oluyor. O ne diyecek, bu ne diyecekle
saatler geçiyor. İncir çekirdeğini doldurmayacak lâkırdılar. Üstelik çoğu
yalan. Evet yalan..." Bu sözlere katılmamak ne mümkün?
Gelelim dün akşam CNN-Türk'de
yayınlanan bu tür programlardan "Gündem Özel" isimli programa.
Programın konukları İlahiyatçı yazar Ayşe Sucu, tarihçi Yrd.Doç. Dr. Orhan
Çekiç, Yeni Akit Yazarı Kenan Alpay ve İnsani Müdafa ve Kardeşlik Derneği
(İMKANDER) Başkanı Murat Özer idi. Doğrusu Ayşe Hanım'a pek üzüldüm dün akşam.
Zira çoğu kere programdaki otoritesini (belki de bilinçli olarak) kaybeden
Deniz Bayramoğlu'nun yönetmiş olduğu programda, maymunlar cehennemine düşmüş
gibiydi Ayşe Sucu. Çünkü karşısında Atatürk ve laiklik karşıtı olduklarını
açıkça söyleyen iki saldırgan sakallı tip vardı ve Ayşe Sucu, onlarla tek başına
mücadele etmek zorunda kaldı. Yanına destek kıtası olarak oturtulan Orhan Çekiç
ise, el, kol, dudak, yüz ve göz hareketi yapmaktan konuşmaya fırsat bulamadı!
Yaşı oldukça ilerlemiş bu adamın, çocuğu yaşındaki adamların profesör olduğu
bir zamanda neden hala Yardımcı Doçent seviyesinde kaldığını az çok tahmin
ettik dün akşam. Çünkü adamda belki bilgi var ama satış yok! Kesik kesik yapmış
olduğu konuşmaları, zihninizde montajlayarak, yan yana getirip anlamlı bir
cümle oluşturana kadar tartışmanın konusu bile değişmiş oluyor çoğu kere!
Zaten aklım bir bu tarihçi
Orhan Çekiç'in yardımcı doçentliğine ermedi benim, bir de 1999 yılındaki
Marmara Depremi'nden beri hâlâ Yardımcı Doçent olan deprem uzmanı Oğuz
Gündoğdu'ya. Bu ikisi, seviyorlar galiba Yardımcı Doçentliği. Bir türlü terfi
edemediler doçentliğe ve profesörlüğe yahu.
Dedim ya; ilahiyatçı Ayşe
Sucu, dün akşam tam anlamıyla bir korku filminin içinde buldu kendisini. Çünkü
karşısında, laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmuş gibi duran iki karanlık adam
vardı dün akşam. Ayşe Hanım, bunlarla mücadele ederken, bazı hatalar da yaptı
haliyle. Bazı şeyleri eksik söyledi, bazı şeyleri ise söylemedi. Belki de o an
hatırına gelmedi bu bilgiler. Çünkü özellikle Yeni Akit yazarı Kenan Alpay, çok
kötü saldırıyordu kendisine. Bir an için kalkıp Ayşe Sucu'yu pataklayacağını
bile düşündüm nedense!
Adam açıkça laik demokrasiye
karşı olduğunu, en iyi yönetim şeklinin Allah'ın dini olduğunu, Atatürk'ün
ezanı Türkçeleştirmek suretiyle bu millete tam on sekiz yıl işkence yaptığını,
inkılapların zorla dayatıldığını, Atatürk'ün bir süpermen gibi davrandığını,
onun döneminde yapılan seçimlere seçim denilemeyeceğini ve bütün adayları tek
başına belirlediğini, rakiplerine şans tanımadığını, tarikat ve cemaatlerin
legal hale getirilmesi gerektiğini söyledi durdu program boyunca. Şu ezan
konusunu defalarca anlattım yazılarımda. Ezan, ayet veya hadis metni değildir.
Bu sebeple değiştirilmesinde, yani başka dilde okunmasında hiçbir beis yoktur!
Bu durumu görünce, hemen Ayşe Sucu'ya facebook vasıtasıyla, moderatöre de
e-posta vasıtasıyla şu mesajı gönderdim(elbette değinmediler, belki de
görmediler mesajımı):
"Orada tarikat ve
cemaatlerin serbest bırakılması ve ancak devlet tarafından denetlenmesi
öneriliyor. Bu denetimi kim yapacak? Diyanet mi? Diyanet daha kendi
memurlarını denetleyemiyor. 1519 din görevlisi FETÖCÜ olarak ihraç edilmiş.
Peki bu adamlar bugüne kadar neden görülmemiş? Demek ki Diyanet denetim
görevini gereği gibi yapamıyor. Unutulmasın ki; Cemalettin Kaplan, Hasan Mezarcı
ve Fethullah Gülen de birer Diyanet mensubu idiler. Çarşamba Cemaati'nin
lideri Mahmut Hoca da Diyanet mensubu bir imamdı. Cemaatlere serbesti verilmesi
demek, bu ülkede onlarca İslam dini, onlarca Diyanet oluşturulması
demektir(Sonra da gelsin dinler arası savaş). Ayrıca FETÖ bir tarikat ve cemaat
değil, siyasi, askeri ve iktisadi amaçları da olan bir çete hareketidir. Bu
anlamda Nurculuk, Süleymancılık, Işıkçılık gibi oluşumlar da tam anlamıyla
birer menfaat birlikleridir. Hepsinin birer holdingi, hepsinin siyasi
pazarlıklar yatığı siyasi partiler vardır."
Oyalı da Yazma
Başında...
Şahsen Ayşe Hanım'ı bir kardeş ve
bir abla gibi severim. Kendisine saygım vardır. Bunun bir sebebi, aynı kurumda
teşriki mesai yapmamız ise de en büyük sebebi, İslam'ı yorumlamada kendisiyle
benzer bir anlayışa sahip olmamızdır. İkimiz de bunun sıkıntısını çok çektik
Diyanet'te çalışırken. Ve sonunda da zaten ikimiz de kovulduk Diyanet'ten! Yani
her ikimiz de bir anlamda Diyanet'in melunlarıyız kendisiyle! Tazminatımız verilmiş
olsa da, kendi isteğimizle ayrılmadık biz Diyanet'ten. Sözleşmelerimiz
feshedilerek ayrıldık. Ayşe Sucu'nun, dün akşam milyonların karşısında Yeni
Akitçi ve şeriatçı Kenal Alpay'a çekmiş olduğu zılgıtta yerini bulan ve Türk
kadınını temsil eden dik duruşu ve asaleti, her zaman hoşuma gitmiştir benim.
Hele hele, başörtüsünün İslam'a girişin ön şartı veya Müslüman kadının sembolü
olmadığını anlatır biçimde türban takış biçimini, geleneksel İslam düşüncesine
ve din baronlarına bir başkaldırı olarak yorumlarım hep.
Nedir o başörtüsü bağlama
şekli? Saçın kâkül kısmını dışarıda bırakacak şekilde gevşek bir bağlamadır.
Anadolu kadını da zaten aşağı yukarı saçlarını böyle örter, bağda, bahçede ve
tarlada çalışırken. Saçının önleri ve yanları hep görülür Anadolu kadınının.
Aksi takdirde sıkı sıkıya bağlanmış bir başla, tarlada, bağda ve bahçede
çalışması ne mümkün bu kadınların?
Bilmeyenler için söyleyelim;
bu şekilde baş bağlayanlar, Hz. Peygamber döneminde de vardı. Evet, az da olsa
vardı. Hadisçiler ve İslam tarihçileri, Medine'de yaşayan Sükeyne adında bir
Aristokrat kadının, saçlarını bu şekilde, yani bir kısmı dışarıda kalacak
şekilde kapattığını, Hz. Peygamber'in de bu durum karşısında sessiz kaldığını
söylerler. Dolayısıyla; Ayşe Sucu'nun başörtüsü bağlama şekli de takdire
şayandır. Gelin görün ki; dün akşamki başörtüsü, görsel bakımdan hiç de göze
hoş gelmiyordu. Sanki rüzgârın etkisiyle havadan esip gelerek Ayşe Sucu'nun
başına konmuş bir pazarcı poşeti gibi duruyordu! Zira yarısı gevşek, yarısı sık
dokunan yan yana şeritlerden oluşan ve ipekten dokunduğunu sandığım örtünün,
gevşek veya ince dokunan kısmı stüdyodaki ışıkların etkisiyle şeffaf hale
gelerek saçın rengini olduğu gibi dışarı vermiş, sık veya kalın dokunan kısmı
ise saçı gizlemiş, böylece Ayşe Sucu'nun saçları alaca belece bir hal almıştı
program sırasında.
Modacıları bilmem ama ben dün
akşamki program sırasında takmış olduğu başörtüsüne on üzerinden bir bile
vermedim Ayşe Hanım'ın. Kusura bakmasın. Keşke başı açık veya alışa geldiğimiz
eski usul başörtüsüyle çıkmış olsaydı programa. Öyle ki; dün akşam garip
başörtüsüne bakmaktan çoğu kere ne dediğini bile duyamadık Ayşe Sucu'nun!
Eminim ki; pek çok seyirci de benim durumumda idi dün akşam. Programın sonuna
doğru karşısında oturan iki Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı şeriatçıya hadlerini
bildirmesi, onları zarafete ve ciddiyete davet etmesi, kesinlikle güzeldi.
Kendisini gönülden alkışlıyorum. Ancak onun da artık şu başörtüsü konusunda bir
karar vermesi gerekiyor. Ya başını temelli açmalı, ya da temelli kapatmalıdır.
Öyle başına, dala konmuş kelebek misali incecik pelerin ve poşumsu şeyler
koyarak ekranlara çıkması doğru değildir. Dün program sırasında, Kenan Alpay'ı,
"siyasete eklemlenmiş söylemlerle konuşmakla" tenkit etti Ayşe
Hanım. Doğrudur; adam gerçekten de öyle konuşuyor. İktidar partisine şirin
gözükme peşinde. Kim bilir belki de 2019 için hazırlık yapıyor. Diğer pek
çokları da öyle zaten. Ancak Ayşe Sucu'nun başörtüsü bağlama şekli de bir
miktar siyasi mesaj içermektedir. Bütün partilere aynı mesafedeyim hepsinde de
siyaset yapabilirim gibi bir mesaj veriyordu, özellikle dün akşamki başörtümsü
şeyi!
Hz. Peygamber dünya
işlerinden anlamaz mıydı?
Ayrıca Ayşe Hanım'ın Laiklik ve
inkılapları savunurken, Hz. Peygamber'in hurma aşısı ile ilgili söylediği
rivayet edilen "Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz"
hadisinden hareketle, Hz. Peygamber'i dünya işlerinden anlamayan ve sadece
ahrete yönelmiş bir molla veya bir tekke şeyhi olarak göstermeye çalışan birisi
pozisyonuna düşmesini, bir hayli yadırgadım doğrusu. O hadisi söyledikten
sonra bir miktar daha açıklama getirmesi gerekirdi diye düşündüm o sırada. O
açıklamalar gelmeyince ya da ona fırsat bulamayınca şeriatçı Kenan Alpay,
işaret parmağını gözüne sokarcasına dikerek Ayşe Sucu'yu bir miktar köşeye
sıkıştırmış gibi oldu! Ben bir ilahiyatçı değilim ama bana göre de bahse konu
hadis, konuya ve kişiye özel bir hadistir; genele şamil edilemez. Yani bu
hadisten hareketle Hz. Peygamber "Dünya işlerinden anlamazdı. Bu işleri
sahabeye bırakmıştı. O sadece Allah'ın ayetlerini tebliğ ile meşguldü..."
denilemez. Hz. Peygamber'in, dünya işlerine ilişkin olarak örnek alacağımız bir
sürü eylem ve söylemi vardır.
Çünkü O, sadece bir peygamber
değil, aynı zamanda bir devlet başkanı, bir başkumandan, bir diplomat, bir
öğretmen, bir belediye başkanı, bir akil adam, bir kanaat önderi ve bir aile
reisiydi. Bu sıfatlarıyla toplumun içinde olan birisiydi. Yaşayan ve hareket
eden bir Kur'an'dı. Yani Kur'an hükümlerini yaşayan ve bu şekilde topluma
yansıtan birisiydi. Zira Kur'an, sadede Ahrete yönelik hükümler taşıyan bir
kitap değildir. O, toplum hayatını, aile hayatını, devletler ve milletler arası
ilişkileri, ekonomik ve kültürel hayatı, hatta evlilik ilişkileri de dahil
olmak üzere aile içi ilişkileri, hukuki ve iktisadi ilişkiler de dahil İslam
toplumunu dizayn etme gayretinde olan bir kitaptır. Kur'an'daki hüküm
ayetlerinin (yapın veya yapmayın şeklindeki ayetlerin) hemen hepsi, dünyevi
hayatımızla alakalıdır. Böyle bir dinin peygamberinin, dünyadan elini eteğini
çekmesi ve dünya işleriyle ilgilenmemesi diye bir şey olamaz. Kendisinden yaşça
çok küçük olan eşi Ayşe'nin elinden tutup onu eğlence ortamına götüren ve
mescidinde eğlenceli etkinliklerin yapılmasına bile izin veren bir
Peygamber'in, dünya işlerinden anlamadığını söylemek ve bu anlama gelecek
açıklamalardan zinhar kaçınmak gerekir.
Ayşe Sucu'nun dün akşam ki;
programda konu ettiği hadis ile ilgili olarak bir rivayet şöyledir:
Rasulullah (s.a.v.), Medine’de
iken ziraatçilerin yabani hurmaları, iyi cins hurmalarla aşıladığını görmüş ve
ne yaptıklarını sormuştu. Onlar da “Öteden beri bunu yapıyorduk.” deyince
Peygamber; hurmaların budanarak meyve vermelerinin gecikeceğini ve hurma
sıkıntısı yaşanacağını düşünerek "Böyle yapmasanız daha iyi olur.”
buyurdu. Onlar da aşılama yapmayı terk ettiler. Bu yüzden hurmalar o yıl
randıman vermedi. Günümüz tabiriyle söyleyecek olursa rekolte düşük oldu. Durum
Allah Rasûlune intikal ettirilince O bu kez şöyle buyurdu: “Ben ancak bir
beşerim, size, dininize âit bir şey emredersem bunu uygulayın, size şahsî
görüşüme dayanarak bir şey söylersem ben ancak bir beşerim(yani yanılabilirim)."
Bir başka rivâyette ise “...Siz, dünya işini daha iyi bilirsiniz.”
buyurmuştur(1).
Ayrıca Hz. Peygamber'in, zaman
zaman beşer olarak vermiş olduğu kararlarda yanıldığı, bu sebeple gerek bizzat
Allah tarafından, gerekse sahabeleri tarafından ikaz edilerek bu yanlıştan
döndüğü bilinmektedir. Örneğin, "zıhar" konusunda cahiliye döneminden
beri uygulana gelen bir geleneğe uygun olarak vermiş olduğu hükümde yanılmış ve
ancak Allah tarafından gönderilen bir ayetle ikaz edilerek yanlışından
dönmüştür.(2) Yine bir âmâ konusundaki tavrı sebebiyle Allah tarafından ikaz
edilmiştir Hz. Peygamber(3).
Bunun dışında sahabesi de hiç
şüphesiz Hz. Peygamber'e kimi ikaz ve danışmalarda bulunmuştur. Zaten O,
dünyaya yönelik işlerini genelde sahabesiyle istişare ederek yapıyor,
kararlarını ona göre veriyordu. Çünkü Allah'ın emri bu istikamette idi. Bir
ayette şöyle denilmektedir: "...İş konusunda onlarla müşavere et.
Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et"(4).
Hz. Peygamber'in hayatında ashabına danışarak, onlarla görüşerek almış olduğu
bir sürü karar vardır ki; bunların başında savaş kararları vardır. Bu
kararların hemen hepsini, arkadaşlarına danışarak vermiştir Hz. Peygamber.
Ancak O'nun bu tavrı, dünya işlerinden anlamadığı şeklinde yorumlanamaz. Sadece
insan hakları konusunda yayınlanmış ilk "İnsan Hakları Bildirgesi"
veya "İnsan Hakları Deklarasyonu" diyebileceğimiz ünlü "Veda
Hutbesi" bile O'nun başlı başına bir siyaset uzmanı ve diplomatik deha
olduğunu göstermektedir. Hutbede belirtilen esasların hemen tamamı dünyaya
yönelik iş ve işlemleri kapsamaktadır.
Müşriklerle imzalanan
"Hudeybiya Muahedesi"nde yazılı metnin altına konulan "Allah'ın
Rasulü Muhammed" ibaresinin "Allah'ın Rasulü" kısmına müşrikler
itiraz edince, O, o kısmın silinmesini istemiş, ancak ashap buna karşı çıkıp
savaşmayı teklif edince, bizzat kendisi silmiş ve onun yerine "Abdullah
oğlu Muhammed" yazdırmıştır. 628 yılında bu şekilde imzalanan
Hudeybiya Anlatlaması'dır ki; peşinden iki yol sonra Mekke'nin fethini
getirmiştir. İşte bu davranış, O'nun dünya işlerinden ve devletler arası
ilişkilerden de anladığını gösteren en büyük belgedir. Hz. Peygamber, eğer
başta Hz. Ali ve Hz. Olmak üzere ashabın ileri gelenlerini dinleyip,
"Rasulullah" ibaresini silmeseydi belki de söz konusu anlaşma
imzalanmayacaktı. Belki de müşriklerle savaş olacak ve Mekke'nin fethi daha da
gecikecekti. Kim bilir beki de ikinci bir Uhut faciası daha yaşanacaktı. İşte
Hz. Peygamber'in bu siyaset dehası, bütün bu olası kötü sonuçları
engellemiştir...
Ömer Sağlam
1-Müslim, Fedâil, Bab 38,
Hadis no: 139, 140, 141 - 2362-; Ahmed İbn Hanbel, Musned, 1: 162; İbn Mace,
Ruhûn, bab 15, Hadis no: 2470, 241.
2-Kur'an-ı Kerim, 58/1-2.
3-Kur'an-ı Kerim, 80/1-11.
4-Kur'an-ı Kerim, 3/159.