Önceki sayfada yazdığım adaların adlarını okurken, aynı adların; farklı dönemlerde, değişik adalara da verildiğini fark etmişsinizdir.
Örnekle derseniz:
“Terebintos, Tavşan ve Hayırsız adlarının dönem dönem değişik adalarda göründüğünü söyleyip önceki sayfadaki isim listesine bir kez daha göz atın.” derim.
Bazı isimlerdeyse tek harflik değişiklik ve çok küçük telaffuz farkları var. Bunlar aslında birbirinin aynı sözcükler. Zaman içinde yazılış ve söylenişte farklılıklar oluşmuş.
Konuyla ilgili araştırma yaptığınızda; bu isimlerin yalnız “Kızıladalar”da değil, Marmara’daki diğer adalarda, hatta Türkiye genelinde sık sık tekrarlandığını göreceksiniz.
Konu; o dönem insanlarının tercihiyle ilgili olduğu için, yapabileceğim bir şey yok. İsim tekrarlarının genel nedenleriyse üzerinde ot bitmeyen adalara hayırsız; tavşanı bol olana ya da şekli tavşana benzetilene, tavşan; ölüme terkedilen yılkı atıyla eşeklerin yaşadığı adalara eşek, üzerinde çakar ya da deniz feneri olana fener; ayrıca coğrafi yapılarına göre sivri, yassı, kaşık gibi isimler verilmesinin âdet hâline gelmesi…
NEDEN KIZIL?
Takım olarak, “Kızıladalar”a ad verense; toprağının rengi olmuş. Adaların jeolojik yapısı incelendiğinde, kireç tabakaları arasında, yüksek oranda demir oksite rastlanır. Ayrıca, makilerle birlikte üzerindeki en önemli bitki örtüsü olan kızılçam ağaçlarından dökülen ağaç kabukları, kozalak ve polenler daha da kızıllaştırır toprağı… İçindeki bakır cevheri de katkı verir bu renge… Özetlersek; adaların güzelliği nadire, renkleriyse nadidedir.
Yalnız adalarda değil, “İstanbul Anadolusu”nun Marmara’ya bakan kıyılarının birçok yerinde bu kızıl rengi görmek olası. Çocukluğumun Ziverbey’inden Kızıltoprak sahiline doğru inmeye kalktığınızda, Kalamış kumsalına varıncaya kadar tüm o bölge, kızıl renkli topraklarla kaplıydı.
O bahçelerde de kızıl renkli tenis kortları…
Kortlar için özel toprak getirilmezdi. Yörenin toprağı kullanılırdı. Bugün benzin istasyonunun bulunduğu araziyle daha sonra onun karşısına kurulan ve şimdi yerinde yeller esen diğer benzin istasyonunun yer aldığı arazi de aynı özellikteydi. Toprağın üstünde de kızılçam ağaçları…
Ne kadar çok konuştum değil mi?
Aslında, orasının adı Kızıltoprak’tı desem yetip artardı bile… Çünkü İstanbul’u bilenler; Kızıltoprak’ın, Kadıköy’ün bir mahallesi olduğunu da bilirler.
Yazın bir kenara…
Kızıltoprak’la Adalar; hicran içinde vuslatı bekleyen iki kadim sevgilidir.
Adalara, kızılla başlayandan sonra verilen adlardan en mantıklısı, geçen bölümde okuduğumuz Kadıköy Adaları… O zamanlar, her köye kadı tayin (!) edilmediğinden olacak, hâlâ eski ismi kullanıyorlarmış. Kalkedon’u… Tabii ki adaların adı da ister istemez “Kalkedon Adaları” olmuş…
Hatırlarsanız, Kalkedon adını bir başka yazıda değerlendirmiştik. Yunan her zaman yaptığı gibi onu da zimmetine geçirmeye çalışmış ama ne yazık ki sözcük onlara değil; Fenike’ye ait…
Fenikece…
ADALAR NASIL OLUŞMUŞ
“Kızıladalar”ın tümünün bir sıradağa ait doruk noktaları olduğu yolunda bazı veriler var. “Hayır! Kocaeli Yarımadası’ndan kopan toprak parçalarıdır.” diye bu verilere itiraz edenler de…
“Bugünün bilimine göre, doğruya en yakın görünen birinci savdır.” diyenlere kulak verirsek: Birkaç bin yıl, öyle çok değil, tarih için oldukça çabuk geçen altı bin beş yüz, yedi bin, bazılarına göreyse sekiz bin yıl kadar önce, dünyamızın yaşadığı son buzul çağının bitimini takiben, eriyen buzulların yükselttiği denizler; o zamana kadar nehir ve gölleriyle bir tatlı su cenneti olan Marmara’yı doldurmuş, her yeri etkisi altına alarak, az önce sözünü ettiğim o dağların doruklarına kadar tırmanmış.
Yetmemiş, bugün İstanbul Boğazı dediğimiz bölgedeki vadiden geçip, koskoca bir gölü Karadeniz’e dönüştürmüş. O sular, Marmara’nın koskoca dağlarını adalara çevirip; “Doğanın orasını burasını çekiştirmeyin. Sonra karışmam, ha!” diye, ta o günlerden haber yollamış bize. Görememiş, duyamamışız. Görüp anlayanlarımızsa akıllanmamış!
Tekrarlama izlenimi verebilir ama bu olayı, hemen alt satırlardan birinde, ayrıntılı olarak anlatmak istiyorum. Tabii ki affınıza sığınarak…
Devam edelim.
Başka bir grup bilimci bu tezi beğenmez. Adalara illaki farklı bir aidiyet arar. Şöyle der onlar: Adalar, Kocaeli Yarımadası’ndan kopan toprak parçalarından oluşur.
Ona da itirazımız yok. Çünkü:
Toprağın özellikleri bu yöreyle de benzeşir. Adaların ana kütleleri kuvarsit denen kum taşı ve arkoz denen bir tür tortul kayaçtan oluşmuştur. Burada söz edilen arkoz da kum taşı cinsindendir ama bileşiminde en az % 30 oranında feldspat vardır ve genel olarak derinlik kayaçlarıyla gnaysların ayrışmasından oluşur. Gnays nedir derseniz, o da bir tortul kayaçtır. Yalnız onun bileşiminde; feldspat ve kuvarsa ek olarak mika da bulunur.
Anlayacağınız, hepsi yakın akraba…
“Kocaeliciler” iddialarının önemli dayanaklarından biri olarak, Büyükada’yla Dragos civarında deniz tabanının bir hayli yükselerek; derinliğin on, on beş metreye kadar düşmesini gösterirler.
Öyle ya da böyle, sonuç; denizlerin yükselmesi sonucu Marmara’yla Karadeniz’in göllüğe veda etmesi ve adaların ortaya çıkmasıdır.
Tüm bu veriler araştırmacılar için birer önemli uyarıdır.
Şunu da akıldan çıkartmamak gerek: Bu savların hepsi farklı dönemler itibariyle yaşanmış olabilir. İncelemeleri biraz da bu yönde sürdürmek gerek.
İSTANBUL’UN BİLİNEN EN BÜYÜK DEĞİŞİMİ
Bilimciler tarafından dört bin yıllık zaman farkıyla tarihlenen ve on bin ila on dört bin yıl önce bittiği ileri sürülen son buzul çağı; 2008 yılındaki NordGrip buz delme projesi sonuçlarına göre, kesinlikle MÖ 9703 yılında sona ermiş. Ardından da buzullar erimeye ve eriyen buzulların etkisiyle de denizler yükselmeye başlamış.
Marmara, o dönemlerde hâlâ göldür. Olayların başlangıcında, Marmara Denizi’nin kuzey kıyılarını belirleyen geniş arazi üstünde, Çanakkale Boğazı’ndaki kadar olmasa da büyükçe bir akarsu bulunmaktadır. MÖ 5000 ila MÖ 4500 yılları arasındaki bir dönemde, yükselmenin sürmesi ve bu yükselişin dünya çapında 150 metreye tırmanması, göl Marmara’yı da etkiler. Az eğimli Çanakkale Boğazı yoluyla kolayca Marmara’yı istila eden sular, gölü denize çevirir.
Marmara bu oyuna aşinadır. Geçmişinde birkaç kez yaşamış, gölken denize, denizken göle dönmüştür.
Bölge, üzerindeki akarsu ve o akarsuya dökülen dereler nedeniyle alüvyonca zengindir. Yeni deniz, bu alüvyonlar yüzünden direnci düşen yerlere de musallat olur. Haliç’i basar. Boğaziçi vadisini erite çökerte, Karadeniz’e “Merhaba” diyecek kadar yaklaşır. Yaklaşma, önceleri kademe kademedir. Çünkü, Boğaziçi vadisi Karadeniz’e yaklaştıkça yükselir. Nihayetinde, civardakiler için beklenen, uzak kıyılardakilerinse hiç beklemedikleri an gelir. Doğal seddenin son parçası da patlar.
Akdeniz’in, Çanakkale üzerinden giriş yapmasından başlayarak, gerek Marmara gerekse Karadeniz’deki dönüşüm, toplam olarak; birkaç ayı, yılı, hatta yılları bulmuş olabilir. Su baskını ne kadar hızlı olursa olsun, alanın çok büyük olması nedeniyle tüm Marmara ve Karadeniz havzalarındaki değişimin hemen olup bitmesi imkânsız görünüyor. Ne dünya üzerindeki buzullar bir günde erimiş ne Akdeniz bir günde yükselmiş ne Marmara bir günde denize dönmüş ne de bir günde Karadeniz oluşmuştur.
Piyano piyano… Piyano piyano…
İstanbul’un Marmaray projesi, Marmara’nın başına gelen pek çok olayı aydınlattı. Önce, Yunan’ın; “İstanbul’u biz kurduk!” yalanını yıktı, geçti. Sonrasında da tarih ve arkeoloji derslerine devam etti. Buzulların çözülmesinden önceki dönemde, “İstanbul Boğazı”nın bir ırmak; bugün su altında kalan birçok bölgeninse kıyı ve kıyıya yakın yerler olduğunu, onun sayesinde; gördük, anladık, inandık. İnanmayanların sesiniyse “bugünkü deniz seviyesinin on metre altındaki yerleşim bölgesi” kesti. Yenikapı’daki arkeolojik kazılarda ilginçlikler bitmedi. Marmara’nın tatlı su gölü olduğu dönemlerde, bölgede yaşayan insanların, gölden aldıkları taşlarla yapmış olduğu taşlık bir alan bulundu. Marmara’nin göl olduğunu ispatlayan binlerce yıllık bir delildi bu…
Denizin her yanı kaplaması olayı, “İstanbul Marmarası”nın coğrafi açıdan bilebildiğimiz en büyük felaketi. Geçmiş atalarımıza ağıtlar yakarak, demografik değil, “Coğrafi açıdan en büyük felaket” sözcüklerini vurgulayıp, asıl konumuz olan ikinci büyük felakete geçelim.
Büyük ve Küçük Vortonos, Vordonos ya da Vordonisi gibi birçok ismi olan bu adalar; üzerindeki çok büyük manastır dizgesiyle birlikte deniz altına kayan, kayıp adalarıdır İstanbul’un…
Bu göç sırasında ne kadar can kaybı olduğunu bilmiyoruz. İkisinin aynı anda mı yoksa “dakika, saat, gün, ay ya da yıl olarak” farklı zamanlarda mı göçtüğü hakkında da bilgimiz yok. Bilip gördüğümüzse Kınalıada’yla Küçükyalı arasında, ana karaya hayli yakın bir yerde, balıklara ev sahipliği yaptığı için, balıkçılar tarafından sıkça ziyaret edilen su altı anıtı Vordonisilerin varlığı…
Önceki yazımda ne demiştim:
“İnsanın her gün karşısına geçip baktığı, üzerinden gelip geçtiği yerler bile ne derin trajediler ne derin öyküler saklıyor.”
Ben de bu trajediyi yazmaya devam edeceğim.
“Belki birileri akıllanır da yeni İstanbul depremi ‘Ben geldim!’ diye seslenmeden önce, yerleşim yerleriyle ilgili yaşamsal tedbirleri alır.”