Kendisi Türk dilini biraz farklı kullandığı ve bu konuda çok titiz olduğundan diğer arkadaşlar dokunamıyordu yazılarına.
Yazılar birer birer eriyor, karşımdaki yığın gittikçe küçülüyordu.
Her şey iyi gidiyordu yani...
Bir yandan da "Radyo Sessizliğin Sesi"nden bir kanal seçmiş her zamanki gibi 1950 ve 60'ların şarkılarını dinlemekteydim.
Karşımdaki ekran aniden parlamaya başladı.
O kadar parlaktı ki yazıları zorlukla seçer olmuştum.
Tam o sırada kızım da bir ileti yollamaz mı…
Doğru yazmaya çabalayarak, harfleri tekrar tekrar düzelterek cevapladım onu… Ne kadar çabalasam da yanlış yazmıştım: "Görem.yorum."
Tek sözcüğün içine kaçan noktayı yakalamıştı.
Melekler; bugün, burada, bu yazıyı yazabilmeme neden olan olayları kızımla başlattılar.
Birkaç saniye içinde tümüyle göremez olmuştum.
Telaşla geldi yanıma...
Sesi geliyor ama kendisi görünmüyordu.
Hastane diye tutturdu: "Hastaneye gidelim!"
İstemez dediğimde; bana önce Facebook, sonra da Twitter'ın ne olduğunu sordu. Yabancı gelmiyorlardı ama ne olduklarını anımsayamıyordum.
Yine birkaç soru… Iıh, durum aynı…
Derken oğlum kalktı. Baskılar çiftleşti.
Hastane de hastane…
Ve oğlum beni hastaneye götürmeye kesin kararlı!
Kurtuluş yok gibi görünüyor.
"Bir Kapril daha alırsam geçer" inadıyla yatmaya çalıştım.
Günlerdir hastanede alzaymırlı babasına baktığı için perişan bir şekilde uyumakta olan eşim, dikildi:
- Ne oluyor?
Nerede olduğunu çıkaramamıştı zavallı. Neyse çabuk ayıldı ve baskıcılar grubunun safında yer almakta gecikmedi.
Bazı durumlarda mantık kayboluyormuş demek ki, tek derdim yatmaktı.
Keçilerle akrabalık da bir yere kadar.
Bir yerden sonra, çözüldüm ben de…
Hep birlikte doğruca "Özel Göztepe Hastanesi"ne…
Hemen acile kabul, orada bir yatak, tansiyon ölçümü ve doktora çağrı…
İçtiğim onca ilaca, son anda ikinci kez Kapril eklememe rağmen, vaziyet 290'a 190… Yol öte tarafa pek yakın gibi görünüyor, ama çenem öyle bir düşmüş ki sanki hasta olan ben değilim. Yoksa konuşa konuşa mı gideceğim?
Çeneme paralel olarak tansiyonum da kademe kademe düşürülüyor.
190'a 160 oluyor, sonra koltuğundan ayrılamayan siyasetçiler gibi tekrar eski yerine zıplıyor.
Çabalar sürüyor. İlk müdahaleyi yapan doktorun adını alıyorum ama o yüksek basınç altında sıkışan belleğim, balıkların hafızasıyla yarışıyor: Unutuyorum.
Sonra devir teslim töreni yapılıyor sessizce ve Doktor Sabri Moğultay girişiyor işe... Moral ışıltılarıyla dolduruyor girdiği yeri. Benden çok küçük ama eskilerin babacan doktor dedikleri cinsten...
Girişiyor dedim ama tansiyonum da maşallah Real Madrid gibi…
Messi'ymiş, Sabri'ymiş dinlemiyor.
Onlar yakalıyor, öteki yine topluyor puanları.
Yenmek zor!
Tansiyonumla karşılıklı "Harmandalı" oynaya oynaya geçiriyoruz saatleri. Biz farkına varmadan gün ışımış bile... Dahiliye Servisi'nden Doktor Asuman Kulaksız geliyor sabahın ilk hastası niyetine... Randevuları çok yoğun demişlerdi ama "Şu tuhaf yaratığı bir de ben göreyim!" dedi herhâlde... Bakıyor ki adam problemli, ne yapıp ediyor bir oda ayarlatıyor, dolu denilen hastanede…
O oda hazırlanırken ultrason, tomografi işleri hallediliyor. Radyolog Doktor Ahmet Oğuz ve asistanı sakin tavırlarıyla rahatlatıyor insanı. Ardından yatağa yolculuk başlıyor. Sürekli burnum kanıyor ama söylemeyi unutuyorum onu… Tüm tedaviye rağmen yatış tansiyonum 260'a 180...
Tansiyon birkaç gün daha dalgasını geçiyor hepimizle…
Sanki köşe kapmaca oynuyor. Nihayet bir gece sabaha karşı belli oranda eğiyor boynunu. Nasıl eğmesin ki? Doktor Asuman Kulaksız, elinden geleni üçle dörtle çarpıyor. Çarpmasa da moral veren gülümsemesi yetiyor. Bulunduğum bölümün başhemşiresi Nazife İğdir birkaç dakikada bir başımda. Onun olmadığı zamanda Meral Hemşire kılıcını çekmiş her an saldırıyor tansiyon körükleyici düşmana…
Gece ekibinde önce Sedef Hemşire sonra da Fatma Hemşire, neredeyse ilaçlarımı ağzıma verecekler. Neredeyse sözcüğü fazla oldu. İki kez aynen öyle yaptılar. İlaçları tıkıverdiler ağzıma...
Bu arada Uzman Nöroloji Doktoru Meltem Güler, Kardiyolog Hüseyin Bey, Nöroşirürji Servisi'nden Doktor Ayhan Kara; derdime derman olup olamayacaklarına bakıyorlar.
MR çektirmek için hastanenin cankurtaranı, Echomar Görüntüleme Merkezi'ne götürüp ayağım yere değmeden odama döndürüyor beni…
İlgi sıcak, gerçekten sıcak; kimseyi yapmacık ifadelerle görmüyorum.
Ara sıra hastanenin başhekimiyle başhemşiresi birlikte ziyarete geliyorlar.
Kat hizmetini gören personel, güler yüz ve ilgiyi hiç esirgemiyor. Nasıl beslenmem gerektiğiyle ilgili olarak, Diyetisyen Sernaz Erçil yardımcı oluyor. Yemeklerle ilgilenen herkes, gülen yüzünü sözleriyle süslüyor.
Yemeklerden söz etmek istemiyorum.
Tansiyonu olan birine ne verilir ki, tabii ki tuzsuz diyet yemeği... Şöyle kıyması bol Samsun pidesi, malzemesi bol Antep lahmacunu verseler de...
Derken, burun kanamam da yakalanıyor.
Doktor Erkan Uygur'un muayene odasına götürülüyorum. Görüyor sızıntıyı. Yüksek tansiyon mukozayı lime lime etmiş. Bir şeyler yapıyor ama burun içinde ayrı göz olmadığından izleyemiyorum.
Sıza sıza kansız kalır mıydım acaba?
Bunu en iyisi bir bilene sormalı…
Nihayet, bir Nisan gününün öğle sonrası, yeniden görüşmek üzere selamlıyoruz birbirimizi…
Kiminle mi?
O an orada olanların hepsiyle…
Ben, Allah'ın garip kulu Günay Tulun, duyururum ki: Birkaç gün için de olsa beni, "atalarım Tulunoğulları'nın iyi günlerindeki gibi yaşatan" bu güzel insanlara ne kadar teşekkür etsem azdır. Demek hanedandan olmak böyle bir şey, hanedandan gibi yaşamak böylesine bir keyifmiş.
Teşekkürler Göztepe Hastanesi...
Teşekkürler dört duvarı beton binaya ruh veren, şefkat yuvası yapan güzel insanlar! Hepinize içten kopan, sevgi dolu teşekkürler…
Günay Tulun