Dün
internette dolaşan Levent Kırca ve arkadaşlarının parodisini görünce hatırladım
olayı. Olay 2009 yılında Uşak’ta yaşanmıştı ve Metin Deniz Savaş isimli
vatandaşa, 10 Kasım Günü taşımacılık filosuna ait araçlarının üzerine “Ne
mutlu Türküm diyene” şeklinde yazı yazdığı ve Türk Bayrağı taktığı
için trafik polislerince ceza kesilmişti. Dikkat edileceği gibi, bu yazı yazma
ve bayrak takma olayı sadece bir güne, Atatürk’ün vefatının yıldönümü olan On
Kasım’a özgü bir davranıştır.
Ha
diyeceksiniz ki; “Bu davranış sadece bir güne özgü olmayıp da 365 gün olsa
kaç yazar?” Kaç yazıp yazmayacağını bilemem, ancak trafik polislerinin 365
gün ceza yazacağı anlaşılıyor! Çünkü aynı habere göre, Uşak İl Emniyet Müdürü
şu açıklamayı yapmıştır:
“Karayolları Trafik Kanunu’nun 26/2 maddesinde,
araçlarda izin almaksızın reklam, yazı, işaret, resim, şekil, sembol, ilan,
flama, bayrak ve benzerlerinin takılması, yazılmasının yasak olduğu açıkça
belirtilmiştir. Yine aynı yasada, ‘Bu suçu işleyen sürücülere 61 TL, araç
sahibi farklı ise sürücü ve araç sahibine ayrı ayrı 61’er TL para cezası
uygulanır’ hükmü de yer almaktadır. Dikiz aynasından bakıldığında arkadaki
araçların görünmesini engelleyen yazı, sembol, resim, bayrak, flama gibi
işaretler yasa gereği sökülmek zorunda”(1).
“Ne mutlu
Türküm diyene” yazısını
365 gün süreyle aracının arka camında taşıyan sürücüye, 365 kere ceza kesilir
mi bilmem, ancak ilköğretim çağındaki çocukların hemen her sabah, derse
girmeden önce “Ne mutlu Türküm diyene” diye yemin ettirildiği bir ülkede, bir
adama, bu sözü aracına yazdı diye ceza kesilmesi tam bir saçmalıktır. Bir
taraftan, “Tek millet, tek devlet, tek bayrak” diyeceksiniz, diğer taraftan da
bu tek millete mensup olmakla mutlu olduğunu söyleyen bir vatandaşa ceza
keseceksiniz. Doğrusu tam bir çelişkidir.
Aracına
“Ne mutlu Türküm diyene” sözünü yazan adama para cezası
veriyorsanız, o zaman aracına şu sözleri yazan adamlara ağır para cezası
vermeniz gerekecektir: “Koyun kurdun, yol Fordun”, “Babam sağ olsun”, “Şoförsün
dediler, vermediler”, “O şimdi asker”, “Aşıksan vur saza, şoförsen bas gaza”,
“Miras değil alın teri”, “Nazar etme ne olur, çalış seninde olur”. Daha neler
neler. Şarkıcı Nadide Sultan’ın, “Haniya da benim 50 gram pastırmam.
Konyalı’dan başkasına bastırmam” şarkısını hit ettiği günlerde, bir
kamyonun arkasında boydan boya şu yazıyı bile gördüm ben: “Ben de
Konyalıyım Nadide”. Acaba bu yazıyı trafik polisleri de gördüler mi ve
gördülerse ne gibi bir işlem yaptılar.
Ayrıca
son zamanlarda araçlarının arkasına, “Mülk Allah’ındır”, “Hakimiyet kayıtsız
şartsız Allah’ındır” şeklinde kimi dini içerikli sloganların da yazıldığı
bilinmektedir.
Bu
ülkede yaşayanların ve bu ülkeyi yönetenlerin Türklükle ne alıp veremedikleri
vardır bilmiyorum. Hele hele Türk deyince tüyleri diken diken olan ve kırmızı
pelerin görmüş deli danalara dönen insanları anlamakta gerçekten de zorluk
çekiyorum ben. Hele de ısrarla Türk olduklarını gizleyerek, kendilerine saçma
sapan bazı alt kimlikler bulma arayışına girenleri görünce büsbütün uyuz
oluyorum.
Peki, Türklük
Utanılacak Bir Kavram mıdır?
Geçenlerde,
Eğitimci-Yazar Selahattin Tekizoğlu’nun facebook sayfasında görmüştüm.
Selahattin Tekizoğlu, “Türk’ün Manası” başlıklı makalesinde,
Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun “Türk Milli Kültürü” isimli
kitabını kaynak göstererek şöyle diyor:
“Türk
adına çeşitli kaynak ve araştırmalarda türlü manalar verilmiştir. Çin
kaynakları Tu-küe (Türk)’ü miğfer olarak, İslam kaynakları ise ses benzetmesine
dayanarak terkedilmiş, olgunluk çağı ve benzeri manalar vererek yeni anlamlar …
üretmiştir. XIX. asırda A. Vambery’nin ilmi izaha yakın olan fikrine göre ise
Türk kelimesi ‘Türemek’ten gelmektedir. Ziya Gökalp bunu ‘Töreli’ yani kanun ve
nizam sahibi olarak açıklamıştır. Ancak Türk sözünün cins isim olarak
‘Güç-kuvvet’ manasında olduğu, buradaki Türk kelimesinin, milletin adı olan
‘Türk’ kelimesi ile aynı olduğu A.V. Le Coq tarafından ileri sürülmüştür. Bu
iddia Kök-Türk kitabelerinin çözücüsü olan V. Thomsen tarafından kabul edilmiş,
aynı iddia G. Nemeth’in tetkikleri ile de ispat edilmiştir. Ayrıca Türk
kelimesinin cins isim olarak ‘Altaylı’(Ceyhun ötesi Turanlı) kavimlerini ifade
etmek üzere 420 yıllarına ait bir Pers metninde, daha sonradan 515 hadiseleri
dolayısıyla ’Türk-Hun’(Kudretli-Hun) tabirleri de geçtiği bilinmektedir. İran
kaynaklarında Türk sözü ‘Güzel İnsan’ karşılığında kullanılırken, XI. yy’da
Kaşgarlı Mahmut ‘Türk adının Türkler’e Tanrı tarafından verildiğini’
belirterek,’Gençlik, kuvvet, kudret ve olgunluk çağı’ demek olduğunu bir kez
daha belirtmiştir.
Tarihçiler
ise Türk kelimesinin ‘Güçlü-Kuvvetli’ anlamına geldiğini kabul etmektedirler.”
Türk kavramı hakkında bir başka tez daha var. Bu tezin sahibi Prof. Dr. Sait
Başer. “Töre, Türklerin eski dini olabilir” diyen Başer, devam la şöyle diyor:
“Türk’ü kimisi ‘güzel’, kimisi ‘kuvvetli, güçlü, muktedir, olgunluk çağı’
olarak anlatır. Rasonyi, Eberhard, Kafesoğlu, Gökalp, Banarlı’da vardır. Türk,
‘Törük’den geliyorsa, ‘Töreye uyan demek’ olur. Eğer bu izahı kabul
edecek olursak, Türk kelimesi, bir ırkın adı olmaktan çıkar, bir inancın
mensupları manasını kazanır. Gök tanrı’nın milli Tanrı şeklinde anlaşılmasına
sebep olan ‘Türk Tanrısı’ ibaresi manasını yitirir. Töreyi kabul edenlerin
inandığı Tanrı manasıyla karşımıza çıkar”(2).
Türk
kelimesinin atası sayılan “Törük” kelimesinin, aslında “Yörük” olduğunu, bunun
da “Yürüyen adamlar, konar-göçer vaziyetteki göçebe insanlar topluluğu”
olduğunu söyleyenlerin sayısı da az değildir bu ülkede. Ancak son yıllarda
anlaşılmıştır ki; Türkler, sadece hayvan besleyerek geçinen göçebe bir kavim
olmayıp, çok önceden yerleşik hayata, yani tarım toplumuna ve şehir hayatına da
geçmeyi başarmış bir millettir. Başka yerlere göç edenler, geçim sıkıntısı,
daha iyi bir hayat, macera, kovulma-dışlanma, düzene baş kaldırma gibi
nedenlerle yurt değiştirmek durumunda kalan bölümdür. Yoksa ana kitle, hep
yerinde kalmış ve kendine göre bir medeniyet ve kültür geliştirmiştir.
Geçenlerde
Haber-Türk TV’ye konuk olan Servet Somuncu isimli araştırmacı, Türklerin yer
değiştirmesini ya da başka ülkelere göç etmelerini “Dolma-Taşma Teorisi”
ile açıklamıştır. Teoriye göre, mevcut yerleşim alanları fazla nüfusu
barındırmaya ve geçindirmeye yetmeyince, yani dar gelince, bir grup bu alanı
terk etmek zorunda kalıyor, ancak ana kitle yerinde yaşamaya devam ediyor. Ben
bu teoriyi “Arının Oğul Vermesi”ne benzetiyorum. Nasıl ki;
kovan dar gelince arıların bir bölümü azıklarını yanlarına alıp(kovanda mevcut
ballardan bir bölümünü, gittikleri yerde yemek için ağızlarına doldurup),
kovandan ayrılarak kendilerine başka bir kovan veya başka bir sığınak buluyorsa
Türkler de aynısını yapmışlardır.
ABD’yi
kuran insanların durumu da sanırım bu konuda güzel bir örnektir. ABD’yi
kuranların, Avrupa’dan giden başıbozuklar, dışlanmış insanlar ve kanun
kaçakları olduğu söylenir durur. Ancak bu insanların, aslında cesur, özgür
ruhlu, çalışkan ve akıllı insanlar oldukları, nedense bir türlü söylenmez. Öyle
olduğu içindir ki; bu insanların kurmuş oldukları ABD, bugün bütün dünyaya
ferman okuyan bir imparatorluk ve bir süper güçtür. Tıpkı bunun gibi ve Osmanlı
örneğinde olduğu üzere; ana yurtlarını terk eden Türk unsurlarının kurdukları
devletler ve imparatorluklar çok daha güçlü ve çok daha kalıcı olmuşlardır.
Çünkü yurdunu terk etmek zorunda kalan insanlar, aslında cesur, yürekli, yiğit,
akıllı ve teşkilatçı insanlardır.
Yani
Türkleri “Göçebe kavim” anlamında “YÖRÜK” diye nitelemenin ve Yörük oldukları
için herhangi bir yerleşik medeniyet ve kültür oluşturamadıklarını, aksine
oluşturulmuş medeniyetlere zarar verdiklerini söylemenin, hiçbir bilimsel
anlamı bulunmamaktadır. Yazı ve alfabe, eğer bir milletin medeniyet ve kültür
oluşturmasının gerekçesi ise, bu karakter Türkler’de bolca vardır. Sümerlerin
Türk oldukları ve Sümer Yazısı’nın bir nevi Türkçe olduğu tezlerini bir tarafa
atalım. Bugün Türklere ait olduğu kesinkes ispatlanmış kaya resimlerinin, yani
genel kabul görmüş adıyla damgaların, binlerce yıllık geçmişini, bu damgaların
zaman içinde harflere dönüşerek Kök-Türk ve Uygur alfabelerini oluşturduğunu
düşünürsek, Türklerin kendilerine özgü üstün bir medeniyet ve kendilerine has
bir kültür oluşturdukları sonucuna varırız.
Türkler
Hz. İbrahim’in Soyundan mı Geliyorlar?
Araplar
Türkler için “Benî Kantura” yani “Kantura oğulları”
tabirini kullanmışlardır. Hz. Peygamber’in birçok hadisinde “Kantura oğulları”
tabiri geçmektedir. Bunun yanında Hz. Peygamber, bir hadisinde “Türk” kavramını
da açıkça kullanmıştır. Yanlış hatırlamıyorsam konuya ilişkin hadisin Arapça
metni şöyledir: “Ütrukü’t-Türke mâ terakûküm”. Hadisin anlamı “Türkler size ilişmedikçe
siz de onlara ilişmeyin” şeklindedir.
Rivayete
göre; Türkler Hz. İbrahim’in “Kantura” isimli bir kadınla evlenmesinden
türemişlerdir ve bu yüzden de “Kantura oğulları” diye anılmaktadırlar. Yine
rivayete göre; Kerbela’da Yezid’in kuşatması altında kalan Hz. Hüseyin ve
maiyeti, yani Ehl-i Beyt, Yezid’e elçiler göndermek suretiyle ısrarla
Türkistan’a, yani Türklerin meskûn olduğu bölgeye gitmek istiyor. Sebebi,
kendisinin ve ailesinin kurtuluşunu Türkistan’daki dayızadelerinin yanında
görmesidir. Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, birçok eserinde bu konuları ayrıntılı
olarak anlatmaktadır.
Öte
yandan Hz. İbrahim’in Arap olmayıp, Sümerli olduğu veya Sümerlerin egemen
olduğu coğrafyadan (ki; Kuzey Irak’ta Ninova civarı) çıkarak Arapların
yoğunlukta yaşadığı bölgelere geldiği, Hz. Peygamber’in atası sayılan oğlu
İsmail’in, Yemen’den gelen Kâhtani Araplarına mensup bir kadınla yapmış olduğu
izdivaçtan dünyaya geldiği konusunda çok güçlü rivayetler bulunmaktadır. Eğer
bu bilgiler doğru ise (ki; bence de doğruya çok yakın bilgilerdir) Hz.
İbrahim’in İbrani veya Süryani soylu olması muhtemel, Türk soylu olması ise çok
kuvvetle muhtemeldir. Hele hele Sümerlilerin Türk oldukları ispatlanıp kabul
görürse; Hz. İbrahim’in ve onun soyuna dayandırılan Hz. Muhammed’in Türk olduklarını
kabul etme zorunluluğu doğar. Ancak ne yazık ki; başta batılı müsteşrikler,
tarihçiler ve arkeologlar olmak üzere; bilim dünyasına egemen olan güçler,
Sümerlerin ve dolayısıyla tarihe damgasını vurarak dini, üç büyük dinin de
atası sayılan Hz. İbrahim’in Türklüğünü şimdilik kabul etmiyorlar. Batılı
tarihçilerin kopyacıları olan bizim kendi tarihçilerimiz de ne yazık ki;
cesaret edip bu konulara şimdilik bir türlü eğilemiyorlar.
Öte
yandan, bu bilgi gerçek olmasa bile Hz. Muhammed’in mensubu bulunduğu Kureyş
Kabilesi’nin, Arabistan’a güneyden değil, kuzeyden, yani Anadolu-Irak ve Suriye
taraflarından, yani Sümer ve Babillilerin hüküm sürdükleri topraklardan
geldikleri konusunda çok güçlü rivayetler ve bilimsel araştırmalar
bulunmaktadır. Yani bir anlamda Kureyş Kabilesi de aslında Arap olmayıp,
sonradan Araplaşan kavimlerdendir ki; İslam tarihçileri bu gibi kavimlere
“Araplaşan Araplar” ya da “Sonradan Araplaşan Araplar” anlamında “Arab-ı
Müstağribe” veya “Arab-ı Mütearribe” adını vermektedirler.
Hülasâ;
en azından Hz. Muhammed ve ailesinin (eğer soyunun Hz. İbrahim’e dayandığı
konusundaki bilgiyi doğru kabul edersek) aslen Arap olmadığı, olsa olsa tıpkı
Hıristiyanlığın kurucusu Hz. İsa gibi İbranilere veya Türk ırkına mensup olduğu
sonucuna varırız. Hele hele Sümerlerin Türk oldukları ispatlanırsa o takdirde
Hz. İbrahim’e ve onun soyundan gelenlere ve elbette Hz. Muhammed’e de
kesinlikle TÜRK’tür diyebiliriz.
Tekrar
edecek olursak; Hz. İbrahim, Sümerlerin egemen olduğu coğrafyadan (Irak’taki
Ninova bölgesi)zuhur etmiş, ailesiyle önce Güneydoğu Anadolu’ya (Urfa-Harran
civarı) gelmiş, babası olan Put imalatçısı Azer Usta ve kardeşi Nahor burada
yerleştiği halde kendisi eş ve çocuklarını da yanına alarak Suriye ve Filistin
üzerinden Mısır’a ve Mekke’ye kadar gitmiştir. Hayat hikâyesine bakılınca Hz.
İbrahim’in büyük sürüleri de olan bir hayvan tüccarı ve çiftçi olduğu sonucuna
varıyoruz.
En
ilginç bilgilerden birisi de şudur; Hz. İbrahim ve ailesi daha çok Filistin
bölgesinde ve Arapların arasında yaşamakla birlikte onlarla yakın ilişki
kurmamış ve soyunun saflığını korumaya özel bir önem göstermiştir. Bu sebeple
Harran’daki akrabalarıyla ilişkisini hiç kesmemiş, oğlu İshak’a eş olarak
Harran’da yerleşik bulunan kardeşi Nahor’un kızı Rebeka’yı almıştır(3).
Montesguieu
Türkler Hakkında Diyor ki;
Avrupa
kültür ve medeniyetinin oluşmasında en etkili beyinlerden birisi olarak kabul
edilen ve fakat tescilli bir Tük düşmanı olan Montesguieu, 1715 yılında, yani
Osmanlı’nı gerilemeye başladığı yıllarda(4)yazmış olduğu “İran
Mektupları” isimli eserinde Türkler hakkında bakınız neler diyor;
“Bütün
milletler içinde, sevgili Usbek, gerek ihtişam, gerek fütuhat azameti
itibarıyla Tatarları (Türkleri) geçebilecek millet olamaz. Bu millet, cihanın
hakiki hâkimidir. Sanki diğer milletler bunlara hizmet için cihana
gelmişlerdir. Düşün, öyle bir millet ki, yeryüzünde hem imparatorluklar
kurmuşlar, hem de kurulmuş imparatorlukları silip süpürmüşlerdir. Her devirde
kudret ve sadvetlerinin derin izlerini dünyaya vermişler, tarihin bütün
çağlarında milletlerin felâket ve musibeti de kendileri olmuşlardır.
Tatarlar iki
defa Çin’i fetih ve istila etmişler ve halen de hâkimiyetleri altında
tutmaktadırlar. Moğol İmparatorluğu’nu teşkil eden geniş sahaları da idareleri
altına almış bulunuyorlar. İran’ın mutlak hâkimi olarak, Cyrus ve Güstasp’ın
tahtına kurulan da onlardır. Türk adı ile Avrupa, Asya ve Afrika’da muazzam
fütuhat başardılar ve böylece cihanın bu üç kıtasına hâkim oldular. Ve daha
eski zamanlara gidecek olursak, eski Roma İmparatorluğu’nu yıkan hemen hemen
bütün milletler de bunlardan çıkmıştır. Bir Cengiz Han’ın kurduğu
imparatorluğun yanında, acaba Büyük İskender’in fütuhatı da azamet itibarıyla
ne mana taşıyacaktır?
Bu muazzam
milletin eksik tek tarafı, sadece bu kadar azamet ve ihtişamının hatıralarını
tebcil edecek tarih yazarları yetiştirmemiş olmasıdır.
Hey gidi dünya
hey! Nisyanın derinliklerine neler, ne kudretli ve ölmez muzafferiyetler
gömülebiliyor! Onlar tarafından kurulmuş ne çok imparatorluklar var ki; bizim
bunlardan hiç haberimiz yok! Bu yaman muharip millet, ancak yaşamakta oldukları
devrin zaferleriyle yetinip, her devirde düşmanı vurup mağlup edeceğinden emin
bir yürekle yaşamakta ve fakat mazideki fütuhatın pembe hayaliyle istikbâle
bakmayı hatıra bile getirmemektedir!..”(5).
Türk Güç
ve Kudret Demektir
Bütün
bunlardan sonra diyebilirim ki; bana göre de “Türk”, “Güç-Kuvvet-Kudret”
demektir. Çünkü Atilla marifetiyle Batı Roma’yı, Fatih Sultan Mehmet
vasıtasıyla da Doğu Roma’yı olmak üzere, dünyanın en büyük, en güçlü ve
kudretli imparatorluğu olan Roma’yı tarihe gömen Türklere en çok yakışan sıfat
“Güç-Kuvvet-Kudret” olmalıdır. Atilla kumandasındaki Türk-Hun ordularının
Avrupa kültürüne hediye ettiği “Anne, Türkler geliyor” ve
Osmanlı ordularının yine aynı insanlara hediye ettiği “Uyvar karşısında
bir Türk gibi” şeklindeki atasözlerinden sonra benim kanaatime göre de
“Türk” kelimesi, güç, kuvvet ve kudret anlamlarına gelmektedir.
Peki,
bütün bunlara rağmen, böyle bir ulusun adını anmaktan ve böyle bir ulusun
parçası olmaktan hâlâ utanıyor musunuz. Peki, hala “Ne mutlu Türküm diyene”
demekten ısrarla kaçıyor ve Tük olmaktan korkuyor musunuz? Yeter artık, Ey Türk
Oğlu Titre ve kendine dön…
Ömer Sağlam
(*) Bu yazı ilk kez 19
Kasım 2011 tarihinde yayınlanmıştır.
1-http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&CategoryID=77&ArticleID=965238
2- Mehmet Niyazi, Türk
Devlet Felsefesi, s,173, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2007.
3- İsrail’in “Vadedilmiş
Topraklar” stratejisini ve bu toprakların içine Fırat’a kadar olan Türkiye
topraklarının da dahil olduğunu bu açıdan da değerlendirmekte fayda vardır.
Zira ne de olsa, büyük ataları kabul ettikleri Hz. İbrahim’in babası Azer ve
kardeşi Nahor’un yaşayıp öldükleri topraklar Urfa-Harran civarındaki Türkiye
topraklarıdır. İsrail’in GAP’a ve sınırdaki mayınlı araziye ilgisinin en önemli
sebeplerinden birisi de bu bölgenin “Arz-ı Mevûd” yani “Vadedilmiş Topraklar”
içinde kalıyor olmasıdır. Bu bakımdan, geçtiğimiz yıllarda mayınlı arazileri 49
yıllığına İsrail’e kiralamaya kalkışanların ve GAP bölgesinde İsrail’e ha bire
toprak satanların büyük bir aymazlık içinde olduklarını rahatlıkla
söyleyebiliriz.
4- Bu kitabı Osmanlı’nın
yükselme devirlerinde yazmış olsaydı, Türklerin ihtişamlı zaferleri
karşısında imrenerek, iç geçirerek ve elbette ağzı sulanaraktan kim bilir
daha neler yazardı.
5- Mehmet Niyazi, Tük
Tarih Felsefesi, s, 11,12, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2008.