O zamanlar daha İstanbul'un her yerinden denize girilebiliyordu. Kurbağalıdere'de sandalcı teyzeden bir sandal kiralar, Fenerbahçe açıklarında demir atardık. Ben sudan çok korkardım. Herkes, benden küçükler bile korkmadan sandaldan denize atlarlar, ben hep en sona kalırdım. Sonunda mecburen bir, iki, iki buçuk diye saymaya başlar, ama bir türlü üçü diyemezdim. Bir gün benim bu hâlimi gören bir hanım "oğlum, korkma yahu, sen yarın asker olacaksın" diye beni yüreklendirmeye çalışmış, bizi çok güldürmüştü. Aslında o hanım beni erkek çocuk sanmakta haklıydı, çünkü babam saçların çocukların gelişmesini engellediğine inandığından bizim saçlarımızı hep kısacık (o modele alegarson diyorlardı) kestirirdi. Mayo olarak ta bir şort giydiğimizden erkek çocuktan pek te farkımız yoktu hani.
Gündüzleri bazen pencerenin önüne dizilir, caddeden geçen arabaları seyreder, araba tutardık. Şansına güzel araba çıkan sevinir, külüstür araba düşen hayıflanır, bazen de ben bunu saymıyorum diye mızıkçılık yapardı. Akşam üstü olunca dedem Muharip Gaziler Lokali'nden dönerken Beyaz Fırın'a uğrar, bize jelatine sarılmış beyaz halkalar getirirdi. Anneannem önceleri bunları bize "kuş getirdi" diye verirdi. Bir gün ben "Bu kuşun da ne kadar büyük eli varmış" diye inanmadığımı ima ettiğim için sonraları bu halkaları dedem getirir olmuştu.
Sıcak yaz gecelerinde yemekten sonra hep beraber Moda'ya yürür, Zeynep Kamil Çay Bahçesi'nde çay içerdik. Çaydan sonra Moda'dan elimize birer külah dondurma ya da birer mısır alır, bazen de Nefis Pastane'sine uğrar, dondurmalı tavuk göğsü / kazandibi yer, yine yürüyerek evimize dönerdik. Dönüşte gündüzleri iğne atsan yere düşmeyen Kadıköy Altıyol'un o sakin ve karanlık hali beni çok etkiler, sanki uyuyan bir devmiş gibi gelirdi bana.