Karışık Bir Hatıra! [Mete Esin]

Doğu Anadolu'da görevli bulunduğumuz dönemde yirmi beş-yirmi altı yaşlarımızda olup, henüz evli de değildik. Artık Ora'dan ayrılık vaktimizin geldiği ve memleketimize döneceğimiz sıralardı. İş arkadaşlarımızdan ikisi, kendilerine iletilen hayâtî önemdeki bir teklifi, elçi sıfatıyla ard-arda ve biri birlerinden habersiz bize getirmişlerdi. Bunların ilki şakalarıyla öne çıkmış bir arkadaşımızdı. Kendisi bize öyle şakalar yapardı ki... Yalancı çobana benzerdi! Arada ciddî ve doğru bir şey de söyleyecek olsa, şakacı yanını hatırlar, bu değerli arkadaşımıza inanamazdık! Diğeriyse, müdür muavinimiz olup, tamâmen tersine gereğinden fazla ciddîydi. Şakayla ise neredeyse tanışmazdı bile! Üstelik de kendisini Bakanlığa şikâyet etmiştik ki, bu yüzden aramızda soğuk rüzgârlar esmekteydi. Biz, şakacı arkadaşın bütün ısrarlarına rağmen ona inanmak istememiştik. Çünkü, arkadaşımızın sâbıkası bir yana, böylesi bir teklif doğrusu inandırıcı gelmemekteydi. Hele de Doğu Anadolu'da... Ne var ki, ikinci kişiye kesinlikle inanmıştık. O, şakası olmayan ciddî bir adamdı.

Allah, Allah, demek ki böyleydi! Teklif şuydu: Şehrin ve hâtta ilin çok-çok ünlü iki kimliğinden birinin tek kızı, bizi bir yerlerde görmüş olup, pek beğenmiş ve evlenmeyi düşünmekteydi. Bunu, o iki arkadaşımızın sık-sık görüştükleri eşlerine söylemiş, onların da kocaları vâsıtasıyla bize iletmelerini istemişti. Eğer kendisine tâlip olursak, "evet" diyecek ve bizimle evlenecekti! Hele de yaşadığı bölge dikkate alınırsa, bu çok büyük bir medenî cesâret örneği olmaktaydı. Bu yüzden her türlü takdirin üstünde tutulmalıydı. İyi de, bizim o zaman için olsun bu taraklarda bezimiz yoktu. Evlenmemiz için erken olduğu gibi, bir de Ora'dan ayrılmak üzere tâyin beklemekteydik. (Nitekim bir ay kadar sonra ayrılmışızdır.) Teklifi getirenlere hemen ve açıkça bunları söylemiştik. Ayrıca onu da hiç görmemiştik ve tanımıyorduk. Görüşüp konuştuğumuz bir ağbisi vardı, o kadar. Konu, bizim açımızdan başladığı gibi bitmiş ve kapanmıştı. Pekiyi ya karşısı?.. İşte bu biraz kafamızı kurcalamakta ve karıştırmaktaydı. Yâni... Bu kızımız, acaba duruma râzı olup geri mi çekilirdi? Yoksa ısrar eder, bir şekilde şansını mı zorlardı?.. Zorlarsa ne yapabilirdi? Meselâ, yörenin şartlarında bâtıla baş vurur muydu? Bâtıl... Yâni medenî bir insanın düşünmeyeceği ilkel ve mistik metodlar. Onu önce hayli medenî bulmuşken, şimdi de böyle bir kaygıya kapılmıştık!

O şehirde, Ordu'ya âit ve "mahfel" denilen bahçeli bir gazino vardı. Biz oradaki memurlar, hemen hepimiz ve bilhassa Batı'dan olanlar burada buluşur, bekârlar yemek yer, masaüstü oyunları filân oynardık. Havaya göre, içeride veyâ bahçede doğrusu hoşça vakit geçirirdik. Burada yemeğin iki yolu vardı: tabldot ve alakart. Biz tabldottan yer, fakat ve zaman-zaman buna alakart da eklerdik. Hele de yoğurt varsa! Görevli erlere tembih ederdik ki, eğer yoğurt varsa bize mutlakâ... İşte böyle. Görevli erler, bir gün âdetâ pilâv gibi tepelenmiş bir tabak yoğurt getirmişlerdi. Yoğurt o kadar koyuydu ki, mâcun kıvâmındaydı. Âfiyetle yemiştik.

Bekâr olduğumuzdan, ikâmet için önce ev değil bir oteli seçmiştik. Daha sonra ise bir eve geçecektik. Oteldeki odamızda, başka kurumda görevli bir arkadaşımız daha vardı. Kendisiyle daha çok akşamları görüşsek de iyi anlaşmaktaydık. Zâten, aynı odayı paylaşmak için bunun başkası mümkün olmazdı ya!

Kâgir otelin öyle lobi gibi bir yeri yoktu. Uzun bir koridor üstüne sağlı-sollu dizilmiş odalardan ibâret bir yerdi burası. Aynen sokaklar gibi, odaların bir sırasına tek, diğerine çift numaralar verilmişti. Bir akşam, koridordaki büyük sobanın başına toplanmış sohbet etmekteydik. Biz üç kişiydik, bir de otel kâtibi dört. İçimizden iki veyâ üç kişi, kâtibin hemen oradaki yatağına oturmuşlardı. Derken, dışarıdan bizim oda arkadaşı çıka gelmişti. Mete, demişti, ben bir banyo yapıcam da; sobadan mangala ateş alıp odayı ısıtsana! Biz de öyle yapmıştık. Mangalı sobadan doldurmuş, içeri geçip yataklara oturarak sohbete devam etmekteydik. Nedendir bilinmez, mangalı önümüze çekip iki kulpuna basmış, hafifçe de üstüne abanmıştık. Mangaldan çıkan sıcak hava, böylece ılık-ılık yüzümüzü okşayıp dağılmaktaydı.

Arkadaşımız bir zaman sonra banyodan çıkıp odaya dönmüştü. Böyle olunca misâfirlere de gitmek düşüyordu. Bu arada saat de hayli ilerlemişti zâten. Misâfirleri uğurlayıp aynı anda yatmıştık. Oda arkadaşımızla, bâzen yattığımız yerde karşılıklı anlatırdık ama, bu akşam aynı anda uykuya dalmıştık. Esâsen bizim de üstümüzde bir ağırlık vardı ki, uykuya zorlamaktaydı.

Gecenin üç-dört gibi bir vaktiydi. Oda kapısı gıcırtıyla açılmış, bu yüzden ikimiz de aynı anda uyanmıştık. O anda kapıda beyaz bir hayâlet duruyordu! Kıyâfeti, beyaz bir fanilayla onun altında Amerikan bezinden Osmanlı donu olmalıydı. Odada bir gece lâmbası yok ise de, dışarının ışık sızıntıları yeterli aydınlığı temin ediyordu. Öncelikle şaşırdığımız şuydu: Hangimiz geç gelirsek oda kapısını o kilitler ve anahtarı da çevirip üstünde bırakırdık. Demek ki, o gece ilk defâ olarak bunu unutmuştuk. Neyse... Arkadaşımız kapıdaki hayâletle atışırken, bizim bedenimiz felç, kafamız da külçeydi! Değil konuşmak, kıpırdayacak hâlimiz yoktu. Sâdece başımızı çevirip, bir de ağır-aksak düşünebiliyorduk. Arkadaşımız ise, mesleğin de verdiği refleksle tedirgin olmuştu. Lâf aramızda sivil polisti o! "Kimsin sen lan!" diye bağırdı. Kapıdaki adam kekeleyerek (veyâ bize öyle gelmişti) "odayı şaşırdım" diyordu. Arkadaş devamla: "Pekiyi, hangi odadansın?" deyince karşı sıradan bir numara veriyordu. Veriyordu ama, bu doğru muydu acaba? Yâni, gerçekten odayı mı şaşırmıştı, yoksa niyeti başka mıydı? Arkadaşımız elini yastığı altındaki tabancasına uzanmıştı. Çekmişti de gâlibâ. ";Vururum seni lan!" diye bağırıyor, adam da kekelemeye devâm ediyordu. Arkadaş tatmin olmuştu ki, "hadi git!" deyip bıraktı. Kalktı, kapıyı kilitleyip gene yattı.

O tekrar yatınca biz de kendimizle baş başa kalmıştık. Pencere camının baş ucumuzdaki kısmı, tam köşesinden el büyüklüğünde kırıktı. Havalar henüz fazla soğumadığından bundan şikâyetçi değildik. Hattâ, buradan tâze hava girmesi yönünden iyiydi bile. İşte o kırık yönünde derin-derin nefes almaya başlamıştık. Bu iyi gelmiş, biraz açılmıştık. Artık, tuvalete gidecek kadar bir gücü de toplamıştık. Tuvalette başımızı yıkamak niyetindeydik. O zaman iyice bir açılırdık herhâlde.
Başımızı yıkamadan önce aynaya bakmıştık. Durgun ve solgun bir benzimiz vardı. Hemen ardından da aynayı sis basmaya başlamıştı! Yere yığılmamızla, gözümüzü açmamız arasında ne kadar bir zaman geçtiğini bilemiyoruz. Zâten sisin sonunu bile görememiş, düştüğümüzü ise yerde yatmamızdan anlıyorduk. Evet, tuvaletin ıslak ve soğuk tabanında sırt üstü yatıyorduk. Gördüğümüz ve bildiğimiz buydu! Fakat hayret! El, ayak tutmasa da kafa azar-azar çalışmaya devâm ediyordu. Pekiyi şimdi ne yapmalıydık? Karar verdik ki, önce gene kafamızı yıkamalıyız. Toparlanmak için orada biraz daha yattık. Bir yandan da ne olduğumuzu ve bundan sonra ne yapacağımızı düşünmekteydik. Ne olduğumuz husûsunda, artık aşağı yukarı bir karara varmıştık: Buna göre korktuğumuz başımıza gelmişti! Biz inanmasak bile, o kendi inancında bildiğini yapmıştı! Dâirede bütün gün bir şeyler yeyip içiyorduk ya... Hah işte! Demek ki, bu arada ve farkında olmadan, büyü-müyü niyetine hazırlanmış ve bilmediğimiz bir şeyleri de yemiştik. Büyü bizim fikrimizi değiştirmezdi ama, yediğimiz bünyemize dokunmuş ve bu hâllere düşürmüştü! O külçe gibi kafayla ancak bunları düşünebilmekteydik.

Yerde bir süre yatarak, yeterli güce ulaştığımıza karar verip doğrulduk. Gene önce aynaya baktık. Fakat aynı olay bir daha yaşanacaktı! İkinci uyanışımızda, düşüncemiz değişmişti. Başımızı yıkamaktan vazgeçmiştik. Odaya dönüp arkadaştan bizi hastâneye götürmesini isteyecektik. Bu defâ, yerde daha uzun süre yatmaya karar verdik. Daha uzun yatıp, daha çok toparlanacaktık. Hayret ki, kimse de tuvalete filân kalkmıyordu! Bir yardım almak imkânımız olmamıştı. Odaya giderken gücümüz gene de tükenirse, kendimizi, koridorda yatmakta olan otel kâtibinin üstüne bırakacaktık! O, bu durumda hâliyle uyanacak ve gereğini yapacaktı. Kalktık ve bir hamlede koridora çıktık, odamıza yöneldik. Ne var ki, gene tükeniyorduk. Düşündüğümüz gibi yapıp, var gücümüzü toplayarak kendimizi kâtibin üstüne attık. Biz koma durumundayken o gereğini yapacaktı. Yâni, şükür ki kurtulmuştuk!

Açıldığımızda, ayaklarımız yerde ve çapraz durumda, sırtüstü kâtibin üstünde yüzükoyun yatıyorduk. O nefes alıp verdikçe göğsü inip çıkıyor, biz de onunla birlikte aynen inip-çıkıyorduk! Durumumuz çok komikti çok. Bunun üzerine sarsıla-sarsıla gülmeye başlamıştık. Güldükçe daha çok hopluyor, hopladıkça da gülüyorduk!.. Ancak... Bu üç düşüş kalkışların hepsinin sonunda biraz daha güçlenmiştik. Kâtibin üstünde gülü-güle biraz daha kendimize geldik. Kâtip ağır uykusundan doğrulamamış ise de, bizi katılırcasına güldürerek bir bakıma iyi etmişti!
Odamızın kapısı bir buçuk metre ötedeydi. Doğrulup, içeri girerek arkadaşa seslenip, durumumuzu özetledik: Böyleyken böyle... O da zâten yarı uyur, yarı uyanıkmış. "Yâhu o sen miydin? Bense tuvalete kedi girdi, banyo termosifonu için yığılmış odunları devirdi, diye düşünüyordum!" demiştir. Aradan geçen zaman dikkat çekecek kadar uzun idiyse de, uyku sersemliğiyle bunu ölçememişmiş. Kılığımızın üstüne pardösüler giyerek hastânenin yolunu tuttuk. Oraya varana kadar derin-derin nefesler alıyorduk. Bu da bizi açmış, artık iyice güçlenmiştik.

Nöbetçi Dr., gerektiği gibi ölçüp, biçerek bir şeyler aramıştı. Aramıştı ama, bütün bulgular iyi çıkmaktaydı. Oh, ne iyi ve ne âlâ! Pekiyi, bundan önce o yaşadıklarımız ne oluyordu? Ne olacak canım! Gönül meselesi, büyü filân işte! Daha doğrusu büyü niyetine bize yedirilen şey!
Hani, akşamdan bir tabak dolusu yoğurt yemiştik ya... İşte bu bir. Oda penceremizin bir köşesi kırıktı ve buradan sürekli tâze hava gelmekteydi. Bu iki. Otel odamızın kapısını daha önce hiç açık unutmamıştık. Bu üç. O menteşeler bir zamandır gıcırdıyordu; yağlanmasını istediysek de ihmâl edilmiş, geciktirilmişti. Bu dört. Otel müşterisi o hayâlet adam, her ne niyet ve sebeple olursa olsun, odamıza girmiş, bizi uyandırmıştı. Bu da beş. İşte!.. Bizi o günden bugüne hayatta bırakan unsurlar sıra-sıra bunlardı.

Ertesi gün, bir akşam önce odamıza misâfir aldığımız arkadaşlardan birine durumu açtığımızda, "Tabiî, o mangalın üstüne öyle abanırsan, olacağı buydu!" demiştir. Bizim jeton da, işte ancak o zaman düşmüştür! Bir önceki gece külçe gibi, sepet gibi olan kafamız çalışmaya başlamıştır. Bize tâlib olmuş kız da, onu mahkûm ettiğimiz büyü suçundan o anda beraat etmiştir!




Mete Esin
Mete Esin'in "Hatırâlar" adlı kitabının hazırlık yazılarından

  • ALINTI YAPMAK İÇİN

    • Yazarlarımızın makaleleri ve Sayın Günay Tulun'a ait şiirlerin, "Radyo-TV ile diğer basın ve yayın organlarında" yayım ilkesi: Önceden haber verme, eserin aslına sadık kalma, eser sahibiyle alıntının yapıldığı yer adlarını anlaşılır bir açıklıkla belirtmektir. Yayın öncesi bildirim imkânının bulunamadığı aniden gelişen durumlardaysa nezaket gereği, [sessizliginsesi.tr@gmail.com] adresine yayın sonrası bilgi gönderilmesini rica eder; tüm yayınlarınızın başarılı geçmesini dileriz.
  • ESER EKLEMEK İÇİN

    • "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm basılı ya da dijital yayın sayfalarında halkımızın geniş dünya ilgisine uygun olarak her türlü konuya yer verilmiştir. Yayınlanan fotoğrafların büyük bir kısmı "Kadim Okurlarımız" tarafından gönderilmiştir. Fotoğraf ve çizgi resimlerde "İlişkinlik-Telif Hakkı" konusunda tereddüt oluştuğunda bu eserleri yayından çekme hakkımız saklıdır. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm gazete, dergi, site, blog gibi yayın araçlarında yayınlanan makale ve diğer yazı türleriyle fotoğraf, resim, yorum gibi her türlü eserin; üçüncü şahıs, kurum ve kuruluşlara karşı her türlü sorumluluğu, bu eserlerin sahibi olan yazar, gönderici ve ekleyicilerine aittir. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"nun yayın organlarına kayıt edilen ya da kaydedilmek üzere gönderilen eserlerin, telif hakları konusunda problemsiz olmaları önemli ve gereklidir. Yayın Kurulu, gönderilen eserleri yayınlamaktan vazgeçebileceği gibi, dilediği yayın organlarından birinde ya da hepsinde aynı anda ya da değişik zamanlarda yayınlayabilir, yayınlamak isteyen üçüncü şahıslara, tüzel kişiliklere ve kurumlara onay verebilir ya da onlar tarafından yayınlanmasını engelleyebilir. Yalnız şu unutulmamalıdır ki bu eserler, okura saygı kuralı gereği Türkçe kurallarına uygun olmalıdır. Yazılar yayınlandıktan sonra, yazar ya da ekleyicisi; istifa, uzaklaştırılma, çıkarılma dâhil herhangi bir nedenle yazı göndermesi sonlandırılmış olsa dahi "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu Yayın Kurulları"nın oy birliği içeren onay kararı olmadan eserlerinin kayıtlarımızdan ihracını isteyemez, istediği takdirde bunun reddedileceğini en baştan bilmelidir. Gönderici ve yazarlarımızın bu konuya önceden dikkat etmeleri, ileride ihtilaf doğmaması için baştan eser göndermemeleri gerekmektedir. Yayın organlarımıza ekleme yapanlar, bu konudaki sorumluluklarını okumuş ve kabul etmiş sayılacaklardır. Uzun süre yazı göndermeyen ya da yazmayı bırakan köşe yazarlarımızın o güne kadar gönderdikleri tüm yazılar "Konuk Yazarlar" bölümüne aktarılarak yeniden yazı göndermeye başladığı güne kadar köşesi kapatılır. Köşeyi kapama ya da kapatılan köşeyi açıp açmama konusunda karar sahibi, "Sessizliğin Sesi Grubu" ile "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"dur. İhtilaf durumunda, İstanbul'un Kadıköy Mahkemeleri yetkilidir.
  • YORUM YAZMAK İÇİN

    Sayın Okurlarımız: Yorumlarınızı; Grubumuza ait "Google, Yahoo, Mynet, Hotmail, TurTc " ve diğer posta adreslerimize göndermek yerine, "Yorum bölümü açık olan sitelerimiz"deki; yorum yazmak istediğiniz yazının alt kısmında yer alan "Yorum", "Yorum Yapın", "Yorum Yaz" veya "Yorum Gönder" tuşlarını kullanarak doğrudan kaydetme olanağınız bulunmaktadır. Yazacağınız yorumlarınızın; gecikmeksizin, anında yayına girmesini dilerseniz bu yolu tercih etmenizi, saygılarımızla öneririz.

TÜM SİTEYİ DİLDEN DİLE ÇEVİRMEK İÇİN, "DİLİ SEÇİN"İ TIKLAYIN