Zengin bir hâtırat mîrâsına sâhip bulunan; berâber yaşamak husûsunda müşterek arzu ve muvâfakatte samîmî olan; sâhip olunan mîrâsın muhâfazasına berâber devam husûsunda irâdeleri müşterek olan insanların birleştirilmesinden vücuda gelen cemiyete millet nâmı verilir. “Kemâl Atatürk”
Andığımız yazının konusu Türkiye’nin etnik yapısıydı.
Böyle bir yazı şahsımızı hedef aldığına göre görüşümüz onun karşısında olmalıydı. Zâten de böyledir. Evet, vatandaşlarımızın kimilerince iddiâ edildiği gibi ırk bazında da yüzde yüze yakın Türk olmadığı anlayışındayızdır. Bununsa yazılı kaynakları yanında artık laboratuvar raporları dahi vardır! Raporlar, vatandaşlarımızın ırk bazında belli başlı dokuz gruba ayrıldığını ifâde etmektedirler. Buysa Ülke geçmişimizi bilenler için hiç de şaşılası değildir. Atatürk de baştaki sözünü durduk yere etmemiştir.
Ortaokulu İstanbul’da yatılı okumuştuk. Her ilden ikişer olmak üzere, Türkiye’nin batısından otuzdan fazla öğrenciydik. Henüz birinci sınıftayken bir husus dikkatimizi çekmişti. Aramızda; Arnavut, Boşnak, Çerkez, Gürcü, Laz, Pomak ve Tatar olduklarını bildiğimiz arkadaşlarımız vardı. İki Edirneliden birinin de yarım Çingene olduğunu, kendisi Boşnak olan diğer Edirneli arkadaş söylemişti! Ayrıca fizik ve çehre olarak hepimiz değişik tipte kişilerdik. Yâni yaklaşık dahi olsa benzerlik göstermiyorduk. Şu da var ki, yalnız iki arkadaşımıza Laz ve Tatar denebilirdi. Onlar, yüzleri gözleriyle az da olsa soylarını işâret ve temsil etmekteydiler!
İşte bu, bizi düşünmeye sevk etmişti. Evimizde, ocağımızda hiç sözü geçmemiş, hiç duymamıştık ama, acaba bizde de böyle bir etnik durum var mıydı? Âilemiz İstanbul’da yaşamasına rağmen, evci çıkmazdık. Evde, Osmanlı disiplinli babamızın okuldaki alternatifi, ağabey saydığımız hoşgörülü ve sevecen öğretmenlerdi. Geniş bir alana yayılmış okulda, hafta sonlarının toplu oyun ve eğlenceleriyse cabasıydı. Evci çıkmasak bile her hafta sonu, görüşmek ve harçlık almak için Eyüp’teki evimize giderdik. Böyle bir hafta sonunda babamıza sormuştuk ki… Baba, okuldaki durum böyleyken böyle; şunu merâk ettim ki, bizim de o arkadaşlar gibi değişik bir yanımız var mı acaba?
Babamız müflis bir kişiydi. İstanbul’da bir takım işlere soyunmuş ama başaramamış, batmıştı. Doğuştan mı yoksa bu olaydan mıdır; genelde durgun ve az konuşan, az da gülen biriydi. Şu da var ki, olgun, oturaklı hem de çok ciddîydi. Lâcivert gözlerini kısıp şöyle bir baktı, dudağı hafif yayıldı. O anda istisnâî bir poz vermişti; yâni hafifçe gülümsüyordu! Tatarız biz, dedi! Şunu da ekledi: Nogay Tatarıyız! O güne kadar Tatarı duymuştuk da, bu Nogay neyin nesiydi? Sonra bunların hepsini hem de fazlasıyla öğrenecektik. Hemen ekleyelim; Nogaylar, genel olarak Tatarların şehirden uzak yaşayanları, köylüsü, göçebesidirler. Onlara, bu açıdan “Tatarların Yörükleri” de diyebiliriz! Şimdilerdeyse, Tatarlardan ayrı bir grup olarak anılmaktadırlar.
Asıl konuya dönersek… Tatar deyince, kişinin gözü önüne gelen tip mâlûmdur. Biz ise bu tipe hayli uzaktık, hattâ hiç ilgimiz yoktu. Bu yüzden çok şaşırmıştık. Neyse… Sonra ayrıntısıyla öğrenecektik ki, babamızın babası Nogay, annesi Giray (Kırım hânedânından) imişler. Soyun diğer yarısıysa Vize’nin Yörüklerindenmiş. Anne yanımız da, kezâ Nogay ve Yörüklermiş.
Tatar ve Nogay’ı sonraki yıllarda iyice öğrenmiştik ki, Türk ve Moğol karışımı toplumlarmış. Bunlar bâzen aralarında evlenmekle genetik olarak, bâzen de aynı toplum içinde komşu olmakla karışmışlarmış. Bu yüzden de, her Tatar Moğola benzemezmiş. Sözün gelişi… Asıl adı Fahrettin Cüreklibatır (Yürekli yiğit) olan Cüneyt Arkın, bir Kırım Tatarıdır! Ne kadar Moğola benzediğiyse ortadadır!
İşte, etnisiteye duyduğumuz derin ilgi böyle uyanmıştır. Ondan sonra neredeyse her karşılaştığımız kişinin etnik kimliğini merak etmişizdir. Hem de bu bizde bir yetenek, şimdiki fotoğraf makinelerinde de görülen bir görüş belleği geliştirmiştir. Kişilerin tiplerine bakarak, onların ne ve nereli olabileceklerini, bâzen tam, bâzen de yaklaşık olarak tahmin edebilmişizdir. Aynı konuda bir de hâtıramız vardır. Aslında çok vardır da en çarpıcısı budur. Şöyle: Bir yerde ilk karşılaştığımız iki kişinin (Trakya Ün. hocalarıymışlar.) nereli olabilecekleri üzerine düşünürken, esmer olana yoğunlaşıp, Erzurum ve Kars arasında gidip gelmiştik. Sonra Erzurum’da karar kılıp sormuştuk. Adam, Erzurumlu dememize bayağı bir bozulmuştu; meğer kendisi Karslıymış! Burada, Kars ve Erzurum’un yerel yakınlığıyla siyasal çekişmesini hatırlamış olalım! Gelelim sarışın ikinci kişiye… Kendisi, Kuzey Avrupa ülkelerinde görülecek kadar sarışındı. Bize, arkadaşımı teşhis ettin ama beni aslâ bilemeyeceksin, demişti. Bugüne kadar hiç kimse bilemedi, diye de eklemişti. Kendisini bir dakika kadar süzmüştük. Yüz çizgilerinin bizde uyandırdığı kanıya göre Antep veyâ Urfalı olabilirdi. Bunu söylediğimizde âdetâ yerinden fırlamıştı! Hayretle yüzümüze bakarak, “olmaz yâhu!" demişti; "olmaz, nasıl bildin ki?..".
Edirne’de kütüphânede bulunduğumuz bir gün, müdürün masasındaki kitaplara bakıyorduk. Birini elimize alıp göz attığımızdaysa “Trak Türkleriyle” karşılaştık! Trak ve Türk… Trak Türkleri! İki kelime benziyorlar ya, buna bakarak uydur gitsin! Neyse… Kitabı yazanı kutlarken, hatâsını vurgulayan ve özellikle Trakları anlatan ve hâlen internette dolaşan bir makâle yazdık. Sonra bir kitapçı dost, bize Pomakların sorulduğunu söylemişti. Başka bir gün internetten Patriyotlar sorulmuştu. Biz de bundan sonra, aramızda yaşayan Balkan etnik gruplarının hepsi hakkında ne biliyorsak kaleme aldık.
Günün birindeyse, internette, bütün bilgi ve imlâ hatâlarıyla birlikte aynen şu ifâdelere rastladık: (…manav bir ırktır ama en kral türktür); (Türklerin yörüklükten yerleşik hayata geçmesiyle ve daha çok sebze meyve yetiştirip çiftçiliğe yönelmesiyle aldığı isim. Ayrı bir ırk olmasa gerek).
İşte o zaman, Balkanlar dışına çıkıp bir de Anadolu Manavlarını yazdık. Yazılarımızın altına adresimizi eklediğimiz cihetle, her yazımız için iyi kötü bir takım tepkiler aldık. En çok tepki verenler ise, bir avuç tutarındaki Partiyotlar olmuşlardır. Önceleri bir, iki, üç, beş… diye sayarken, sonra sayıyı şaşırmışızdır. Aldığımız mesaj işte o kadar çoktur. Şu da var ki, îtiraz edenlerin yanında çoğu gerçeği bildiklerini söylemiş veyâ bizden öğrendikten sonra kabûl etmişlerdir. Kimiyse daha fazla bilgi istemişlerdir.
Şimdi… Şu Türk sözü üstünde bir duralım. Söz, nedir ve ne değildir? diye. Türk sözü, öncelikle dünyâdaki insan ırklarından birinin adıdır. Çok geniş bir alana yayılıp, irili ufaklı birçok kol vermiş bir ırktır bu. Türkiye’deki devletin temel ve kurucu unsuru da bu ırkın bir kolu olmaktadır. Hem bu kola, ırkının adıyla gene Türk denmiştir. Bunu da herkesten önce Avrupalılar (Haçlı komutanı Alman İmp. Friedrich Barbarossa) demişlerdir. İşte kargaşa da buradan çıkmaktadır gâlibâ! Türkiye’deki etnik gruplar söz konusu olduğunda, Türk ırkından gelmeyenlere, “değildir” demek, onların dışlanması, ötelenmesi gibi anlaşılabilmektedir. Hepsi değilse bile bunu düşünenler, alınanlar vardır. Oysa ne münâsebet! Çünkü… Türk sözünün ikinci anlamıyla, Türkiye halkının tamâmı Türk ve Türk milletidir. (Buraya son derecede ilgi çekici bir noktayı ekleyelim: Bizdeki ırkçılar ne derlerse desinler, Orta Asya’ daki Türklere “Türk” denince kabûl etmemektedirler! Onlar, Türk olarak sâdece bizi anlamaktadırlar. Yâni Türkiye halkı ve vatandaşlarını…) Ancak, bu milletin bir kısmı ırk temelinde gene Türk iken diğerleri değildirler. Ne değildirler? Türk ırkından değildirler! Buysa, hiç kimseyi incitmemesi gereken bilimsel bir gerçektir. İnsan ırkları belli başlı ilim konularından biridir. Elbette araştırılıp incelenecek ve öğrenilecektir. Yâni temelde ilim vardır, öğrenmek ve bilmek vardır.
Türk (TC vatandaşı) insanının, etnik olarak büyüklü, küçüklü muhtelif dallara ayrıldığıysa bir apaçık gerçektir. Denilebilir ki, biz Türkler yeryüzünün en karışmış toplumuyuzdur! Çünkü…
Bu noktada, Osmanlı’nın Rumeli’ni iskân siyâseti hatıra gelecektir. Osmanlılar Rumeli’nde fethettikleri yerleri elde tutmak için, Anadolu’dan Yörük (Türkmen) nüfus getirip Bura’da dağıtarak iskân etmişlerdir. Ne var ki, Anadolu bu konuda yeterli olmayınca, Ortadoğu’daki bir kısım Yörükler de aynı şekilde Rumeli’ne geçirilmişlerdir. Hattâ, üç-beş sayıdaki Kürt toplumu da buna dâhildirler. Rumeli’nde Kocacık Yörükleri, Naldöken Yörükleri, Ofçabolu Yörükleri, Selânik Yörükleri, Tanrıdağı (Karagöz) Yörükleri ve Vize Yörükleri denilenler bu göçmenlerdir.
İllâ… Rumeli’ndeki Türk varlığı hâlâ daha yeterli sayıda görülmemektedir. Osmanlıysa bundan yana kaygılıdır. Daha fazla Türkmen ihrâcı, bu kere Anadolu’nın Türk nüfûsunun eksilmesi açısından sakıncalı görülmektedir! İşte bu son noktada Kırım’ın Tatarları hatıra geleceklerdir. Kırım ve çevresinden Aktav Tatarları, Bozapa Tatarları, Tırhala Tatarları, ve Yanbolu Tatarları'nın Rumeli’ne göçürülmeleri böyle gerçekleşmiştir.
Dönelim bizim ırkçı akademisyenlere… Onların şu yazdığımızdan ya haberleri yoktur veyâ vardır da, Anadolu’nun Türk nüfusundan yana boşalması husûsunu hatırlamak istememektedirler! Hangisi doğruysa…
Karşı görüş sâhipleri, sıkıştıkça Türk-Yunan Nüfus Mübâdelesine değinmektedirler. Onlara göre, Ülke’nin Türkler öncesi nüfûsu olan Rumlar bu sırada Yunanistan’a gönderilmişlerdir. Oysa… Din esâsına dayanan Mübâdele’de, Türkiye’den Yunanistan’a gidenlerin sayısı (1.250.000-1.500.000) arasındadır. Bunların da bir kısmını, Trakya’da Gagavuz ve Anadolu’da da Karamanlı Türkleri teşkil etmektedirler. Kendileri ırken Türk olmaları yanında Hristiyan da oldukları cihetle, Anlaşma kapsamında hiç istemedikleri bir âkıbete uğramışladır! Buysa ayrı ve hüzünlü bir konudur.
Şimdi… Türkiye’den göçü 1,500,000 kabûl edelim.
Bu konuda değişik rakamlar verilmektedir. Fakat Mübâdeleyle gidenlerden az değildirler ya! Bir de, bu insanların sayısı 850 yılda hiç mi artmamıştır? Anadolu’ya, 1071 sonrası şehirli ve göçebe diyebileceğimiz bir kısım gruplar göçmüşlerdir. Bunların göçebesi olan Türkmenler adlarıyla bellidir ki Türktürler. Şehirlilerinse kısmen Türk ve kısmen Farsî (Îranlı) ve hattâ Afgan oldukları târih kayıtlarına geçmiştir. Nitekim, Anadolu’da Fars ve Afgan görünümlü vatandaşlarımız hiç az sayıda değildirler!
Konuya bir de başka açıdan girelim. Gerçek yukarıdaki gibiyken ve hiç de gereği yokken, bir takım kişiler çıkıp etnik olarak Türk olmayan vatandaşlarımızı da Türk göstermek gayretine girmektedirler. Hem de bunların arasında bir kısım sözde akademisyenler vardır. İlim ve politika nasıl bağdaşıyorsa…
Ülkemizin şu kadar bölge, il, ilçe, köy ve mezrası vardır.
Pekiyi o hâlde bu gayretkeşlik nedir ve nedendir?
Artık bir sonuca varmaya çalışalım. Burada hepsini sayıp dökmeye gerek yoktur ki… Gerek Selçuklu, gerek Osmanlı devirleri ve gerekse daha öncesinde, Anadolu, Rumeli ve Kafkaslarda yerli halklardan ferden, âilece ve köy veyâ mahâlle gibi bir şekilde cemaat olarak İslâm’a geçenler olmuşlardır. Bunların hepsi yabancı unsurlar da olmayıp, aralarında her üç bölgede Türkler (Gagavuz, Karamanlı) de vardır. Gün gelip, Osmanlı daralmaya ve bugünkü sınırlarımıza çekilmeye başlayınca, sınır dışında kalan Türk ve diğer İslâm unsurların bir kısmı da Türkiye’ye göçmüşlerdir. Ancak… Burada muhakkak olan, “diğer İslâm unsurlar” dediklerimiz de kendilerini Türk hissetmişlerdir. İlginç olanıysa, hâlen geçerli olduğu üzere, geride kalan toprakların sâhipleri de aslen kendilerinden olan bu unsurlara Türk demektedirler!
O hâlde…
Bir an için bırakalım laboratuvarı…
Bunu böyle bilelim.
Mete Esin
Yazarın Notu
a. Yazımıza bir de fotoğraf eklemekteyiz. Burada Moğol okul çocuklarından bir grup görülmektedir. Benzerliğe dikkat edelim. Neredeyse bir batında doğmuş kardeşler gibiler! Değil mi? Dünyânın karışmayan toplumları işte böyle bir görüntü vermektedirler. Pekiyi ya biz??? O fotoğraftaki gibi bir sahneyi Ülke’mizde görebilmek söz konusu olabilir mi!?
b. Aynı konuda internette bir yazımız (Manavlık üzerine) daha vardır. Konuya ilgi duyanlar bunu da okuyabileceklerdir.