İlk Türk işi otonun kalplere düştüğü gün 27 Mayıs 1961'di.
Emir olup üretimi gerçekleştirecek sanayi kahramanlarının eline düştüğü günse yıl dönümlerinden birini bugün yaşayacağımız 16 Haziran 1961...
Bu tarihi not düştükten ve "Otomobil Uçar Gider. Gider de!.." yazısının adını birazcık törpüleyip yeni yazıya kattıktan sonra şu oto işini sürdürelim bakalım.
Bu seriyi hazırlarken bilgilerini paylaşan dostlarla mutabık kaldığımız ilk nokta, motorlu otomobilin İstanbul’da boy gösterdiği tarih üstünde.
Motorlu otomobilin İstanbul’da boy gösterdiği yıl 1902. O da bir at cambazı kumpanyasının aracı. Halkın büyük ilgisini çekmiş tabii...Otomobilin yollarda salına salına gezmesiyse İkinci Meşrutiyet’le birlikte başlamış. Atlı arabaların arasına otomobiller de girmiş bu dönemde…
İşin ilginç yanı, Karadenizliler hiç kimsenin sahip çıkmadığı kadar sahip çıkmış onlara. Amasya ve Trabzon’da ilçeler arası motorlu taşıt ulaşımını başlatmışlar hemen... Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra halkın ilgisinin daha da yükselmesiyle otomobil sayısı büyük bir hızla artmaya başlamış. Bu büyük denen hızı sakın bugünkü satışlarla kıyaslamayın. O devre göre büyük, bu devre göreyse gıdım gıdım.
Bu artışın zengin bir kesim, özellikle ticareti elinde tutan Levantenlerle Rum, Yahudi, Ermeni Vatandaşlar arasında olduğunu bir yana not edelim lütfen...
KOŞUN! GİDİP BAKALIM ŞUNA
Adlarına “Müttefikler” denen “Zarar Ziyan Takımı” İstanbul’u işgal ettiğinde, çeşitli marka otomobillerden oluşan koskoca motorize birliklerle doldurmuşlar yolları. Otomobiller yetmezmiş gibi İtalyanlar, “Fiat”; İngilizler, “Albion”; Fransızlar, “Berliet ve Latil” marka kamyonlarıyla salınmışlar ortalıkta... Müstevlilerin bu salınımı, Türk Ordusu tarafından akılları başlarına toplanana dek sürmüş bir süre...
Amerikalıları unuttuk gibi. Onlar boş durur mu hiç! Genlerinde var adamların. Onlar da “American Foreign Trade” adıyla kurdukları yarı resmî bir şirketle çöreklenmişler İstanbul Ticareti'nin üstüne... Sirkeci’deki depolara el atmışlar. “Studebaker" ve "Chevrolet” markalarıyla dalmışlar oto-kamyon komisyoncularının arasına. İtalyanlar’ın Fiat’ıysa Torino’ya bağlı büro açacak kadar uyanıkmış hepsinden.
"G.E. Baker Müessesesi" ni de unutmamak gerek. Onlar da “Grand Garage” adıyla “Erskin", "Essex" ve "Studbaker” markalarının satıcılığına soyunmuşlar zevkle.
"Delphiano" adlı bir İtalyan “Fiat” temsilciliğini, "Altıparmak Kardeşler" de Fransızlar’ın “Peugeot” şirketlerini temsil etmişler o yıllar. Delphiano, Divan Oteli’nin karşısındaki bir binadaymış. Bir başka İtalyan da “Lancia” marka otomobillerin satışıyla iştigal etmekteymiş İstanbul’da…
Tüm bunlara rağmen, otomobilin ticari meta olarak değer kazanması 1927'ye denk gelmiş. Bakmışlar talep habire tırmanıyor, bayilik ve acentelik gibi işlere el atan akıllı tacirler işyeri açmaya koyulmuşlar o yıl. İstanbul’dan başlayarak Ankara, Trabzon ve Adana’da motorlu taşıt ticareti iyi bir pazar oluşturmuş onlara... İstanbul, Zonguldak, Diyarbakır derken motorlu taşıt ticareti bayağı oturmuş yurtta. Derken, iş ünlü marka bayiliğine sıçramış. Bayilikler, yedek parça ve lastik acentelikleriyle desteklenmiş. Avrupa ve Amerikalılar'ın lastik reklamları Türkiye’de yayımlanan dergilerde sıkça görünür olmuş.
Lastikçiler arasında bulunan bir şirket bugün dahi sürdürmekteymiş varlığını. Bugün "Tatko" olarak bildiğimiz bu şirket; 1927’de kurulup, "Dodge" oto ve kamyonlarıyla Goodyear Lastikleri’nin acenteliğini alan “Kemal Halil, Mehmet Rıfat ve Şürekâsı” firmasının devamıymış. Rahmetli Vehbi Koç'un macerası da ilginç. Benzin istasyonu işletirken 1928 yılında Ford'un temsilciliğini alır. Bu atılım; Otokoç'un, onun ardından Otosan'ın, Otosan'a bağlı olarak Anadol, Murat ve Türk Ford'a kadar uzanan müthiş bir yolculuğun en etkili hamlesidir. Gerek Tatko gerekse Koç Holding'e "Allah nazardan saklasın" diyerek, koruma ve devamlılık dileklerimle sesleniyorum buradan...
BÜYÜK SAVAŞ YILLARI
BÜYÜK SAVAŞ YILLARINDA DOĞAN BİR SINIF
II. Dünya Savaşı'nın getirdiği büyük yükler halkı bunalımlara sürüklerken yeni ve rahatı yerinde bir sınıfın doğumu gözlenir. Bunlar: Silahtan elbiseye, nakil aracından gıda maddesine kadar her türlü ordu ihtiyacını gideren müteahhitlerdir. Bu yeni sınıfın bireyleri, en iyi yerlerde konaklar yaptırıp en iyi otomobillere binmeye başlarlar. Tabii en pahalılarını seçerek...
DEVRİM'İN KISA ve ÇARPICI ÖYKÜSÜ
Dört ayda fabrika mı kurarsın, tezgâh mı yaparsın, mühendisi geçtim kalifiye işçi mi bulursun? Say say, bitiremezsin dertleri...
Çünkü tüm gayret, tamamı yerli bir üretim için. Üstelik sıfırdan bir başlangıç için tahsis edilen, her şey dahil bir milyon dört yüz bin liracık parayla.
Müthiş bir çalışmayla TCDD'nin Eskişehir'deki "Cer" atelyelerinde üretilip tam zamanında çıkarılmış gözler önüne "Devrim". İnanır mısınız, hem de dört tane!..Trenle Başkent'i tavaf etmeye gönderilen Devrimlere, herhangi bir probleme karşılık tedbir amacıyla yalnız birkaç kilometre gidebilecek kadar benzin doldurulmuş. Bazılarına göreyse hiç. Hani yolda bir kaza olur da yanıp gider, hesabını veremeyiz diye. İşin aslıysa şuymuş. Devrim, onu üreten kahramanların gönlünde öz çocuklarından farksız olduğu için böyle korunarak gitmiş Ankara'ya. Pamuklar içinde...
Öz çocuk "Devrim"ler, 28 Ekim günü Ankara’yı selamlamış.
Ertesi gün yani 29 Ekim 1961’de Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’i tören alanına götürmüş. Götürmeden önce muhteşem bir Ankara turu atıp törene de iştirak etmiş. Motor saat gibi çalışmış, diğer aksamlar tıkır tıkır işlemiş. Her şey güzelmiş, her şey harikaymış...
Öyleymiş de böyleymiş de ne olduysa oluvermiş birden. İşte soru işaretlerinin art arda dizileceği yer burası. Yani işin sonrası…
Evet, devrin standartlarına uygun olarak yapılmış olan "Devrim"ler Ankara ve hipodromda turlamadan evvel, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel tarafından denenmiş. Denenmiş de geçmişteki tüm sürüşlerini rahatça tamamlayan araç yüz metre gittikten sonra duruvermiş. Araçlarda benzin olmadığını görevlilere haber vermeyi unutanlar; Türk Otomobilcilik, Türk Sanayi Tarihlerine ne büyük kötülük, iştahı açılanların kesesine de ne büyük katkı yaptıklarını bilselerdi, ne derlerdi acaba?.. Cumhurbaşkanını diğer otoya almışlar hemen. Duruşun nedenini şu sözlerle açıklamış rahmetli; "Arabayı yaptık garp kafası, benzin koymayı unuttuk şark kafası..." Yalnız bir başka kafanın da araya girmekte olduğunu görememiş hiç kimse. Gizli hesapları olan, sinsi, insan emeğine ihanet etmekten utanmayan bir kafa!..
Ve "Devrim Macerası" bu noktada bitivermiş sessizce...
"Arabayı yaptık garp kafası, benzin koymayı unuttuk şark kafası" olayının ardından bir süre geçtikten sonra çocuk kafamda 15 yaşın aklıyla kafamda fısıltılar dolaşmaya başladı. Konunun bir kenara atılmasına, otomobil üretmek için iştahı açılan bir yerli firmanın neden olduğuna emindim. Çünkü Devrim'in üretimi daha tamamlanmadan, Ford bayiliği de yapan bir şirketin "bu işi biz yapmalıydık" diye dövünüp durduğunu duymuştuk.
Sonradan ortaya çıktı ki, pardon yanlış oldu, ortaya çıkmadı ki o firma, yapım aşamasında da ortalığa kirlilik pompalayıp durmuş. Söylenti bu ya! Torba olsa büzüp susturursun. Tabii bunda Devrim'i büyük bir aşkla isteyen Cumhurbaşkanı ve fikirdaşlarının hiçbir suçu yok. Suç: Birilerinden üç beş kuruş nasiplenme uğruna kötüleme kampanyasına ortak olup pahalılık yalanından, işe yaramayacağına ve rekabet etme imkânı olmadığına dek uzanan propagandaların yaratıcısı, dönemsel beşinci kol türevlerinde...
Bürokrat ve gazeteci kesimi öyle büyük antipropagandaya girişti ki karşılarındaki o devrin süper güçleri olan Amerika'yla Rusya'da olsa kökten yıkılırlardı alimallah!
Özetlersek önemli olan sonuçtur. Devrim'se bir karşı devrimle sümen altına sığdırılmış, yengen olmuştur bile...
Ve de!..
1966 yılına gelindiğinde "Anadol" giriverdi devreye...
ANADOL'UN DOĞUMUYLA FİAT'IN EVLİLİĞİ
Söylenene göre, yarıdan az fazlası yerliydi Anadol'un. Yüzde elli üç olduğu kalmış aklımda. Kaportaları ilginçti. Fiberglas kaporta kullanılmaktaydı bu araçlarda. Önce tek, sonra çift kapılı olarak üretildi. Üretici firmaysa sonraki yıllarda daha çok gelişip daha çok ünlenecek Koç Grubu...
İşte bu Koç Grubu, üç yıl içinde kurduğu Tofaş Şirketi'yle İtalyanlar'ın Fiat'ını da üretmeye başladı. Seçilen ad "Murat" modelse "124" tü bu kez.
Bu Renault'un modeli "12" olarak ilan edilmiş, ondan sonra sunulmuştu Türk'e... Biz saygıdeğer vatandaşlarsa Fransızlar ve onların maşaları Ermeniler tarafından soykırıma uğratılan milyonlarca Türk'ün hatırına para verip severek (!), sevinerek (!) ve Fransızlar'ı sevindirerek bindik bu araçlara. Model dediğim "12", hedefi tam kalbinden vurmanın işareti miydi yoksa?
PARAYI PEŞİN SÖKÜL, SONRA EL KEYFİ BEKLE
Her iki marka da sürücüler açısından bir dolu emniyet ve sürüş problemleriyle yüklenmişti. Türk insanı her şeye katlandığı gibi buna da sevgiyle aşkla katlandı. Montaj da olsa araçların adının yanında "Türk Malı" ibaresi olması yetti de arttı bile. Yerli damgası yemiş bu otoların paspas takımıyla her iki yan dikiz aynası otomobil fiyatı dışında ayrıca para ödenerek satın alınırdı. İç aynanın da böyle satıldığını söyleyenler oldu ama ilk yeni arabamı satın alabilmek için aradan bir hayli yıl geçmesi gerektiğinden, son yazdığım tuhaflığın şahitleri arasına giremedim. Otomobil almak isteyenler parasını peşin yatırıp sıraya giriyor, yapılan ilanlara bakarak sırası gelince gidip aracını alıyordu. Hürriyet gibi bazı gazeteler de aynı metodu kullanarak kurayla araba dağıtım işine girdiler. Seksenli yılların başında bu tür firmaların birçoğu art arda battı. Batarken halkın hayalleri de paralarıyla birlikte kuş olup uçtu.
TUMOFİLDEN OTOMOBİLE
Nihayet, ne olduysa oldu ve yerli parça kullanım oranları kağnı hızıyla da olsa yıldan yıla artmaya başladı. Sonraki uzun yıllar içinde de montaja dayalı üretim gerçek üretimle yer değiştirdi.
İlk yazıda tumofilden başlamıştık, sonunda otomobile kadar geldik. Bizler, atların yediği Anadol kaportasının ne mükemmel olduğunun reklamını yapmakla meşgulken, SSCB ile ABD uzayda yarışıyordu.
ugün, sokaklarımızı çeşitli marka ve modeller altında birçok yerli otomobil dolduruyor. Vatandaşlarsa yürüyecek yer arayıp duruyor hışımla...*
Nereden, nereye!
Tumofilden otomobile uzanan koca bir süreç...
Zaman, olmaz sanılan şeyleri olur yapmakta pek usta...
- Son bölümdeki * işaretleri arasında kalan iki cümle yazının
1989'daki yayınında yoktu. Bu yayın öncesi eklenmiştir.
Günay Tulun
Yazarlar ve Ozanlar Grubu
İlk Yayınlandığı Yerler
Yazarlar ve Ozanlar [Tumofilden Otoya]
Sistem Danışmanlık, Eğitim ve Organizasyon Yaklaşımları
İlk Yayın Tarihi: 16.6.1989