Bu gruba ait tüm sitelerde yayınlanan makaleler, hiçbir dönemde sansür edilmemiştir. Ayrıca Nisan 2012′den
beri de redakte edilmemekte; doğrusu ve yanlışıyla eser sahibinin gönderdiği özgün hâlde yayınlanmaktadır.
İbrani dilinde Noah olarak
zikredilen Hz. Nuh ve tufan hakkında, Kutsal Kitap’ta da (Yaradılış, VI-IX)
ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. Adı ve öyküsü, Sümer-Akkad Tufan efsanesinin
tek tanrıcı bir insanlığın kurtuluşu görüşüne aktarılışıdır(1). Demek oluyor ki; Büyük Larousse ansiklopedisine göre; (tahrif
edilmiş)Tevrat’ta bulunan Nuh ve Tufan hakkındaki bilgiler, Sümer ve Akkad
Tufan efsanelerinden aktarılmış bulunmaktadır. Müslümanlarca yazılan tefsir
ve tarih kitaplarında bulunan konu ile ilgili bilgilerin de, tahrif
edilmiş Tevrat’tan hareketle yazılan bazı Yahudi kaynaklarına istinat ettiği ve
İsrailiyat koktuğu ise kesindir.
Hz. Nuh ve Nuh Tufanı, İslami
literatürde de önemli bir yer tutmaktadır. Öncelikle söyleyelim ki; bizim
sayabildiğimiz kadarıyla Kur’an-ı Kerim’de 122 ayrı Âyet-i Kerimede Hz.
Nuh’tan, kavminden ve tufandan bahsedilmektedir. Bu yanıyla Hz. Nuh, Hz. Adem,
Hz. Musa ve İbrahim gibi Kur’an’da ismi en çok zikredilen peygamberlerden
birisi ve adına başlı başına 28 ayetlik Sûre bulunan bir peygamberdir. Zira
Kur’an-ı Kerim’in 71. Sûresi’nin adı Nuh Sûresi’dir. Dolayısıyla gerek
dinler tarihi açısından, gerekse insanlık tarihi açısından yeri çok büyüktür.
Hz. Âdem’den sonra insanlığın ikinci büyük atası durumundadır ki; Ham, Yam, Sam
ve Yafes rivayetleri bu konuda önümüzde duran en canlı örneklerdendir. Bu rivayetlere
göre dinler tarihi açısından bugünkü insanlık, Hz. Nuh’un, tufanda boğulan Yam
isimli oğlu dışındaki üç oğlundan türemiş bulunmaktadır. Zaten Hz. Nuh, tarih
sıralamasında Hz. Âdem, Hz. Şit (Şis) ve Hz. İdris’ten sonra dördüncü sırada
yer almaktadır. Bu demektir ki; Tufan olarak tarihlere geçen büyük olay,
Kur’an’da ismi zikredilen peygamberlerden Âdem, Şit ve İdris’ten sonra 4.
peygamber olan Nuh zamanında vukû bulmuştur.
Hz. Nuh’un diğer peygamberlerden
farklı olarak bir başka önemli yanı daha vardır. O da, Hz. Nuh’un bir çok
bakımdan bir ilk, yani bir başlangıç olma durumudur. İşte bu vesile iledir ki;
Hz. Nuh, dinî literatürde 2. Âdem olarak da zikredilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de
Nisâ Sûresi’nin 163’üncü, İsrâ Sûresi’nin 17’nci ve Mü’minun Sûresi’nin 30 ve
31’inci Âyet-i Kerimelerinde Hz. Nuh’un bu önemi, önceliği ve ilklere konu olma
durumu açıkça zikredilmiştir. Nisâ Sûresi’nin 163. Âyeti’nde; “Biz Nuh’a ve
ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik....”
denilirken, İsrâ Sûresi’nin 17. Âyeti’nde şöyle buyrulmaktadır: “Nuh’tan
sonraki nesillerden nicelerini helâk ettik...”. Mü’minun Sûresi’nin
30 ve 31’inci âyetlerinin anlamları ise şöyledir: “Şüphesiz bunda (Nuh
ve kavminin başından geçenlerde) bir takım ibretler vardır. Hakikaten biz
(kullarımızı böyle) deneriz. Sonla onların ardından bir başka nesil meydana
getirdik.”
Âyetlerden de anlaşılacağı üzere;
Hz. Nuh, hem kendisine kitap gönderilen peygamberlerin, yani resullerin (Hz.
Âdem’den sonra) ilki, hem de ister helâk edilmiş, isterse edilmemiş olsun,
kendinden sonraki bir çok neslin atası durumundadır. Ayrıca Kur’an’da Hz.
Nuh’un yaşı 950 olarak zikredilmektedir ki; Kur’an-ı Kerim’in 29. Sûresi olan
Ankebût Suresi’nin 14. âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Andolsun ki biz Nuh’u
kendi kavmine gönderdik de o bin yıldan elli yıl eksik bir süre onların
arasında kaldı. Sonunda onlar zulümlerini sürdürürken tufan kendilerini
yakalayıverdi.”(2).
İslam tarihçileri, Hz. Nuh’u, Hz.
Âdem’in 9’uncu, Hz. Şit’in 8’inci ve Hz. İdris’in 3’üncü göbek torunu olarak
gösterirler. İslam tarihçilerine göre Hz. Nuh Irak’ta yaşamıştır. Bâbil
Krallığı zamanında peygamberlik yapmıştır. Tufan ise Bâbil Kralı Dermesil
zamanında vuku bulmuştur. Gemiye alınanlar dışında yeryüzündeki bütün insanlar
ve hayvanlar suda boğulup helak olmuşlardır. Nuh’un gemisi ise bütün dünyayı
dolaştıktan sonra (Kur’an-ı Kerim’in Hûd Sûresi’nin 44. Âyetinde haber
verildiği üzere) Cûdi Dağı’nda karaya oturmuştur! Hz. Nuh, Cûdi’de bir ay
kaldıktan sonra dağdan inerek bugünkü Kuzey Irak denilen bölgede ve Musul’un
kuzey taraflarında Semânîn denilen şehri kurmuştur. Ahd-i Atîk’in tekvin
kitabının 8. babının 4. fıkrasında ise geminin oturduğu dağ olarak Ağrı
(Ararat) Dağı işaret edilmektedir. Hz. Nuh, tufandan sonra 350 sene daha yaşamıştır.
Sahih bir hadise göre; peygamberlerin Seyyid ve ulu kişileri beştir. Sıralama
şöyledir; Nuh, İbrahim, Mûsâ, İsâ ve Hz. Muhammed. Hz. Muhammed bu
beşlinin en ulu kişisidir(3).
M.Asım Köksal’ın “Peygamberler
Tarihi” isimli kitabındaki bilgilerden ve bu kitapta kaynak olarak
gösterilen eserlerden de anlaşılacağı üzere; bu kabil tefsir ve tarih
kitaplarında, diğer peygamberlerin çoğunluğu gibi Hz. Nuh hakkında verilen
bilgiler de ilmi olmaktan öte, bazı rivayetlere ve yorumlara dayanmaktadır. Bu rivayet
ve yorumların pek çoğunun Yahudi kaynaklarına dayandığını ise bugün hemen hemen
bütün ilahiyatçılar tarafından kabul edilen bir husustur.
Diğer dinler tarihi kitaplarında
olduğu gibi, yazdıkları bilimsel olmaktan öte, çoğu İsrailiyat ve hurafe kokan
ve İbrani kaynaklarından devşirilmiş rivayetlere dayanan M. Asım Köksal’ın
kitabında vermiş olduğu en somut bilgi ise Hz. Nuh’un, bugünkü Irak topraklarında
yaşadığı, Babil Krallığı zamanında peygamberlik yaptığı, tufanın ise Babil
Kralı Dermesil’in tahtta oturduğu zaman diliminde vuku bulduğu hakkındaki
bilgilerdir. Ancak şahsen biz, bu bilgilerin de doğru olduğu inancında değiliz.
Zira Babil Krallığının, M.Ö. 2000-1700 yıllarında hüküm sürdüğünü düşünürsek,
Kur’an-ı Kerim’e göre 950 sene yaşayan Hz. Nuh’un, Babiller’den önce ve sonra
da yaşadığını kabul etmek zorunda kalırız. Hemen hemen Babiller ile aynı
coğrafyada yaşayan Sümerlerin M.Ö. 3500-2000 yıllarında yaşadığını ve M.Asım
Köksal’a göre Hz. Nuh’un Tufan’dan sonra 350 sene daha yaşadığı şeklindeki
bilginin doğru olduğunu kabul ettiğimizde ortaya şöyle bir sonuç çıkmaktadır:
Hz. Nuh, ömrünün 300 yılını Sümerler zamanında, 300 senesini Babiller
zamanında, 350 senesini de Babillerden sonraki dönemde (belki de Asurlular
devrinde) yaşamıştır! Yani Hz. Nuh’un yaşamı M.Ö. 1350 yılına kadar, devam
etmiştir ki; bu bilgilerin doğru olduğunu kabul etmeye imkan ve ihtimal yoktur.
Ayrıca günümüzde Babil Devletini,
Milattan Önce olmak üzere; Sümerler (2700-2350), Akkadlar (2350-2150), Gutiler
(2150-2100), Üçüncü Ur Sülalesi (2100-1960), Isınlarsa Sülalesi (1960-1830),
İlk Babil Sülalesi (1830-1530), Kassit Sülalesi (1530-1150), İkinci Isın
Sülalesi (1150-1050), Asurlular (1050-626) ve Yeni Babil İmparatorluğu
(626-539) olarak 4000-500 yılları arasında yaşamış bir devlet olarak gösteren
tarihçiler de bulunmaktadır. Bu tarihçilere göre; Babiller, Eski Orta Doğu
Mezopotamya imparatorluğu olup, MÖ. 4000 ilâ 500 yıllarına kadar hüküm sürmüş
olan, merkezi bugünkü Irak’ın Bağdat şehrinin güneyine düşen bir yerde kurulmuş
muhteşem ve efsanevî bir Krallıktır. Kurulduğu devirlerde bu krallık iki
kısımdan ibaretti: Kuzey memleketlerine AKKAT ve Güney memleketlerine
Sümer adı veriliyordu.Tarih öncesi kültürü itibarıyla ilk kültür ERİDU kültürü
olup (MÖ. 4000), sulama ve ziraat ile iştigal eden bu kültür, sonraları
yerini UBAİD kültürüne (MÖ. 3900-3500) bırakmıştır. Kutsal Kitaplardaki
Tufan hadisesi, lokal olmakla birlikte bu devire rastlar. UBAİD kültüründen
sonra URUK veya ERECH kültürü ortaya çıkmış ve bu devirde mozaik kaplı sütunlu
mabetler ve bilhassa ZİGGURAT denilen tipik Sümer mabetleri inşa edilmiştir.
Yine bu devirde çivi yazısı icat edilmiştir(MÖ. 3000-2700).
Nuh’un Gemisinin tufandan sonra
Cûdi Dağı’nda karaya oturduğu ise kesindir. Zira bu bilgi, Kur’anî bir
bilgidir. Hûd Sûresi’nin 44. Âyet-i Kerimesi’nde şöyle buyrulmaktadır: “(Nihayet)
-Ey yer suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut!- denildi. Su çekildi; iş
bitirildi; (gemi de) Cûdî (dağının) üzerine yerleşti. Ve: -O
zalimler topluluğunun canı cehenneme!- denildi.”
Burada söylenecek söz şudur;
zaman zaman ülkemize gelerek özellikle Tevrat’taki bilgilere dayanılarak Ağrı
Dağı civarında Nuh’un Gemisi’ni arama çalışmaları yapıldığını biliyoruz. Bu
çalışmalara zaman zaman Müslümanlar da iştirak etmektedirler. Hatta bugün Doğu
Beyazıt ilçemiz yakınlarında (bizim gördüğümüz kadarıyla)heyelana uğramış bir
arazide gemiye benzer şekil almış bir alana Nuh’un Gemisi nazarıyla bakıldığı
bilinmektedir. Bu çalışmalara katılanlar ve bu bölgede gemi kalıntıları
olduğunu söyleyenler apaçık bir inkar içindedirler. Bu insanlar bir an önce
tövbe etmeli ve eğer arayacaklarsa Nuh’un Gemisi’ni Cûdi ve bu dağın devamı
olan Gabar ve Cilo Dağlarında aramalıdırlar. Tabi PKK’dan fırsat
bulabilirlerse!..
Yine M. Asım Köksal’a göre; Hz.
Nuh’un 10’uncu göbekten torunu olan Hz. İbrahim’in, bazı kaynaklara göre
muhtemelen Babil Kralı Hammurabi tarafından ateşe atıldığını ve o devirdeki
ortalama insan ömrünün yüksek olduğunu varsayarsak, buradaki bazı bilgilerin
birbirleriyle örtüşmediğini de görürüz. Örtüşmeyen hususlardan birisi de Hz.
Nuh’un yaşı konusudur. Kur’an’da geçen 950 sene tabiriyle anlatılmak istenilen,
bugünkü anladığımız anlamda 365 günden ibaret sene ise ortalıkta çözülmesi
gereken problemler var demektir. Biz bu problemlerin çözümünü tarihçilere ve
din alimlerine bırakarak asıl konumuza dönmek istiyoruz. Yani Hz. Nuh’un
Türk olabileceği konusuna! Esasen bizim şahsi kanaatimiz Hz. Nuh’un,
Ortadoğu’da hüküm sürmüş olan Sümerler veya Babiller’den çok önceki tarihlerde
yaşamış olduğu yönündedir. Uzak bir ihtimal olmakla birlikte, ömrünün çok az
bir kısmını Sümerlerin ilk devirlerinde, yani M.Ö.3500’lerden önce yaşamış
olabilir...
Genel kabul görmüş görüşe göre; M.Ö. 3500-2000 yılları arasında 1500
yıl süreyle Mezopotamya'da yaşamış olan Sümerlerin, Asya kökenli olduğu ve
aslen Türk olabilecekleri konusunda da yaygın bir görüş olduğunu biliyoruz.
Hatta Türkiye’nin ilk bankalarından olan Sümerbank’ın isminin de bu görüş
doğrultusunda ve Sümerlere izafeten verildiğini biliyoruz. Tıpkı Hititlerin
Türk kabul edilerek Etibanka bu uygarlığın adının verildiğini bildiğimiz
gibi.
Türkiye’nin ilk Sümerologlarından Muazzez İlmiye Çığ tarafından verilen
bilgiler bu konudaki bilgi noksanlığını biraz daha gidermiş bulunmaktadır.
Çünkü Muazzez İlmiye
Çığ, Sümerler'in vatanının Orta Asya olduğunu belirterek, "Nuh
Tufanı'nın da aslında Türkmenistan ve civarında meydana geldiği, jeolojik ve
arkeolojik çalışmalarla kanıtlanıyor" şeklinde bazı iddialarda bulunmuş durumdadır.
Konu ile ilgili İHA kaynaklı haber şöyledir:
Pek çok kültürde yer alan ve
yıllardan beri nerede meydana geldiğiyle ilgili pek çok tez ortaya atılan Nuh
Tufanı ile ilgili son tez, Türkiye'nin ilk sümerologlarından olan 92 yaşındaki
Muazzez İlmiye Çığ'a ait. 1940 yılında Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nden
mezun olduktan sonra İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde 33 yıl boyunca Sümer
tabletlerini inceleyen Sümerolog Çığ, Nuh Tufanı'nın ilk kez Sümer
tabletlerinde yer aldığını hatırlattı. Jeolojik, arkeolojik kanıtlar ve Sümerce
ile Türk dillerindeki benzerliğin Sümerler'in vatanının Orta Asya olduğunu
gösterdiğini belirten Çığ, Orta Asya'da 20 bin yıllarından itibaren ısınma
dönemiyle 12 bin yıllarında buzulların erimeye başladığını belirtti.
Çığ, "Pek çok araştırmacının
kanıtlarına göre, büyük buz göllerinden taşan tatlı sular büyük taşkınlara yol
açtı. İnsanlar gemiyle oralardan uzaklaştı. Ancak bu insanlardan bir kısmı
tekrar ülkesine döndü. Tarımı, hayvanları evcilleştirmeyi, çanak-çömlek yapmayı,
tanrı inancını öğrendiler. Ama tufandan sonra Orta Asya'da büyük kuraklık
başlayınca, halkın bir bölümü Mezopotamya'ya yöneldi. Güney Mezopotamya'ya önce
Sümerliler'in ataları olarak düşünülen Ubeytliler, daha sonra Sümerliler
geldi" diye konuştu.
Sümer yazılı belgelerinde geçen
birçok kelimenin Türkçe olduğunun kanıtlandığını belirten Çığ, "Sümerler,
Güney Mezopotamya'ya yerleşince bildiklerini daha da geliştirdiler. Dillerine
göre bir yazı icat ederek her istediklerini yazacak duruma geldiklerinde ise
daha önce bulundukları Orta Asya'da meydana gelen bu büyük taşkınlıklardan
kalan anıları da yazıya geçirdiler" diye konuştu.
Çığ, 1800'lü yıllarda kazılardan
çıkan bir tablette tufanla ilgili bilgilerin yer aldığını kaydederek, daha
sonraki yıllarda ise Akatca yazılan bir tufan öyküsünün daha bulunduğunu
söyledi. Çığ, "Bunlar Akatca yazıldığı halde tanrı adları Akatca olmadığı
için bunun Sümerler'den gelen bir öykü olacağı anlaşıldı. Tablet çok kırıktı
ama yine de bir tufandan söz edildiği anlaşılıyordu" şeklinde konuştu.
Araştırmacıların yıllardan bu yana Nuh Tufanı'nın nerede meydana geldiğini
araştırdığını kaydeden Çığ, birçok tezin ortaya atıldığını söyledi. 1990'lı
yıllarda Sümerler'in yazdığı tufan olayının Karadeniz'de meydana gelmiş olabileceği
tezinin savunulduğuna dikkat çeken Çığ, şunları söyledi:
"İddiaya göre, son buzul
çağından sonra eriyen buzullarla 100 metre kadar yükselen Akdeniz ve Marmara
Denizi'nin suları, İstanbul Boğazı'ndan Karadeniz'e boşalmaya başladı. Bölgede
yaşayanların büyük bir kısmı sulara gömülürken, bir kısmı da teknelerle
canlarını kurtarabildi. Tufanın Karadeniz'de olabileceği tezine sıcak bakmıştım
ancak olayın Sümerler'e geçiş varsayımı beni pek tatmin etmemişti. Çünkü bu
büyük olayın etkisinin Sümerler'e gelinceye kadar, Karadeniz'in etrafında ve
Anadolu'da yaşayanlar arasındaki söylencelerde izlerinin bulunması gerekiyordu.
Okuduğum kitaplar, araştırmacıların çalışmaları ve yaptığım incelemeler sonunda
jeolojik bulgular, anlatılar, arkeolojik kazılar ve dillerdeki benzerlik Nuh
Tufanı'nın Orta Asya'da Türkmenistan ve civarında olduğunu anlatıyordu."
Her Kültürde Büyük Bir Tufan Öyküsü
Vardır
Hemen her kültürde büyük tufan
öyküsünün bulunduğunu hatırlatan Çığ, Hint ve İran kültürünün aksine
Türkmenler'de Nuh Tufanı'nın farklı olduğunu söyledi. Türkmen efsanesinde
tufanın olacağının Noma adlı bir adama bildirildiğini belirten Çığ, "Buna
göre, Noma'ya gemi yapması bildirdi. Noma gemiyi yaptı. İçine üç oğlunu ve her
hayvan türünden bir çifti aldı. Ve tufan başladı. Gemi yüzerken, gök ve sudan
başka bir şey görünmüyordu. Sular çekilmeye başlayınca, dağların tepeleri
göründü ve gemi Çomgaday ve Tuluttu dağlarına oturdu. Kazak tufan efsanesine
göre ise Türü-İlkler'in yaşadığı Turan Ovası'nın, ademoğullarının işledikleri
günahlar yüzünden sular altında kaldığı anlatılıyor. Buna göre Nuh, Aral
Gölü'nün doğusunda bir gemi yaptırarak kendisine inananlar ve hayvanlardan
birer çift aldı. Gemiyle Aral ve Hazar denizlerinden geçip Cudi Dağı'na
kondu" dedi.
Tufan öyküleri içinde Türkmen ile
Sümer öykülerinin çok yakınlaştığını ifade eden Çığ, "Türkmen efsanesinde
tufan olacağını haber veren şahsın adı Noma. O da Nuh'u hatırlatıyor. Nuh adı
etimoloji bakımdan hiçbir dile uymuyor. Nu sözcüğü sadece Türk ve Sümer
dillerinde insan anlamına geliyor" diye konuştu.
Bugüne kadar 16 kitap yazan
Muazzez İlmiye Çığ, Orta Asya'nın bozkırlar, yaylalar, dağ silsileleri ve çöllerden
oluşan bir alan olduğuna dikkat çekti. Bölgede Türk kavimlerinin yaşamış olması
nedeniyle 'Türkistan' adıyla anıldığını ifade eden Çığ, Sümer-Orta Asya Türk
bağlantısının en belirli kanıtlarının Türkmenistan'da bulunduğunu söyledi.
Altın Tepe, Marguş ve Part
kazılarda ortaya çıkan kalıntıların Sümer'dekilere benzediğini belirten Çığ,
sözlerine şöyle devam etti:
"Mesela pişmemiş topraktan, taştan, kemikten yapılmış keçi, koyun,
boğa gibi hayvan figürleri, özellikle kadın figürleri Sümer'dekilerle aynı.
Sümer'de dağ keçisi olmadığı halde onun resmini yapmaları da bu bağlantıya bir
kanıt. Ayrıca Sümer ur kral mezarlarında bulunan boğa başının benzerinin
Türkmenistan'da olması, Sümer keramiklerinin üzerindeki desenlerin Türkmen
keçelerinde de bulunması hayli ilginç. Sümer'de taş, altın, yakut gibi
malzemenin olmamasına rağmen bunları kullanmaları, bu malzemeleri daha önce
bildiklerini ortaya koyuyor. Bu gösteriyor ki bu malzemeler Türkmenistan'da bol
bol var. Ayrıca Sümerler kendilerini 'Karabaşlı' olarak nitelendiriyordu. Belki
de bu tanım bir Türk boyu olan 'Kara Kalpaklı'yı anlatıyor. Sümerler'deki Ur,
Uruk Mari, Nuzi, Aratta gibi şehir adlarının benzerleri Türkmenistan ve
Azerbaycan'da da var. İlk kubbeyi Sümerliler yapmış. Türkler'in de çadırlarını
kubbe şeklinde inşa etmeleri çok yakın bir benzerlik."
Sümerce'de kelime köklerinin
Türkçe'de olduğu gibi tek heceli olduğuna dikkat çeken Çığ, "Köklere ekler konarak yeni kelimeler
oluşturuluyor. Cümlelerde özne başta, eylem sonda geliyor. Sümer'de tanrı
anlamına gelen 'dingir', Türk lehçelerinde tingir, tengir, tengri, tenri ve
bugünkü Türkçe'ye tanrı olarak ulaşmıştır. Araştırmacıların Sümerce'deki ve
Türk dillerindeki kelimeleri eşleştirmeleriyle her iki dilin ortak yanları
olduğu ortaya konuldu" diye konuştu.
Haber metninden de anlaşılacağı
üzere; Muazzez İlmiye Çığ tarafından verilen bilgiler de bizim kanaatlerimizi
doğrular niteliktedir. Yani Nuh Tufanı olarak da bilinen Tufan olayı, Sümerler
veya Babiller devirleri gibi insanlık tarihi içinde nispeten çok daha yakın bir
tarihte değil, çok daha eski tarihlerde, ancak Sümerlerin, Babillerin veya
Akkadların ataları zamanında vuku bulmuş ve sözlü veya yazılı
rivayetlerle önce Sümer veya Akad kültürüne, oradan da Orta doğudaki diğer
halkların, mesela İsrail Oğulları ve İsmail Oğulları gibi diğer orta doğulu
halkların kültürüne geçmiş bulunmaktadır. Başta vermiş olduğumuz Büyük
Larousse’deki bilgiler de zaten bu yöndedir.
8 Haziran 1999 tarihli Sabah
Gazetesi’nde Jan Devletoğlu imzasıyla ve “Afetten Doğan Ulus” başlığı
ile, 10 Haziran 1999 tarihli Milliyet Gazetesi’nde ise Zafer Arapkirli imzası
ve “Volkan Patladı Türk Doğdu” başlığı ile çok çarpıcı iki haber
verilmişti. Aynı tarihlerde İngiltere’de yayınlanan David Keys’in “Catastroph:
An Investigation Into The Origins Of the Modern World” (Modern
Dünyanın Doğuşuna Yol Açan Büyük Felaket) isimli kitabına dayandırılan her
iki haberde de verildiği şekliyle İngiliz Yazar David Keys’e göre;
“Bugünkü modern dünya, 6’cı
Yüzyıl ortalarında, tahminen bugün Endonezya’nın bulunduğu yerdeki dev bir
yanardağın patlaması sonucu dünya ekoloji sistemindeki değişiklikler ve buna
bağlı göç hareketleri ile ortaya çıkmıştı. Altıncı yüzyılın ortalarında
Asya kıtasında yaşanan volkanik hadiseler, dünyanın ekolojik dengelerini altüst
etti. Türklerin ataları sayılan Avarlar’ın yaşadığı Moğolistan’daki canlı
hayvan sürüleri bundan büyük ölçüde etkilendi. Avarlar’ın at yetiştiriciliğine
dayanan ekonomisi, kuraklık nedeniyle iflas etti. Türkler’in, atın dışında
çeşitli hayvanlar yetiştirdikleri ekonomisi ise daha az zarar gördü. Bu
nedenle Türkler daha da güçlenerek Avarlar’ın egemenliğine son verdi ve kendi
devletlerini yarattı. Türkler’in bu ayağa kalkışları, Anadolu’ya kadar
uzanmalarına, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarının kuruluşuna kadar vardı.
Türkler’in, iklimsel koşulların ateşlediği bu kalkınışı ve göçleriyle devam
eden tarihi, bu uygarlığın Doğu Avrupa, Kıbrıs, Arnavutluk, Kosova, Bosna ve
Balkanlar’ın diğer bölümlerine, Orta Asya’ya, Hindistan’a, Hazar Denizi
bölgesine ve tabii Türkiye’ye kadar ulaşmasını sağladı. Türklerin tarih sahnesine
çıkmasıyla dünya tarihinin akışı değişiyor. Tarih boyunca Çinliler’den
Avrupalılar’a bir çok ulusun, kendisini Türk tehdidi karşısında tanımlayışı,
ulusal ve kültürel kimliğin farkına varılmasının aracı oluyor. Türk dili Asya
ve Avrupa kıtalarında en çok konuşulan dil haline geliyor. Bugün bile Kıbrıs,
Arnavutluk, Kosova ve Bosna, Asya’da Türkmenistan ve Özbekistan, Türkiye
haricinde Türkçe’nin konuşulduğu ülkeler.”
Tarih kitaplarının ortak
görüşlerinden birisi, bugün küresel ısınma olarak adlandırılan olaya benzer bir
olay neticesinde, başta kuraklık olmak üzere Asya içlerinde yaşanan bazı
olumsuz iklim olayları sebebiyle Asya halklarının, bu arada Türk unsurlarının
ata yurtlarını terk ederek dünyanın başka bölgelerine gittikleri görüşüdür.
Orta Asya’da yaşanan kuraklık ve iklimsel değişmeler (ve belki de tufan)
sebebiyle, bu bölgedeki insanlar, genelde Avrupa ve Ortadoğu istikametinde
hareket etmişlerdir. Hatta tamamen buzlarla kaplı Bering Boğazını kullanarak
Amerika kıtasına gittikleri de söylenmektedir. İşte bu göçler sırasında Türk
unsurları, Hazar ve Karadeniz’in kuzeyinden dolaşarak Avrupa içlerine ve
hatta Trakya ve Balkanlara kadar ilerlemişlerdir. Diğer bazı Türk unsurları ise
Hazar Denizi’nin güneyini takip ederek bugün Ortadoğu denilen bölgeye gelip
yerleşmişlerdir. Tarihçiler tarafından kabul edilen genel görüşe göre bugün
Bulgarlar ve Macarlar aslen Türk, Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan gibi bazı
tarihçilere göre ise Finler ve Estonyalılar gibi bazı kuzey kavimleri ve hatta
Amerikan Kızılderilileri ise Türklerle akraba topluluklardır. Hatta Kazım
Mirşan ve Haluk Tarcan gibi Türk tarihini M.Ö. 15.000 yıllarına kadar götüren
bazı Öntürk araştırmacıları, bazı İtalyan ve Grek unsurlarının da Türk soylu
olduklarını ileri sürmektedirler. Onlara göre, Sümerler, Hititler, İskitler,
Frikyalılar zaten Türk'türler! Bir tarihçi olmamakla birlikte bu görüşlerin
çoğuna iştirak ettiğimi söyleyebilirim.
Yukarıdan beri vermiş olduğumuz
dini ve tarihi bilgilerden çıkardığımız netice şudur: Vuku tarihi kesin olarak
bilinememekle (Sümerlerin ve Akatların Asya’da yaşamış olan uzak ataları
zamanında olması kuvvetle muhtemel olmakla) birlikte tarihte, İslami
kaynaklarda Nuh Tufanı olarak isimlendirilen ancak küresel ve lokal boyutta
olup olmadığı tartışılan bir iklimsel hadise yaşanmıştır. Bu tufan, peygamber
Hz. Nuh zamanında vuku bulmuştur. Hz. Nuh’un, M.Ö. 3500-4000’lerde veya daha
önceki bir zaman diliminde yaşadığı sanılmaktadır. Zira, bu tarihlerden sonraki
tarihlere ait kalıntılar konusunda bilim dünyasının elinde az çok bazı
kalıntılar ve kanıtlar bulunmakta olup, bu kalıntılar ve kanıtlar arasında
Tufan’ın tarihine ilişkin herhangi bir belge ve bilgi bulunmamaktadır. Yukarıdaki
bilgilerden de anlaşılacağı üzere; bilim adamları, sadece Sümer ve Akatlara ait
bazı kalıntılarda (kil tabletlerde) tufandan, eskiden olmuş bir olayı rivayet
şeklinde bilgiler bulunduğunu dile getirmektedirler.
Olayın cereyan yeri tartışmalı
olmakla birlikte, Asya kıtasında olma ihtimali, orta doğuda olma ihtimalinden
çok daha fazladır. Hz. Nuh’un Irak’ta peygamberlik yaptığı kesin değildir.
Kur’an’da (Nahl/36, Kasas/59), “Her kavme ve her memlekete peygamber
gönderildiği” belirtildiğine göre, Hz. Nuh’un Asya kavimlerinden birisinin
peygamberi olması da ihtimal dahilindedir. Kesin olarak adı konulmamakla
birlikte hemen hemen bütün tarihi, arkeolojik ve hatta dini bilgiler, Türkleri
ve Türk yurtlarını Nuh Tufanı’nın merkezine oturtmaktadır. Zira gerek Tevrat
kaynaklı bilgiler, gerekse İslami bilgiler, suların çekilmesinden sonra Nuh’un
gemisinin, Cudi veya Ağrı gibi tarihin en eski çağlarından beri Türk
unsurlarının meskun olduğu coğrafyada bulunan dağlardan birisinde karaya
oturduğunu söylemektedir. Hatta Cudi ve Ağrı konusundaki rivayetler kadar güçlü
olmasa da; bu dağın Kayseri’deki Erciyes Dağı veya Diyarbakır’daki Karaca
Dağ olduğunu söyleyenler de bulunmaktadır. Cûdi Dağı’nın neresi olduğu ve Cûdi
Dağı’ndan maksadın bugünkü Şırnak ilimizin güneyinde bulunan dağlar olup
olmadığı konusunda az da olsa bazı tereddütler olmakla birlikte, Yüce kitabımız
Kur’an-ı Kerim, Nuh’un Gemisi’nin Tufandan sonra Cûdi Dağı’nda karaya
oturduğunu kesin bir dille haber vermektedir.
Öte yandan, başta Türkler olmak
üzere; siyah ve sarı ırklar dışındaki bütün ırkların Hz. Nuh’un üçüncü oğlu
olan Yafes’in neslinden geldiği de ileri sürülen görüşlerdendir. Bunlara ilave
olarak Yafes’in yanı sıra, Nuh, Hami ve Sami gibi Hz. Nuh’un diğer oğullarının
isimlerinin de diğer milletlere oranla Türkler arasında çok daha yaygın olarak
kullanıldığı bilinmektedir. Buradan hareketle diyebiliriz ki; Hz. Âdem’den
sonra insanlığın ikinci atası sayılan Hz. Nuh’un Türk olma ihtimali, olmama
ihtimalinden çok daha kuvvetlidir. Tıpkı ilk insanın Asya’da görüldüğü,
sonra burada çoğalarak dünyanın dört bir yanına yayılması ihtimalinin, Ortadoğu’da
ve Arap yarımadasında doğup dünyaya yayılma ihtimalinden çok daha güçlü
olduğu gibi. İlk insanın Ortadoğu’da görüldüğü ve dolayısıyla
Ortadoğu’nun medeniyetlerin beşiği olduğu savı, zaten daha çok üç büyük ve
baskın dinin, bu bölgede doğmasından dolayı savunulan bir görüş niteliğindedir(*).
(*) Bu yazı ilk olarak 18.01.2007 tarihinde yayınlanmıştır.
Ömer Sağlam
_______________
1-Büyük
Larousse, c.17, s, 8735).
2-Kur’ân-ı
Kerim ve Açıklamalı Meâli, TDV. Yayınları, Ankara,1993.
3-M.
Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, TDV. Yayınları, s.88-113, Ankara, 2004.