Bilindiği üzere, depremler bir yer hareketidirler. Sebep ve sonuç açılarından da, yanardağlarla büyük benzerlikler gösterirler. Deprem ve yanardağ haritaları incelendiğinde durum açıklıkla anlaşılmaktadır. Dünyânın deprem kuşağındaki Türkiye, ayrıca eski bâzı yanardağların da ülkesidir. Nitekim, en ünlü dağlarımız olan; Ağrı, Erciyes, Nemrut (Doğu Anadolu'daki), Süphan eski birer yanardağdırlar. Bunlardan biri olan Nemrut, son olarak 1441 yılında lâv püskürmüştür. Tepe noktasında yer alan volkanik çukurdaki büyüklü-küçüklü göllerin yanında, sıcak su ve kızgın hava fışkıran delikler bulunduğunu bizzat görmüşüzdür. Erciyes'e gelince. Bu dağın, ikibin yıl önce şurasından-burasından ateş kustuğunu, antik Amasyalı vatandaşımız coğrafyacı Strabon'dan öğrenmekteyiz.
Bu konuda iki örnek de Trakya'dan veriyoruz. Çorlu'daki Karatepe'yle, Enez'deki Çataltepe'nin eski birer yanardağ oldukları, acaba kaç kişinin aklından geçmiştir?
Sebepleri pekâlâ bilinmesine rağmen, depremler önceden kestirilememektedirler. Bugüne kadar bunun yalnız bir istisnâsı Çin'de görülmüştür. 1975'te Çin'de yaşanan deprem, hayvanlardaki davranışlar ile doğal başka bazı gelişmelere bakılarak önceden tahmin edilebilmiştir. Havadaki durgun sıcaklık, öteden beri deprem işâreti sayılmaktadır. Şimdi anlıyor ve öğreniyoruz ki, anormal düzeye yükselen havadaki nem de deprem göstergesi oluyormuş. Atımızdaki ateş topunun, fay denilen yer kabuğu çatlağından dışarıya sızan ısısı, yer altı sularını buharlaştırıp yeryüzüne çıkarıyormuş. Bu yaz gördüğümüz yüksek nem bir işâretmiş meğer. Sâde vatandaş bunu anlamayabilir. Ya bilim kurumları?.. Onların böyle verileri değerlendiren cihazları yok mudur? Var da depremi ölçemiyorlarsa diyeceğimiz bir şey olamaz. Ama, eğer cihaz yoksa pes doğrusu! Hem de vah vah! Hayvanlar kadar bile olamıyoruz!
Denizleri saymazsak, bütün bir yeryüzünün sâdece yüzde onbeş kadarı deprem alanıdır. Ne yazık ki, Ülkemiz de bu dar alan içinde kalmaktadır. Ayrıca, Pasifik'in çepeçevre bütün kıyıları hem deprem, hem de yanardağ alanlarıdırlar. Güney Avrupa, kuzey-batı Afrika kıyıları, doğu Afrika kıyıları, Orta-Doğu, İran kuzey Hindistan ve Tibet ile Çin'in orta batısı... Birkaç münferit noktayla birlikte dünyâ deprem bölgeleri bu kadardır. Koskoca bir yeryüzünde gerçekten dar bir alan. Bilinen depremlerin hepsi işte bu bölgelerde yaşanmıştır. Depremin sillesini hep bu bölgeler yemişler, çilesini de buralar çekmişlerdir.
Bilinen depremlerin en büyüğü ve en yıkıcısı, MS 526'da Akdeniz kıyılarında görülmüştür. Bu yıkımın insan kayıpları ortalama yüzellibin kadar hesaplanmaktadır. Binbeşyüz önceki dünyâ nüfusunun azlığını dikkate alırsak, olayın hacmi ve vahâmeti daha açık anlaşılacaktır. 1923 Japonya depreminde yüzbinden fazla kişi ölmüşlerdir. 1692 Sicilya depreminde altmışbin, 1735 Lizbon ve 1797 Quito depremlerinde kırkar bin kişi hayatlarını kaybetmişlerdir. 1843 Guadeloupe, 1904 Calabria, 1906 California, 1906 Şili, 1908 Messina, 1909 Provence, 1917 Guatemala ve 1920'deki Kansu, 1923 Tokyo-Yokohama, 1939 Şili, 1940 Romanya, 1953 Ege Yunanistanı, 1954 Cezayir, 1960 Fas, 1962 İran, 1963 Üsküp depremleri de dünyâyı bölüm-bölüm yıkmışlar, büyük kitlelerin ölümlerine sebep olmuşlardır. Ülkemizin gördüğü en büyük yıkımın ise, 32,372. can kaybıyla, 1939 Erzincan depremi olduğunu buna ekleyelim. Bundan başka; 668 İzmir, 1458 Erzincan, 1509 İstanbul, 1668 İzmir, 1883 Çeşme, 1493 Ilgaz, 1957 Fethiye, 1966 Varto, 1970 Gediz-Kütahya, 1970 Gediz-Emet depremleri de binlerce cana mal olmuşlardır. Yukarıda, Akdenizdeki depremi anınca aklımızdan Pompei geçmiştir. Pompei, bilineceği üzere İtalya'nın Vezüv dağı eteklerinde bir şehir iken, MS 79'da Vezüv'ün patlamasıyla lâvlar altında kalmış, otuzbin tahmin edilmekte olan nüfusu da böylece telef olmuştur. Aynı Pompei, bu târihten onyedi yıl önce de bir depremle yıkılmıştır. Bu iki ayrı felâket, depremlerle yanardağların ilişki ve bağlantısını işâret etmek bakımından örnek oluşturmaktadırlar.
Depremden sonra, bilimsel bâzı açıklamalar ve tartışmalar yanında gene bir takım garip açıklamalar duyulmuştur. Olayı, dinle imanla açıklamaya çalışmışlardır. Bu gibilerde ne îzan ne de insaf vardır. Ne de kafalarında biraz akıl taşımaktadırlar. Sıkılmasalar, "sâdece günahkârlar öldü" bile diyebileceklerdir. Tutumlarının, her şeyden önce âit ve mensup oldukları İslâm'a aykırı olduğunu bile söyleyebileceklerdir. Ne kazâ tanımaktadırlar, ne kader! Ne de insan ihmâl ve yanlışlarını dikkate alıyorlar. Neyse ki, Diyânet İşleri Başkanlığı mukâbil bir açıklama yapmıştır da, durum hiç olmazsa dengelenmiştir.
Dünyânın belli-başlı deprem bölgelerinden biri bütün bir Japonya'dır. Öteden beri depremlerle yaşamaya alışık Japonlar, bunun akılcı önlemlerini almış olup, sarsıntıları ya tamâmen hasarsız veyâ çok küçük yıkık ve sıyrıklarla atlata bilmektedirler. Televizyonlarda hepimiz görmüşüzdür: Deprem anında eşyâ kıpır-kıpır oynamakta ama yıkım olmamaktadır. Şimdi bu olaya bizim yobazların gözüyle bakarsak, mâşallah, Japonların hepsi cennetliktirler! Depremde kaybettiğimiz bizim rahmetliler ise doğru cehenneme!.. Gösterdikleri mantık (!) budur.
Yüce yaratan, insana en değerli uzuv olarak bir beyin vermiştir. İnsanı insan yapan da, her hangi bir memeli yaratıktan ayıran da, her şeyden önce beynimizdir.Yoksa, genlerimizin yüzde doksandokuz benzeştiği maymunlardan, meselâ TV yıldızı Çarli'yle aramızda sâdece yüzde bir fark kalırdı!.. Şu son deprem, bize gerçeği bir kez daha göstermektedir: Biz, depremden önce beynimizi iyi kullanmamışız. İçimizden bâzıları, belli ki depremden sonra da kullanamıyorlar!