Bu gruba ait tüm sitelerde yayınlanan
makaleler, hiçbir dönemde sansür edilmemiştir. Ayrıca Nisan 2012′den
beri de redakte
edilmemekte; doğrusu ve yanlışıyla eser sahibinin gönderdiği özgün hâlde
yayınlanmaktadır.
Bir önceki yazı: " Tatiller ve İstanbul"...
Yaz
gecelerinin vazgeçilmezlerinden biri de yazlık sinemalardı. Hemen her mahallede
böyle bir sinema vardı. Bu sinemalar genellikle apartmanlar arasında kalmış
büyük bir bahçe içinde olurdu. Bahçenin bir tarafında yüksekte kocaman bir
beyaz perde olur, film bu perdeye yansıtılır, seyirciler sıra sıra dizilmiş
tahta sandalyelere oturarak, kapıdan aldıkları ya da dışarıdan getirdikleri
kuruyemişlerini yerken filmi izlerlerdi. Çevredeki apartmanların balkonları bu
sinemaların ücretsiz localarıydı. Ancak perdenin arkasında kalan apartmanların
sakinleri çok şanssızdılar çünkü filmlerin sadece sesini duymakla yetinmek
zorundaydılar. Tek bilete genellikle üst üste iki film gösterilir, en son
vizyona giren Türk filmlerinin yanı sıra Türkçe seslendirilmiş eski yabancı
filmler de oynatılırdı. Burada seyrettiğimiz filmler Beypazarı'nda aylar sonra
gösterime girdiğinden tatil dönüşünde arkadaşlarımıza bunları ballandıra
ballandıra anlatırdık.
Her yaz biz İstanbul'dayken Kuşdili Çayırı'na mutlaka bir sirk gelirdi ve
biletler satışa çıkar çıkmaz, olur da kalmaz diye, bizim biletlerimiz hemen
alınırdı. Aklımda kalan en güzel sirk "Medrano Sirki"ydi. Bu sirkler
palyaçosu, cambazları, akrobatları, sihirbazı, aslan terbiyecisi ile biz
çocuklar için büyülü bir dünyaydı. Sadece biz çocukların değil, büyüklerimizin
de bu sirkleri keyifle izlediğini hatırlıyorum. Yalnız bir keresinde, aslan
aniden bize arkasını dönmüş, benim yeni kot pantolonum sırılsıklam olmuş, ben
neye uğradığımı şaşırmıştım. Büyükler uğurdur diye beni teselli etmişler,
kaldığımız yerden sirki izlemeye devam etmiştik.
Bazen de evde kalır, oyun oynardık. Taşlarla oynanan domino ve iskambil
kağıtlarıyla oynanan remi ve konken en çok oynadığımız oyunlardı. Büyükler
bazen de tavla oynarlardı. Kıran kırana oynanan bu oyunlarda yenilen, akşam
yürüyüşe çıkıldığında, herkese çay, dondurma ya da mısır ısmarlardı.
Yine evde kaldığımız bazı akşamlarda, babam ortaya felsefi bir konu atar,
büyükler o konu üzerinde görüşlerini söylerken biz küçükler dikkatle dinler,
bilgilenip görüş geliştirmeye çalışır, ara ara biz de kendimizce katılmaya
çalışırdık. Ben bu tartışmaları çok sever, merakla izlerdim. Özellikle de din
konusunda anneannemin tartışmasız kabulcü yaklaşımıyla babamın sorgulayıcı
yaklaşımı çatışır, bu ayrılıktan doğan tartışma gece yarılarına kadar uzar, ben
her ikisini de dikkatle dinler, yatağıma yattığımda kafamda bu konuşmaların
muhasebesini yapar, bir sonuca varmaya çalışırdım.
Burada
biraz rahmetli anneannemi tanıtmak istiyorum. Önce benim üzerimde büyük emeği
ve etkisi olan bu güzel insanı - tabi dedeciğimi de - buradan rahmet, sevgi ve
minnetle anmalıyım. Ablamla ben Amerikan Lisesinde okurken 7 sene onların
yanında kaldık. Gerçi hakimler o zaman da diğer memurlara kıyasla yüksek maaş
alıyorlardı ama yine de babamızın maaşı ikimizi o okulda yatılı olarak okutmaya
yeterli değildi. Bu nedenle biz gündüzlü olarak - nihari - okumak zorundaydık.
İstanbul gibi bir şehirde iki küçük kız çocuğunun sorumluluğunu üzerine almak
sanırım her büyükanne ya da büyükbabanın rahatlıkla üstlenebileceği bir şey
değildi. Ancak onlar bizim geleceğimiz için seve seve bu özveriyi gösterdiler.
Onların bu özverileri ikinci bölümde, o günleri anlatırken, daha belirgin
olarak görülecektir sanırım.
Anı dizisi, gelecek yazı olan, "Anneanne ve Torunlar" ile devam
edecek.
Semiramis Kanbak