İnsanlar, bâzı davranışlarını her yerde ve her zaman gösterebilirler de, diğer bâzılarını belli bir zamana bağlar, onun üstüne kurallar koyarlar. İslâm’ın gereklerinden biri olan sünnet de böyledir. Her zaman yapılabilecek ufak bir cerrâhî operasyon iken, yaranın iyileşmesine lâzım olan birkaç gün için, tâtil dönemlerine ve bir de yaza bırakılır. Yaz sonu demek olan içinde bulunduğumuz okul öncesi dönem, bunun en uygun zamânı sayılır. Sünnet, aslında diş çekimi kadar basit bir işlemdir. Şu var ki, bunun dinî bir vecîbe olması yanında, erkek çocuğun hayatındaki dönüm noktası sayılması, sünnetin toplumumuz gözündeki önemini artırmaktadır. İşte bundan dolayıdır ki, önce alay denilen araba konvoyuyla uzun bir şehir gezisine çıkılır ve arkasından, akşam başlayıp gece yarılarına kadar süren düğünler düzenlenir. Düğünün belleklerde yer eden, kalıcı bir hâtıra olması istenir. Bu genellikle böyledir. Ama çok seyrek olarak, bu töreni yapmayan sâde vatandaşlar da çıkmıştır. Meselâ, biz kendimiz düğünsüz evlendiğimiz gibi, iki oğlumuzu da düğünsüz sünnet ettirmişizdir. Hattâ, kimselere haber vermemişizdir ki, eş-dost eliyle bize rağmen bir şeyler yapılmak istenmesin!
Bu konuda geçmişe dönersek. Çocukluğumuzun İstanbul’unda, bazı organizatörler toplu sünnetler düzenlerlerdi.
Yaşadığımız Eyüp semtindeki büyük bir sinema bahçesi buna pek uygun bir mekân olurdu. Burada, bir yaz mevsimi boyunca şu kadar hafta toplu sünnet düğünleri yapılırdı. Yatakları bahçenin iki yanına kurulan kırk kadar çocuk, zamânın en ünlü sanatçılarının katıldığı bir gecede sabaha kadar süren eğlencelerle sünnet edilirlerdi. Çocuklarımızı sessiz-sedasız bir biçimde geçiştirmiştik ama -lâf aramızda- kendi sünnetimiz böyle uzun bir eğlence gecesinde gerçekleşmiştir!
Zamânın ünlü sanatçısı Abdullah Yüce’nin gazellerini dinlerken, gece yarısı uykuya dalmışız; sabaha doğru zamânın büyük ustası Celal Şâhin’le uyanmıştık. Celal Şahin’in, mizah ve müziği akordeon eşliğinde yoğurup, kişilerle olayları karikatürize ettiği ve “sesle çizgiler” dediği ünlü bir sahne gösterisi vardı. İşte, bizi uyandıran bu olmuştu. Böyle düğünler asıl olarak birer eğlence gecesi olduklarından, düğün sâhiplerinin dâvetlilerine verdiklerinden başka, ayrıca ve yüzlerce bilet satılırdı. Dâvetle birlikte, böyle bir sünnetin mâliyeti, bir başına yapılanlardan pahalı olmazdı. Az külfete katlanıp, âilece daha az yorulmak ise işin cabasıydı. Geçmiş zaman olur ki, hayâli cihan değermiş!
Bizde bilinmek bir yana, belki hiç duyulmayan bir sünnet şekli daha vardır: Arapların hafz dedikleri kadın sünneti! Sünnetin bu şaşırtıcı uygulamasında, kız çocuklarında halk içinde bızır denilen hassas organlarının üstü çıkarılmaktadır. Doğrusu bu, basit erkek sünneti yanında iyice bir cinâyet olmaktadır. Etyopya’da, diğeriyle birlikte ortaya çıkan sünnetin bu vahşet şekline aynı ülkede, bugün de devâm edilmektedir. Bunun yanında, Mısır ve Sudan gibi komşu bâzı Afrika İslâm ülkelerinde, Malakka Adalarında, Brezilya, Meksika ve Peru’da, Ortadoğu ve Hindistan Müslümanları aşağı tabakası arasında kadın sünnetine rastlanmaktadır. Oysa, İslâmda böyle bir sünnet yoktur ki, zâten var olsaydı İslâm toplumu olarak bizde de görülecektir. Aslında, erkek sünneti de İslâm’ın olmazsa olmazlarından değildir. Değişik bakış açılarına göre, câiz veyâ vâcip sayılmaktadır. İslâm’ın gereği, câiz ve vâcip dediğimiz sünnete gelenek de diyebiliriz.
Sünnetin târihine kısaca bakarsak. Sünnet sözü Arapça’dır ve hepimizin bildiği bu yazıdaki anlamından başka, Müslümanlar için Peygamber’in davranışlarını tekrarlamak, onun benzerini göstermek, ayrıca da temizlik demektir.
Yazımıza konu ettiğimiz sünnet şekline Araplar hıtan veyâ hitan diyorlar. Bunun Araplar’daki tarihiyse İslâm’ın çok öncesine gitmektedir. Târih ilmi, sünnetin ilk olarak dört-beşbin yıl önce Habeş (Etyopya) ve Mısır ülkelerinde uygulandığını gösteriyor. Komşu bu iki ülkeden, sünneti kim kimden almıştır, hangisi daha öncedir? Bunu bilmemekteyiz.
Habeş ve Mısır’ın sünneti, önce Mûsevîler’e ve sonra da Araplar’la Fenikeli ve Filistinliler’e geçmiştir. Sünnet, bir de bizim Anadolu’ya damgasını vurmuştur. Fakat, önemli bir uygulama farkıyla! Mîlâttan öncesinin Anadolu râhipleri, bölge ana tanrıçası Kubaba’ya (Kybele) bağlılık ve saygılarını göstermek için yapılan törenlerde o derecede ileri gidiyorlar, bunu o derecede abartıyorlarmış ki, kapıldıkları coşkuyla erkeklik sembollerini kökünden kesip-atıyorlarmış! Burada, tıpkı kurban düşüncesindeki gibi davranılmış olduğu bellidir. En değerli denebilecek sembol organlarını tanrıya kurban ve kendilerini hadım etmişlerdir. Ancak, hadım olan râhiplerin hazin akîbetleri görülmekte gecikmemiş, fedâkâr (!) râhipler akıllarını başlarına toplamışlardır. Bundan sonra “accık ucundan” kesilmeye başlanmıştır! Yâni, bugünkü gibi bir sünnete dönmüşlerdir.
İnsanın, diğer her canlı gibi en mükemmel şekilde donatılıp halk edildiğinden hiç şüphemiz yoktur. Buna göre, içimiz ve dışımızda ne bir eksik ve ne de fazla yanımız olmak lâzım gelir ki, mutlaka da böyledir. Örnek bu ya, göz kapaklarımız bulunmasaydı?
Bunu düşünürken bile rahatsız oluyoruz. Hâl böyleyken, sünnet olayında vücudumuzun bir örtüsünü kesip-atıyoruz. Eğer bu parça fazla idiyse niçin yaratılmıştır? Yok, fazla değilse bu defâ niçin fedâ edilerek kesilip-atılıyor?.. Bu noktada kafalar karışmaktadır, değil mi? İşte, böyle kafası karışan bir tanıdığımız (kendisi hâlen de Edirne’de yaşamaktadır), bundan bir süre önce kerâmet sâhibi bilinen memleketindeki bir şeyhe gitmiştir. Doğu Anadolu’daki bu şeyh, neredeyse peygamber mertebesinde tutulan bir adammış. İslâm deyince, adamın altından kalkamayacağı soru yokmuş. Yâni, şeyhimiz canlı bir İslâm ilmihâliymiş! Tanıdığımız kişi, önce insanın yaradılış mükemmelliğini şeyhe de tasdik ettirmiş. Arkasından da sorusunu yöneltmiş. Kendisi, tamâmen samimî olup, hiç bir ard niyeti filân yokmuş. Yokmuş da, bu soruyla adamı bunaltıp zora sokmuş! Şeyh; nasıl soru bu, bunun cevâbı olmaz, sen şeytan mısın, nesin?.. deyip bizim tanıdığı terslemişmiş!
Toplumumuz, sünneti İslâm’ın esaslı bir dayanağı sandığı ve öyle saydığı içindir ki, bunu çok ciddîye almaktadır.
Onu, okula başlamak ve mezun olmak, askere gitmek ve terhis olmak, evlenmek ve baba olmakla âdetâ bir tutmaktadır.
Bunca masraf, şatafat, tören işte bunun için ve bu yüzdendir.