Yıllar Sonra Sinema [Mete Esin]

Yazarımızın bu makalesi; ilk yayınlandığı yerdeki hâline sadık kalınarak, yazım 
karakterleri üzerinde hiçbir düzeltme yapılmadan, özgün şekliyle yayınlanmıştır

Edirne’de, hâlen bir cep sinemasında gösterimde olan Truva filmine gittik. Kim bilir kaç yıldan sonra bir sinemayı ziyâret etmiş oluyorduk. Senaryo, Herodot’un, MÖ 850’ye doğru batı Anadolu’da (İonia veyâ İyonya) yaşattığı Homeros’un İliada (İlyada) destanından alınmıştı. Ancak buna rağmen, Homeros’un üstünde bâzı kuşku bulutları vardır. Bunlarsa hayâtı üstüne gölge düşürürler. Truva filmi, konusu efsânelere dayandığından masal tadındadır. Hayli yüksek bir fiyata mal olduğu anlaşılan filmi, biz de büyüklere masallar ve bir târih belgeseli gibi seyrettik. Masal bile olsa, kısmen gerçekleri yansıttığını baştan bilince, ayarı düşürülemeyen sesi ve kontrastı olmayan alt yazılarını da dikkate almazsak, Truva filmini beğenmemek olmayacaktır!

Biz, oldum olası roman ve hikâye okumamış, bunun gibi, sinema ve tiyatroya da fazla iltifat etmemişizdir. Önce sinema, ikinci sırada da tiyatronun belli-başlı eğlencelerden sayıldığı çağda İstanbul’da yaşamamıza rağmen, filmler konusunda çok seçici davranmış, tiyatrodaysa komediyi tercih etmişizdir. Daha doğrusu, sinemaya değil filme, tiyatroya değil oyuna gitmişizdir! Sonuç îtibârıyla, az fakat öz filmler gördüğümüzü söylememiz mümkündür. Meselâ, 1954’te bâzı sinemalarda altı ay süreyle gösterimde kalan bir Hint filmi vardır: Âvâre. Nargis diye bir kadınla Raj Kapoor denen erkeğin başrol oynadıkları, bâzı kimselerin defâlarca seyredip, melodilerini dillerinden düşürmedikleri bu arabesk filme biz gitmemişizdir. Lâf aramızda, filmi görmemiş olsak bile melodilerini bugün dahî mırıldanabiliriz! Çünkü beynimiz yıkanmıştır! Avâre, bir ara yeniden sinemaya döndüğünde bu defâ merak etmiş, gâlibâ da Edirne’de görmüşüzdür!

Sinema, bilindiği üzere günümüzün başta gelen sanat dallarından olup, yedinci sırada sayılmaktadır. Ayrıca belli-başlı bir endüstri ve sektördür. Sinemayı îcat eden kişi Louis Lumiére bir Fransız olduğu cihetle, ABD’nin Hollywood’u, dünyânın en büyük stüdyolarıyla film endüstrisinin merkez üssü olmadan önce, sinemanın anavatanı da Fransa’dır.

Sinema ve tiyatroya bu kadar mesâfeli durmamıza rağmen, anlatmaya değer iki sinema hâtıramız vardır. Şöyle ki…

1950’de, İst.-Eyüp’te ve on yaşındayız. Bir yaz sabahı eve ekmek alacağız. Üstümüzde kahverengi çubuklu pijamayla, elimiz

de beş veyâ on liralık bütün bir para vardır. Babamızın isteği üzere, ekmek akşamdan kalma değil mutlaka tâze olacaktır. Bundan dolayı, çarşıdaki en yakın fırına gitmek durumundayız. O hâlimizde bir sakınca görmeden kalkıp fırına gidiyoruz. Ekmek henüz fırına verildiğinden, yarım saat kadar bekleyeceğiz. Bitişikteyse Eyüp’ün ünlü Şafak Sineması vardır. Bu ikisi, esâsen aynı çatı altında ve aynı kişinin mülküdürler. Hemen yana geçip film afişlerine bakıyoruz. Burası, pazar günleri çocuklara hizmet vermektedir. Sokağımızdan birkaç arkadaşımızı da sabah on matinesine girerlerken görüyoruz. Elimizde para var ya, şeytan da dürtüyor, yirmibeş kuruş verip biz de onlarla birlikte sinemaya giriyoruz. Hiç kimse çıkıp, bu hâlinle olmaz oğlum, demiyor. Karnımız açsa da önemli değildir; içerideki büfede, çerez de vardır, gazoz da! Biri bitip diğeri başlamak üzere iki film oynuyor. Bir yandan seyreden çıkarken, öte yandan yeni seyirciler geliyorlar. Arkadaşlarımız iki filmi seyredip-gitmişler; farkında bile değiliz! Biz ise âdetâ koltuğa bağlanmışız, aynı filmleri defâlarca seyrediyoruz. Tâ ki gecenin yirmidördüne kadar! O saatte bile kalkmaya niyetimiz yok ama, sinemacılar, hadi oğlum buraya kadar, diyorlar! Dışarıya çıkıyoruz ki ne görelim! Hava kararmış, gökte yıldızlar... Hangi vakitte olduğumuzu işte o zaman anlıyoruz! Derken bileğimize bir el yapışmıştır. Fellik-fellik bizi arayan âilemiz, durumu arkadaşlarımızdan öğrenince annemiz kapıda beklemekteymiş. Eve dönünce, babamız bize ne mi yapmıştır?.. Sinema ve tiyatroya mesâfeli olduğumuzu söylemiştik ya, kim bilir, belki de bu yüzdendir!

60’lı yıllardaki bir gün gene Eyüp Şafak Sineması’nda, Mahkûm Izdırâbı diye bir film seyretmişizdir. Filmin Türkçe adı böyledir. Bir ana, birkaç ara sahnesi olup neredeyse tiyatro gibi bir filmdir bu. Ana sahnede, gardiyan gözetimi altındaki parmaklıklar arkasında son geceyi yaşayan mahkûmu görmekteyiz. Mahkûm, sabah gün ağarır ve kilisenin çanları vurulurken, hücresinden alınıp îdam edilecektir. Ancak, gecenin bâzı gelişmeleri sonucunda, hatırlayamadığımız bir sebeple af veyâ beraat gibi ihtimâl de bulunmaktadır. Fakat her şey sabaha karşı belli olacaktır. Savcılıkça bu sırada mahkûma son isteği sorulduğunda, sabaha kadar sohbet edip dertleşecek bir kadın istemiştir! Olayın geçtiği ülke yasalarına göre bu kadın bulunup-getirilecektir de, böyle yürekli bir kadın bulunabilecek midir? …veyâ da bulunursa nerededir? Burada, tabiatıyla genel kadınlar akla gelmişlerdir. Polis; akşam karanlığında bar, pavyon, genelev gibi yerlerde kadın aramaktadır. Bulunup, kendilerine teklif götürülen kadınlara, bu teklif elbette ürkütücü gelmiş ve yüksek ücrete rağmen kabûl edememişlerdir. Öte yandan ve aynı sırada şehir rıhtımında gezinen bir kadın intihar amacıyla birden suya atlamıştır. Fakat onu gören olmuş ve kendisi kurtarılmıştır. Savcılık, işte o zaman intihara kalkışan kadına yöneltmiştir. O ruh hâliyle korkacak-ürkecek hiçbir şeyi olmayan kadın, omuz silkmiş, fark etmez, olabilir gibilerden tavır göstermiştir. Kadını alıp, böylece mahkûmun hücresine koymuşlardır. Film de asl’olarak burada başlamıştır. Mahkûm dalmış, almış başını gitmiştir. Belki kadının farkında değil, belki farkında olup oralı değildir. Esâsen her ikisi de diğerine bakmamaktadırlar bile! Ama seyirci bilmektedir ki, bâzı gelişmeler olacak ve mutlakâ olacaktır! Sabırla beklemektedir. Hayattan kopmuş iki insan, önce birbirlerine bakmadan kısık, kesik konuşmalara girmişlerdir. Ancak, hem sormakta hem de cevâbı dinlememektedirler. Ne var ki, yavaş-yavaş hava ısınmaktadır. Feleğin sillesini yemiş bu iki insan arasındaki ilişki, sabaha kadar öylesine gelişmiş ve olgunlaşmıştır ki, gün ağarıp en yakın kilisenin çanları vurulduğu sırada, sahnede biri-birlerine delicesine âşık bir kadın ve bir erkek bulunmaktadırlar! Çan sesleri arasında görüntü kaybolup film bitmiş, sonuç seyircinin yargı ve kararına bırakılmıştır!

İşte... Biz bu filmi unutamamışızdır. Böyle aklımıza geldikçe, sonuç îdam mı olmalıydı, yoksa?.. diye muhâkeme etmişizdir. Şuna da eminiz ki, filmi gören herkes aynı şeyi düşünmüştür. Yâni; sonuç îdam mı olmalıydı, yoksa?..



Mete Esin

  • ALINTI YAPMAK İÇİN

    • Yazarlarımızın makaleleri ve Sayın Günay Tulun'a ait şiirlerin, "Radyo-TV ile diğer basın ve yayın organlarında" yayım ilkesi: Önceden haber verme, eserin aslına sadık kalma, eser sahibiyle alıntının yapıldığı yer adlarını anlaşılır bir açıklıkla belirtmektir. Yayın öncesi bildirim imkânının bulunamadığı aniden gelişen durumlardaysa nezaket gereği, [sessizliginsesi.tr@gmail.com] adresine yayın sonrası bilgi gönderilmesini rica eder; tüm yayınlarınızın başarılı geçmesini dileriz.
  • ESER EKLEMEK İÇİN

    • "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm basılı ya da dijital yayın sayfalarında halkımızın geniş dünya ilgisine uygun olarak her türlü konuya yer verilmiştir. Yayınlanan fotoğrafların büyük bir kısmı "Kadim Okurlarımız" tarafından gönderilmiştir. Fotoğraf ve çizgi resimlerde "İlişkinlik-Telif Hakkı" konusunda tereddüt oluştuğunda bu eserleri yayından çekme hakkımız saklıdır. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm gazete, dergi, site, blog gibi yayın araçlarında yayınlanan makale ve diğer yazı türleriyle fotoğraf, resim, yorum gibi her türlü eserin; üçüncü şahıs, kurum ve kuruluşlara karşı her türlü sorumluluğu, bu eserlerin sahibi olan yazar, gönderici ve ekleyicilerine aittir. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"nun yayın organlarına kayıt edilen ya da kaydedilmek üzere gönderilen eserlerin, telif hakları konusunda problemsiz olmaları önemli ve gereklidir. Yayın Kurulu, gönderilen eserleri yayınlamaktan vazgeçebileceği gibi, dilediği yayın organlarından birinde ya da hepsinde aynı anda ya da değişik zamanlarda yayınlayabilir, yayınlamak isteyen üçüncü şahıslara, tüzel kişiliklere ve kurumlara onay verebilir ya da onlar tarafından yayınlanmasını engelleyebilir. Yalnız şu unutulmamalıdır ki bu eserler, okura saygı kuralı gereği Türkçe kurallarına uygun olmalıdır. Yazılar yayınlandıktan sonra, yazar ya da ekleyicisi; istifa, uzaklaştırılma, çıkarılma dâhil herhangi bir nedenle yazı göndermesi sonlandırılmış olsa dahi "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu Yayın Kurulları"nın oy birliği içeren onay kararı olmadan eserlerinin kayıtlarımızdan ihracını isteyemez, istediği takdirde bunun reddedileceğini en baştan bilmelidir. Gönderici ve yazarlarımızın bu konuya önceden dikkat etmeleri, ileride ihtilaf doğmaması için baştan eser göndermemeleri gerekmektedir. Yayın organlarımıza ekleme yapanlar, bu konudaki sorumluluklarını okumuş ve kabul etmiş sayılacaklardır. Uzun süre yazı göndermeyen ya da yazmayı bırakan köşe yazarlarımızın o güne kadar gönderdikleri tüm yazılar "Konuk Yazarlar" bölümüne aktarılarak yeniden yazı göndermeye başladığı güne kadar köşesi kapatılır. Köşeyi kapama ya da kapatılan köşeyi açıp açmama konusunda karar sahibi, "Sessizliğin Sesi Grubu" ile "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"dur. İhtilaf durumunda, İstanbul'un Kadıköy Mahkemeleri yetkilidir.
  • YORUM YAZMAK İÇİN

    Sayın Okurlarımız: Yorumlarınızı; Grubumuza ait "Google, Yahoo, Mynet, Hotmail, TurTc " ve diğer posta adreslerimize göndermek yerine, "Yorum bölümü açık olan sitelerimiz"deki; yorum yazmak istediğiniz yazının alt kısmında yer alan "Yorum", "Yorum Yapın", "Yorum Yaz" veya "Yorum Gönder" tuşlarını kullanarak doğrudan kaydetme olanağınız bulunmaktadır. Yazacağınız yorumlarınızın; gecikmeksizin, anında yayına girmesini dilerseniz bu yolu tercih etmenizi, saygılarımızla öneririz.

TÜM SİTEYİ DİLDEN DİLE ÇEVİRMEK İÇİN, "DİLİ SEÇİN"İ TIKLAYIN