''Yargının hesabını veremediği sınır tanımaz uygulamaları, ağır bedeller ödenmesi sonucunu doğurmuş, anayasa ve yasalarda radikal değişimlerin yapılmasının haklı nedenini oluşturmuştur. Dün yargının siyaseti kuşatma gayretlerine karşı çıktığımız gibi bugün de siyasetin yargıyı kuşatmasına izin vermeyeceğiz… Hâkimin iç dünyasındaki endişe, kaygı, korku, ideolojik baskı, dostluk ve düşmanlık duygularından arındırılması, tarafsızlığının olmazsa olmaz koşuludur. Vicdanlar üzerinde oluşan bu işgaller kalkmadıkça, bağımsız ve tarafsız bir yargının oluşumunu sağlamak mümkün değildir…”(1)
Yukarıdaki özlü sözler bana ait değil, Sayın Haşim Kılıç’a aittir. Türkiye’nin en üst görevli yargıcına. Yani gerektiğinde devletin bir numarası olan Cumhurbaşkanını bile yargılayacak mahkemenin başkanı olan kişiye. Peki, AKP’nin yargılandığı ve sabıka kaydına “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu” şeklinde bir not düşüldüğü davada AKP lehine tavır alan tek yargıç olan Haşim Kılıç, neden bu türlü laflar etme gereği duydu? Daha da önemlisi ne demek istedi? Şimdi Türkiye’de hemen herkes birbirine bu soruyu soruyor ve kendine göre cevaplar bulmaya çalışıyor. “Haşim Kılıç’ın gözü cumhurbaşkanlığında. Seçim yaklaşırken onun için böyle bir çıkış yaptı” diyenler bile var.
Haşim Kılıç’ın ne demek istediğini isterseniz bir de biz anlatalım:
İmamın birisi, arkasında sıra sıra cemaat olduğu hâlde camide namaz kıldırıyormuş. Tam secdeye varacakken bakmış ki; mihrabın bir köşesinde iki altın parlıyor. İmam acaba benden başka altınları gören var mı diye dönmüş arkasındaki cemaate bakmış. Ön sıradakilerden birisi, altınları gördüğünü ima ederek gülümsemiş. İmam sağ elinin işaret parmağını adama doğru sallayarak namaza devam etmiş ve bu arada mihrapta durmakta olan iki altını cebine atmış. Namaz bittikten sonra imamla birlikte altınları gören adam imamın yanına yaklaşarak altınlardan birisini istemiş.
-“Hayırdır ne altını?” demiş.
-“Aaa hocam, çamura yatma şimdi. Mihrapta duran iki altından bahsediyorum”
-“Eee ne olmuş duruyorsa?”
-“Hocam, namazda işaret parmağını sallayarak, sakın sesini çıkarma, altınlardan birisi senin dedin ya” deyince,
İmam, sol eliyle, yumruk yaptığı sağ kolunun dirseğinden kavrayarak kolunu adama doğru sallamış ve şöyle demiş;
-“E canım namazın ortasında böyle yapacak değildim ya…”
Sözün özü; Sayın Haşim Kılıç, Adalet Bakanı ve yüksek yargı organlarının temsilcilerinin de bulunduğu uluslararası bir toplantıda (Uluslararası Yargı Reformu Sempozyumu) yargının siyasetin kuşatması altında olduğunu bu kadar anlatabilmiş. Neticede Sayın Haşim Kılıç gibi son derece nezaketli bir yargıçtan da ancak bu kadarı beklenirdi.
Sayın Haşim Kılıç’ın söyleyemediklerini, bir başka yüksek yargıç Sami Selçuk söylemiş aslında. Kimdir Sami Selçuk? Sami Selçuk, 1999-2002 yıllarında Yargıtay 1. Başkanlığı yapmış bir hukukçu. Üstelik o, bir hukuk profesörü ve Türkiye’nin kalburüstü üç beş hukukçusundan birisidir. Haşim Kılıç’ın sözlerini şöyle tamamlamış. Daha doğrusu kendisine “Anayasa Mahkemesi Başkanı'nın 'Siyasetin yargıyı kuşatmasına izin vermeyeceğiz' şeklindeki sözlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?” şeklinde soru soran gazeteciye şu cevabı vermiş:
“Elbette verilemez. Ama şu anda yargının bağımsız olduğunu kimse bana söyletemez. Boş laflar bunlar. Eğer bir ülkede HSYK'nın başında Adalet Bakanı var ve oy kullanıyorsa; onun atadığı müsteşar var ve oy kullanıyorsa, o ülkede Yargıtay üyeliği için 160 kişi de bir çırpıda seçilir. Şimdi soruyorum: Yargıtay üye adayı yaklaşık beş bin kişinin sicil dosyalarını ne zaman incelediniz? Bu bir iki ayda olabilir mi? Gülerler adama!.. Gerçek şu ki, bütün yargı rahatsız. Açık söyleyeyim: Herkes kendisini gözden geçirsin. Bu yargı bizim, yerine ikinci bir yargı koyamazsınız… Bugünkü hukuk sisteminde hukukçu olarak da kendimi güvende hissetmiyorum ki!”(2).
Prof. Dr. Sami Selçuk’un 12 Eylül Davası hakkındaki görüşleri de oldukça enteresandır.
Şöyle diyor Sayın Selçuk:
“…Darbeyi yaşayan bir insan olarak ben de istiyorum bu yargılamayı. Keşke yargılanabilseydi. Ama hukukun temel ilkeleri buna izin vermiyor. Darbelerle yüzleşeceğim diye hukuk oyuncak edilemez… Kenan Evren iktidara geldiğinde onu göklere çıkardılar, alkışladılar, övdüler... Şimdi yalnız bıraktılar. Ben Evren'in yaptıklarını asla onamıyorum. İnsanlara çok büyük eziyetler çektirdi, toplumu kırıp geçirdi ve bence 12 Eylül 27 Mayıs'tan daha ağır sonuçlar doğurdu. Keşke yargılanabilseydi. Ama hukuk, ne yapalım ki hukukun temel ilkeleri buna izin vermiyor. Hukuk nesneldir. 'Yargılayamazsınız' diyorsa, ona uymak zorundasınız… Türk Ceza Yasası'nın ve Anayasanın anayasal boyuttaki ve evrensel düzeydeki güvence maddeleri var. Aleyhe yasa hükmü geriye yürümez. Diyelim ki siz bugün suç olmayan bir eylemde bulundunuz. Yarın bir yasa çıkarılsa ve o eylem suç olarak öngörülse sizin yakanıza kimse yapışamaz. 'Gel bakalım, yeni yasaya göre sorumlusun' demek ne hukukun ne de devletin ciddiyetiyle bağdaşır. Böyle saçma şey olmaz, kabile devleti değil burası! Hukuka göre yönetilir devlet.”(3)
İşte size Türkiye’nin en üst düzeydeki iki ünlü hukukçusunun Türk yargısının durumu ve 12 Eylül Davası hakkındaki görüşleri. Bu iki üst düzey yargıcın en belirgin ortak yanlarından birisi de mevcut iktidara çok uzak olmamalarıdır. Haşim Kılıç, AKP’nin yargılandığı ve hüküm giydiği davada lehte oy kullanan tek yargıç. Sami Selçuk ise, AKP kadroları tarafından genelde sempati ile bakılan bir şahsiyet. Hatta bir ara AKP’nin cumhurbaşkanı adayı olacağı bile konuşulmuştu. Eğer CHP’nin, adaylık sürecinde Sami Selçuk lehine yapmış olduğu yersiz çıkış olmasaydı, Sami Selçuk, belki de şimdi cumhurbaşkanı idi. Yani, bugünkü iktidara yakın olmasalar bile fazla uzak olmayan iki hukukçunun, bugünkü iktidarın uygulamaları hakkındaki görüşlerini önemli karşılamak gerekiyor.
İki üst düzey yargıcın, içinde bulunduğu hâli tasvir ettiği bağımsız Türk yargısı, tam 32 yıl önce yaşanmış bir olayı, yani 12 Eylül 1980 askerî müdahalesini yargılamaya başlamış bulunuyor ki; hepimize kolay gele…
Gençlik yıllarımızın gazetecisi ve o tarihlerde Tercüman’da yazmış olduğu yazılarla millî heyecanlarımızın bir nevi temsilcisi de olan Rauf Tamer diyor ki;
“Darbelerle hesaplaşmak iyi güzel de ta 27 Mayıs’a kadar geri dönmek doğru mu? Biraz fantezi değil mi? Unutmayın ki, bunu fırsat bilip demokrasi havariliğini Asker düşmanlığına dönüştürmek isteyenler de çıkacaktır… Kaldı ki 12 Eylül davasıyla dahi tatmin olmayanlar var. Onu göstermelik veya sembolik buluyorlar… 12 Eylül’ün bütün kurumları, bütün kuralları, bütün ürünleri hâlâ hayatımızı yönlendiriyorsa, biz 12 Eylül’le niye mahkemelik olduk? Dikkat buyurun, sırf anayasa değil, 12 Eylül’ün bütün enstrümanları ortalıkta hâlâ cirit atıyorsa, neyin davasıdır bu görülen…”(4)
Medyaya yansıyan haberlere göre; 12 Eylül Davası için 500’ün üzerinde gerçek ve tüzel kişi müdahillik başvurusunda bulunmuş. Hükûmetin yanı sıra, TBMM, CHP, MHP, DİSK ve HAK-İŞ gibi kurum ve kuruluşlar, ayrıca başta Berfo Ana diye ün yapan 105’lik nine ve benzerleri de var müdahillik kuyruğunda sıraya girenler arasında. Yani sağcısıyla solcusuyla hemen bütün toplum kesimleri "12 Eylül Davası"nın müdahili olmak için başvurmuş bulunuyor. Başvuru miktarına ve başvuranların temsil ettikleri oy kesafetine bakarsanız, bu işte bir terslik var gibime geliyor. Yani anlayacağınız 12 Eylül Anayasası’na “EVET” oyu verenler de müdahil olmak için birbirleriyle yarışıyorlar. Çünkü müdahillik başvurusunda bulunanların temsil ettikleri toplum kesimleri ve oy oranları, bu anayasaya “HAYIR” diyen %8’lik oy oranının çok çok üzerinde bulunuyor. Doğrusu böyle bir durum, fırsatçılık, takiye ve döneklikten başka hiçbir anlama gelmemektedir.
İşte bütün bu sebeplerle; “12 Eylül halk oylaması öncesinde ittifak hâlinde bize muhalefet edenler bize hakaret edenler, bizi yalan söylemekle itham edenler, bugün bütün söylediklerini yuttular ve şu anda mahcup olacaklarına inanmıyorum ama mahcup bir eda ile mahkeme kapısında sıraya girdiler” diyerek müdahillerle alay eden Başbakan, bana göre de son derece haklıdır.
Geçen yazmış olduğum bir yazıya Necati Geniş isimli okuyucum şöyle bir yorum yapmış:
“Ömer Hocam, bu 12 Eylül'ün yargılanmasını komedi hâline getirdiler. Benim gibi yaşı yetenler çok iyi hatırlayacaktır ki, bütün millet askerin bir an evvel yönetime el koymasını dört gözle bekliyordu. 12 Eylül anayasasına 92% kabul oyu çıkması da darbeyi meşru hâle getirmiştir. Şimdi komik bir şekilde herkes hafızasını kaybetmiş gibi davranıyor. 105 Yaşındaki kadını televizyonda gördüm. ‘Hastayım beni buraya getirdiler’ diyerek birileri tarafından zorla getirildiğini, bir mizansenin parçası yapıldığını açıkça ifade etti. Yaşlı kadını bile kendi çıkarlarına alet etmişler.”(5).
Necati Bey’in söylediklerine katılmamak mümkün değildir.
Hiç kimse kimseyi kandırmasın ve hiç kimse kimseye kızmasın, 12 Eylül referandumu ve 12 Eylül Davası karşısında takınılan tavırları dikkate aldığımızda; bu dava, iktidar partisine puan kazandıracak, muhalefete ise puan kaybettirecek bir dava şekline bürünmüştür. İktidar partisi, bu dava üzerinden muhalefet partileriyle açıkça dalga geçmektedir ve CHP bu oyunun yavaş yavaş farkına varmış gözüküyor. CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun şu sözlerinden bunu anlıyoruz:
“12 Eylül Davası’na müdahiliz. Çünkü mağdur olduk. Partimiz kapatıldı. Mallarımıza el konuldu. Yöneticilerimiz tutuklandı. Ama yargı süreci şova dönerse farklı. Yargılama süreci şova dönerse ve evrensel hukuk kuralları göz önüne alınmazsa müdahillik sürecini tekrar gözden geçiririz. Evrensel hukuk kuralları olmazsa bu mahkemeden bir şey çıkmaz…”(6)
Aynı şeyler, hatta daha fazlası MHP ve ülkücüler için de geçerlidir. O dönemde “Ülkücüyüm” deyip de 12 Eylül’ün acısını bir şekilde çekmeyen galiba yok gibidir. Ben, belki de 12 Eylül’ü en az zarar ve hasarla atlatan Ülkücülerden sayılırım. Ancak 1980’de yaşanan küçük bir olay sebebiyle ve savcının “Takipsizlik” kararıyla sonuçlandığı hâlde, polis tarafından adli sicil kaydıma düşülen “Darp ve öğrenim özgürlüğünü kısıtlamak” ibaresi, hayatım boyunca peşimi bırakmamış, girmiş olduğum hemen bütün memurluk sınavlarında yapılan güvenlik soruşturmalarında karşıma dikilmiştir. İşte sırf bu sebeple askerde sakıncalı kura çekmişimdir ben. Uğur Mumcu’nun “Sakıncalı Piyade” durumu, benim için de geçerlidir. Ve ben şimdiye kadar Yedek Subaylık dışında devletten hiç görev ve maaş almadım. Ancak devletime, almış olduğum yedek subaylık maaşımın belki de yüz katı vergi ve prim ödemesinde bulundum.
Bütün bunlara rağmen ben, hiçbir zaman 12 Eylül Davası’nı bahane ederek devletimle ve Kenan Evren’i bahane ederek TSK ile bir hesaplaşma içine girmeyi düşünmedim, düşünemem de. Bana göre, MHP yönetimi de düşünmemelidir ve MHP, müdahillik başvurusunu vakit geçirmeden geri çekmelidir. 12 Eylül’de zarar gören ve acı çeken Ülkücüler elbette müdahil olabilirler. Bu onların yasal haklarıdır. Ancak MHP tüzel kişiliği, devletle ve TSK ile hesaplaşmaya ve hakarete dönüşme eğilimi gösteren böyle bir davanın ve bu konuda oynanmaya çalışılan siyasi içerikli oyunun tarafı olamaz ve olmamalıdır da. Eğer müdahil olma konusunda ısrarcı olunursa, MHP bu işten kesinlikle hiçbir fayda elde edemeyecektir. Bilakis zararlı çıkacaktır. Çünkü bu oyunu sahneye koyanlar, şimdiden başladılar müdahillerle alay edip dalga geçmeye ve bu davayı siyasi malzeme konusu yapmaya…
4-Rauf Tamer, “Cıvıtmak yok” başlıklı makalesi, Posta, 10.04.2012,
6- Sözcü, “Evren ve Erdoğan birbirine benziyor” başlıklı haber, 09.04.2012, s, 4