Biz, oldum olası roman ve hikâye okumamış, bunun gibi, sinema ve tiyatroya da fazla iltifat etmemişizdir. Önce sinema, ikinci sırada da tiyatronun belli-başlı eğlencelerden sayıldığı çağda İstanbul’da yaşamamıza rağmen, filmler konusunda çok seçici davranmış, tiyatrodaysa komediyi tercih etmişizdir. Daha doğrusu, sinemaya değil filme, tiyatroya değil oyuna gitmişizdir! Sonuç îtibârıyla, az fakat öz filmler gördüğümüzü söylememiz mümkündür. Meselâ, 1954’te bâzı sinemalarda altı ay süreyle gösterimde kalan bir Hint filmi vardır: Âvâre. Nargis diye bir kadınla Raj Kapoor denen erkeğin başrol oynadıkları, bâzı kimselerin defâlarca seyredip, melodilerini dillerinden düşürmedikleri bu arabesk filme biz gitmemişizdir. Lâf aramızda, filmi görmemiş olsak bile melodilerini bugün dahî mırıldanabiliriz! Çünkü beynimiz yıkanmıştır! Avâre, bir ara yeniden sinemaya döndüğünde bu defâ merak etmiş, gâlibâ da Edirne’de görmüşüzdür!
Sinema, bilindiği üzere günümüzün başta gelen sanat dallarından olup, yedinci sırada sayılmaktadır. Ayrıca belli-başlı bir endüstri ve sektördür. Sinemayı îcat eden kişi Louis Lumiére bir Fransız olduğu cihetle, ABD’nin Hollywood’u, dünyânın en büyük stüdyolarıyla film endüstrisinin merkez üssü olmadan önce, sinemanın anavatanı da Fransa’dır.
Sinema ve tiyatroya bu kadar mesâfeli durmamıza rağmen, anlatmaya değer iki sinema hâtıramız vardır. Şöyle ki…
1950’de, İst.-Eyüp’te ve on yaşındayız. Bir yaz sabahı eve ekmek alacağız. Üstümüzde kahverengi çubuklu pijamayla, elimiz
de beş veyâ on liralık bütün bir para vardır. Babamızın isteği üzere, ekmek akşamdan kalma değil mutlaka tâze olacaktır. Bundan dolayı, çarşıdaki en yakın fırına gitmek durumundayız. O hâlimizde bir sakınca görmeden kalkıp fırına gidiyoruz. Ekmek henüz fırına verildiğinden, yarım saat kadar bekleyeceğiz. Bitişikteyse Eyüp’ün ünlü Şafak Sineması vardır. Bu ikisi, esâsen aynı çatı altında ve aynı kişinin mülküdürler. Hemen yana geçip film afişlerine bakıyoruz. Burası, pazar günleri çocuklara hizmet vermektedir. Sokağımızdan birkaç arkadaşımızı da sabah on matinesine girerlerken görüyoruz. Elimizde para var ya, şeytan da dürtüyor, yirmibeş kuruş verip biz de onlarla birlikte sinemaya giriyoruz. Hiç kimse çıkıp, bu hâlinle olmaz oğlum, demiyor. Karnımız açsa da önemli değildir; içerideki büfede, çerez de vardır, gazoz da! Biri bitip diğeri başlamak üzere iki film oynuyor. Bir yandan seyreden çıkarken, öte yandan yeni seyirciler geliyorlar. Arkadaşlarımız iki filmi seyredip-gitmişler; farkında bile değiliz! Biz ise âdetâ koltuğa bağlanmışız, aynı filmleri defâlarca seyrediyoruz. Tâ ki gecenin yirmidördüne kadar! O saatte bile kalkmaya niyetimiz yok ama, sinemacılar, hadi oğlum buraya kadar, diyorlar! Dışarıya çıkıyoruz ki ne görelim! Hava kararmış, gökte yıldızlar... Hangi vakitte olduğumuzu işte o zaman anlıyoruz! Derken bileğimize bir el yapışmıştır. Fellik-fellik bizi arayan âilemiz, durumu arkadaşlarımızdan öğrenince annemiz kapıda beklemekteymiş. Eve dönünce, babamız bize ne mi yapmıştır?.. Sinema ve tiyatroya mesâfeli olduğumuzu söylemiştik ya, kim bilir, belki de bu yüzdendir!
60’lı yıllardaki bir gün gene Eyüp Şafak Sineması’nda, Mahkûm Izdırâbı diye bir film seyretmişizdir. Filmin Türkçe adı böyledir. Bir ana, birkaç ara sahnesi olup neredeyse tiyatro gibi bir filmdir bu. Ana sahnede, gardiyan gözetimi altındaki parmaklıklar arkasında son geceyi yaşayan mahkûmu görmekteyiz. Mahkûm, sabah gün ağarır ve kilisenin çanları vurulurken, hücresinden alınıp îdam edilecektir. Ancak, gecenin bâzı gelişmeleri sonucunda, hatırlayamadığımız bir sebeple af veyâ beraat gibi ihtimâl de bulunmaktadır. Fakat her şey sabaha karşı belli olacaktır. Savcılıkça bu sırada mahkûma son isteği sorulduğunda, sabaha kadar sohbet edip dertleşecek bir kadın istemiştir! Olayın geçtiği ülke yasalarına göre bu kadın bulunup-getirilecektir de, böyle yürekli bir kadın bulunabilecek midir? …veyâ da bulunursa nerededir? Burada, tabiatıyla genel kadınlar akla gelmişlerdir. Polis; akşam karanlığında bar, pavyon, genelev gibi yerlerde kadın aramaktadır. Bulunup, kendilerine teklif götürülen kadınlara, bu teklif elbette ürkütücü gelmiş ve yüksek ücrete rağmen kabûl edememişlerdir. Öte yandan ve aynı sırada şehir rıhtımında gezinen bir kadın intihar amacıyla birden suya atlamıştır. Fakat onu gören olmuş ve kendisi kurtarılmıştır. Savcılık, işte o zaman intihara kalkışan kadına yöneltmiştir. O ruh hâliyle korkacak-ürkecek hiçbir şeyi olmayan kadın, omuz silkmiş, fark etmez, olabilir gibilerden tavır göstermiştir. Kadını alıp, böylece mahkûmun hücresine koymuşlardır. Film de asl’olarak burada başlamıştır. Mahkûm dalmış, almış başını gitmiştir. Belki kadının farkında değil, belki farkında olup oralı değildir. Esâsen her ikisi de diğerine bakmamaktadırlar bile! Ama seyirci bilmektedir ki, bâzı gelişmeler olacak ve mutlakâ olacaktır! Sabırla beklemektedir. Hayattan kopmuş iki insan, önce birbirlerine bakmadan kısık, kesik konuşmalara girmişlerdir. Ancak, hem sormakta hem de cevâbı dinlememektedirler. Ne var ki, yavaş-yavaş hava ısınmaktadır. Feleğin sillesini yemiş bu iki insan arasındaki ilişki, sabaha kadar öylesine gelişmiş ve olgunlaşmıştır ki, gün ağarıp en yakın kilisenin çanları vurulduğu sırada, sahnede biri-birlerine delicesine âşık bir kadın ve bir erkek bulunmaktadırlar! Çan sesleri arasında görüntü kaybolup film bitmiş, sonuç seyircinin yargı ve kararına bırakılmıştır!
İşte... Biz bu filmi unutamamışızdır. Böyle aklımıza geldikçe, sonuç îdam mı olmalıydı, yoksa?.. diye muhâkeme etmişizdir. Şuna da eminiz ki, filmi gören herkes aynı şeyi düşünmüştür. Yâni; sonuç îdam mı olmalıydı, yoksa?..
Mete Esin