Annemiz, bacımız, eşimiz, kızımız… Hala, teyze ve diğerleri ve diğerleri... Kısaca Havva kızı kadınlar. Madem ki “Havva” dedik onunla da başlayalım. Hepimiz biliriz ki, ilahî dinlerde dünya hayatı Âdem (baba) ve Havva (anne)yla başlar. Bu ikisi, önce cennete konulmuşlar ve onlara türlü meyveler sunulmuştur. Hâl böyleyken, elma ağacına yaklaşmaları yasaklanmıştır. Elma yemeyeceklerdir. Gel gelelim, şeytan da boş durmamaktadır. O da bir gün şeytanlığını yapacak, Âdem’le Havva’ya elmayı yedirecektir. (Ayvayı yemek sözü buradan mı gelmektedir, acaba!?) Bunun sonucunda, Âdem ve Havva dünyada yaşamakla cezalandırılacaklardır. İncil ise şeytana uyanın Havva olduğunu, Âdem’i onun etkilediğini bildirmektedir. Kadınların doğum sancıları, erkeklerin egemenliğine mahkûm olmaları hep bundanmış! Yeryüzünde çektikleri bütün çileler de gene bu yüzdenmiş!
Kadın, erkek karşısında fizik olarak yetersiz ve güçsüzdürler. Buna, gebelik ve analık gibi faktörler de eklenince, meydan tamamen erkeklere kalmıştır. Özellikle de insanlığın ilk çağlarında... Bu çağlarda, şartlar o derecede ağır, o kadar çetindir ki, hayatta kalabilmek için beyin gücü yanında, beden ve bilek gücüne de ihtiyaç olmuştur. Aynen hayvanlardaki gibi. İşte bunlar erkeği öne çıkarmışlar, kadın karşısında onu üstün kılmışlardır. Şartların bir oranda değiştiği bugün, durumun büyük ölçüde devamı, bunun kurumlaştığını göstermektedir. Çok nadir rastlanan istisnalar bir yana...
Tarihte bir Amazonlar efsanesi vardır. Belki gerçek bir yanı da olan bu kadınlar, Karadeniz’in kuzey kıyılarında yaşamışlarmış. Başka bir kaynağa göre de, Anadolu’nun kuzey kıyısı Samsun dolayında yaşamışlarmış. Amazonlar, Erkeklerle sadece neslin devamı için buluşurlarmış. Doğurdukları erkek çocuklarını ya babalarına verirler veya öldürürlermiş! Amazonların, aslında uzun saçlı İskit (erkek) savaşçıları oldukları ciddi bir olasılık gibi görünmekteyse de böylesi bir Yunan kaynaklı söylence, kadınların erkeklere egemen olduklarına örnek sayılmaktadır. Bunun yanında, tarihte, kadınların bireysel egemenlikleri görülmüştür ki, değişik dönemlerin bu kadınları, zamanlarının hükümdarları olarak kazandıkları ünleriyle bugünlere gelmişlerdir. Saba Melikesi Belkıs diye tanınan bir Arap kraliçesi, hepsi de akraba olan on Kleopatra’dan Mısır’ın o Makedon asıllı Kıpti kraliçesi, Semiramis diye efsaneleşen Asur Kraliçesi Sammuramat, Roma İmparatorlarının eşleri I. ve II. Messalina’lar, Rus İmparatoriçeleri I. ve II. Katerina’lar ile daha az önemdeki başkaları böyledirler. Bizde de böyle ünlenmiş padişah eş veya anaları vardır ki, birincisi Hürrem olsa gerektir.
Tarih boyunca kadına hükmeden erkekler bir yandan da kadın tanrılar (tanrıçalar) icat edip, onların önünde diz çöküp yalvarmışlardır. Anadolu’nun ünlü tanrısı Kibele (Kübele) dişidir. Ünü ve etkisi Orta Doğu’ya kadar yayılmıştır. Mesela, Kıble adının Kibele’den geldiği yönünde bir tez vardır ve bu akla yakın da düşmektedir. Arapların İslâm öncesi tanrılarından en ünlü üçü olan Lat, Menat ve Uzza da dişidirler. En tanınmışları Ayzıt ve Umay olmak üzere, Andarkan, Ana Maygıl, Gün Ana, İlinesi, Kiştay Ana, Satılay, Tiamat ve Yelbis, değişik zamanların Türk tanrıçaları olurlar. Yunan'ın; Afrodit, Artemis, Athena, Demeter ve Hera’sıyla; Roma’nın; Juno, Minerva ve Venüs’ü; Almanların Feraya ve Lilith adlı tanrıları gene dişidirler. Başka mitolojilerin de bol bol dişi tanrıları olmuştur.
Erkeklerin birden fazla kadınla evlendikleri, dünyanın hemen her yanında görülebilmiştir. Bizim Osmanlı Sultanları bunun en çarpıcı örnekleridirler. Güneydoğu Asya'da ve bu arada dünyaya tepeden bakan Nepal’de ise bambaşka ve tamamıyla tersine bir örnek bilinmektedir, Bu ülkede yaşayan Bhotialı kadınlar birden fazla erkekle evlenebilmektedirler! Bu kadınların kocalarının, çok defa da birbirleriyle kardeş oldukları, bizim kültürümüz için akıl almaz ayrı bir noktadır.
İslam öncesinde, Türk kadını erkeklerle neredeyse eşit haklara sahipken, zamanın uygar ülkeleri olan Arap, Çin, Hint , İran, Roma ve Yunan kadınlarıysa bu haklardan çok uzaktaydılar. Ülkemiz kadınlarının toplum hayatına yeniden karışmaları, I. Meşrutiyet’le filizlenmiş, II.Meşrutiyet’le gelişip, Cumhuriyet’le tamamlanmıştır. Nitekim, günümüz toplum hayatında İslamcı kadınların bile görülmeleri mümkündür.
Edirne Balıkpazarı’nda, soğuktan elleri morarmış ve omuzlarını kaldırıp boynunu kısmış Osmanlı askerlerini gören, Emine Seniye adındaki zamanın bir hanımefendisi, 1908’de, başkanı olduğu bir yardım derneği kurmuştur: “Hıdmet-i Nisvan Cemiyeti Hayriyesi”. Madam Fındıklıyan’ın II. Başkan olduğu dernek yazmanlığını da Dilber Hanım üstlenmişlerdir. Asker ve sivil bazı devlet görevlilerinin eşleri ve gelinleri yanında, şu madamlar da dernek adına etkinlikler göstermişlerdir: Md. Tatusyan, Md. Menzilciyan, Md. Bahur Mitriyani, Md.Şapat Alfuvadiş, Md. Altunalmaz ve Md. Karabidi.
Bu Dernek, Türk kadın etkinliği ilklerden olarak tarihimize geçmiştir.