Bu gruba ait tüm sitelerde yayınlanan makaleler, hiçbir dönemde sansür edilmemiştir. Ayrıca Nisan 2012′den
beri de redakte edilmemekte; doğrusu ve yanlışıyla eser sahibinin gönderdiği özgün hâlde yayınlanmaktadır.
Vatan
için ölmek, elbette vatanseverliktir. Peki, vatan için yaşamak? Şüphesiz o, çok
daha büyük vatanseverliktir. Çünkü vatan için yaşamak, vatan için ölmekten daha
zordur ve çok daha büyük çaba gerektirir. Tabi vatan için yaşamanın ne olduğunu
idrak edebilirsek.
Vatan nedir? Sorusuna verilecek
cevaplardan birisi de herhalde, üzerinde milletleşme sürecini tamamlamış
belirli bir halkın yaşadığı ve hükümran olduğu, sınırları belli coğrafya (kara,
deniz ve gökyüzü) parçasıdır şeklinde verilecek cevaptır. Dikkat edileceği
üzere; bu tanımda ölmekten değil, yaşamaktan bahsedilmektedir. Çünkü ölülerin
vatanı yoktur ve dünyada en kolay işgal ve tahribe maruz kalan yerler
kabristanlardır. Eğer ölülerin de vatanı olsaydı, bugün tekmil Balkanlar,
Kafkaslar, Kuzey Afrika ve Orta Doğu Türk vatanı sayılmak gerekirdi. Ancak
bugün Türk Vatanı deyince sadece Anadolu ve Trakya’nın bir bölümü
anlaşılmaktadır. Yani her ne kadar bazı ayrılıkçı gruplar var olsa da,
kendisini Türk Milleti’nden sayanlarla kendisini Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin eşit vatandaşları sayanların kahir ekseriyette olduğu insanların
yaşamakta olduğu coğrafya demek istiyorum.
Peki, vatan için ölmenin,
coğrafyanın vatana dönüşmesi için hiç mi önemi yoktur? Hiç olmaz mı? Vatan için
yaşamak, en başta vatan için ölmeyi ve ölümü göze almayı gerektirir. Ancak bana
göre; maharet yine de vatan için ölmekte değil, vatan için yaşamaktadır.
Coğrafyayı vatan yapmanın ana şartı hayatta ve ayakta kalabilmektir. Güçlü,
kudretli, sağlıklı, birlik ve dirlik içinde ayakta kalabilmekten bahsediyorum.
Bu bakımdan ben, coğrafyayı vatan yapmanın sırrını, mezarlıklarda ve
kabristanlarda değil, sokaklarda, caddelerde, meydanlarda, okullarda,
mabetlerde, tarlalarda, fabrikalarda, denizlerde ve gökyüzünde aramışımıdır
hep. Şehitlikler mi? Onlar, bu saydıklarımdan oluşan kalınca bir kitabın kapak
resmidir büyük sadece(1). Kapak
resimleri ise, kitabın içinde bulunan bilgilerin özeti gibidir çoğu kere...
Peki, “Vatan için ölmek mi çok
daha hayırlıdır, yoksa vatan için yaşamak mı?” sorusuna verilecek cevap
noktasında, kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de bulunan “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Bilakis onlar
diridirler, lâkin siz anlayamazsınız.”(2) şeklindeki ayeti nasıl yorumlamak
gerekecektir? Gayet basit! Görüldüğü gibi ayette “vatan uğrunda öldürülenler” denilmiyor, vatan uğrunda ölmeyi de
içine alacak biçimde “Allah yolunda
öldürülenler”den bahsediliyor. Zira vatan savunması da dâhil olmak üzere;
Allah’ın biz Müslümanlara birçok konuda emri vardır ve bu emirleri yerine
getirmek için çaba sarf ederken öldürülenlerin hepsi şehittir ve ölü
sayılmazlar. Bu anlamda örneğin namusu ve şerefi ile ailesinin nafakasını
kazanmaya çalışırken, zayıfa ve güçsüze yardım etmeye çalışırken, din
kardeşlerinin arasını bulmaya çalışırken, insanlığa faydalı buluşlar yapmak
amacıyla araştırmalar yaparken, ilim öğrenirken, namaz kılıp oruç tutarken
öldürülenler de şehittir. Ancak elbette vatan savunması için canını feda
edenlerin derecesi yine de diğerlerinden farklıdır. Çünkü yaşama hakkı en kutsal
haktır ve şehitler, işte bu en kutsal haklarından vazgeçen diri insanlardır...
Şair
Mithat Cemal Kuntay, her ne kadar “Bayrakları
bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır”
dese de biz, vatanseverliğin tek göstergesinin vatan uğruna dökülen kanların
miktarı olmadığına inananlardanız. Yani bize göre vatanseverlikte tek
belirleyici ölçü dökülen kan, yani şehit sayısı değildir. Vatanı mamur ve
bayındır hale getirmek, onu çok daha yaşanabilir kılmak ve insanlığa faydalı hizmetlerde
bulunmak için dökülen ter ve verilen emekler de en az bu uğurda dökülen kanlar
kadar kutsaldır. Bu konuda bize ışık tutanlardan birisi de İslam Peygamberi Hz.
Muhammet’tir. Bir hadisinde şöyle buyuruyor Hz. Peygamber: “Kıyamet günü şehitlerin kanı ile âlimlerin mürekkebi tartılacak ve
âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından daha ağır gelecektir...”.
Düşünsenize bir; yüz binlerce insandan mürekkep orduların yapamadığını bazen
bir âlimin küçük bir buluşu, ya da bir politikacının küçük bir önerisi hallediveriyor.
Hem de kansız ve kavgasız olarak. Ne diyordu Yunus Emre;
“Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı,
Söz ola avulu aşı,
Bal ile yağ ede bir söz”
Bu
noktada “Yurtta sulh cihanda sulh”
diyen büyük Atatürk’ü görmezden gelebilir miyiz? Ya da Birleşmiş Milletler
Örgütü kurulması fikrini ilk ortaya atan insanı. Ya da ne bileyim ben, Dünya
Kızılay ve Kızılhaç örgütleri ile Sınır Tanımayan Doktorlar örgütünün kurulması
fikrini ilk ortaya atan insanları. Bu örgütlerin, kötü emeller için kullanılma
ihtimalleri elbette vardır. BM’deki veto hakkının bazen kötüye kullanılması
gibi. Ancak en azından isimleri söylenince akla ilk gelen amaçları son derece
insanidir bu örgütlerin.
Hz. Peygamber’in, Müslim,
Tirmizî, Nesâî ve İbni Mâce gibi muteber hadis kaynaklarında da yer alan ve
muhtelif versiyonları bulunan bir hadisi vardır. Hadis kısaca vatan
hudutlarında nöbet tutmanın faziletinden bahsetmektedir. Söz konusu hadisin bir
versiyonu şöyledir:
"Bir gün ve bir gece sınırda nöbet tutmak, gündüzü oruçlu gecesi ibadetli
geçirilen bir aydan daha hayırlıdır. Şayet kişi bu nöbet esnasında vazife
başında iken ölürse, yapmakta olduğu işin ecri ve sevabı kıyamete kadar devam
eder, şehid olarak rızkı da devam eder ve kabirdeki sorgu meleklerinden güven
içinde olur."(3).
Görüldüğü gibi, hadiste, şehitliğin önemi bir yana, nöbet tutmanın önemi net
bir şekilde vurgulanıyor. Bu önemli işi yerine getirmek için de herhalde diri
olmak, mümkün olduğunca sağlıklı olarak yaşamak gerekiyor...
Kur’ân-ı Kerim’de yer alan “... Kim, bir cana veya yeryüzünde
bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün
insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları
kurtarmış gibi olur...“(4) şeklindeki
ayet de, en azından vatan için yaşamanın vatan için ölmek kadar, belki de ondan
çok daha önemli olduğunu göstermektedir. Zira bir canı, dolayısıyla bütün
insanlığı kurtarmak için, öncelikle sizin canlı olmanız, yani hayatta kalmanız
gerekmektedir. Bu anlamda, Şeyh Edebâli’nin, Osman Gaziye yapmış olduğu “İnsanı yaşat ki; devlet yaşasın”
şeklindeki vasiyeti ve tavsiyesi de, herhalde Mâide Sûresi’nin 32. ayetinden
hareketle söylenmiş olmalıdır.
Dolayısıyla; Kur’an-ı Kerim’de
geçen kimi ayetleri, Hz. Peygamber’in konuya ilişkin bazı hadislerini, bu
konuda söylenmiş atasözleri ve deyimler ile Mehmet Akif ve Mithat Cemal Kuntay
örneğinde olduğu gibi bazı şair ve ediplerin, vaktiyle savaş ortamında, cephede
savaşan askerlere moral motivasyonu sağlamak amacıyla yazmış oldukları şiir ve
edebi metinleri kullanarak ölümü kutsallaştırmanın doğru olmadığına inanıyoruz.
Bu noktada Diyanet İşleri Başkanı Sayın Ali Bardakoğlu’nun bir açıklamasını
konumuz açısından gayet ışık tutucu buluyorum. Şöyle diyor Diyanet İşleri
Başkanı:
“... Üçüncü-beşinci asırda yazılan kitapların
pasajları arasına sıkışıp kalınmaması, 21. yüzyıla uygun bir dindarlık profili
çizilmesi gerekir. Üçüncü-beşinci asırda yazılan din kitaplarından işimize
gelen pasajları kendi çıkarımız için kullanmamalıyız... “(5).
Diyanet
İşleri Başkanı, bu görüşü, son günlerde gündemi işgal eden küçük kızlara
yönelik tecavüz/taciz olayları ve Hüseyin Üzmez davası çerçevesinde yapmış
olduğu konuşmada dile getirmiş. Ancak onun bu görüşü, pek ala diğer konular
için de geçerlidir. Sayın Başkan’ın bu görüşünden hareketle diyebiliriz ki;
İslam’ın yayılmasına ihtiyaç olduğu veya Müslüman hükümdarların cihangirlik
sevdasına kapıldığı zamanlarda şehitlik ve kahramanlık üzerine söylenmiş
sözlere ve belki de uydurulmuş hadislere dayanarak, ölüm bu kadar
yüceltilmemelidir. Tıpkı Sayın Başbakanın, yine Müslümanların kemiyet olarak
çoğalmasına ihtiyaç bulunduğu bir dönemde söylenmiş hadisleri ve diğer
tavsiyeleri esas alarak “Her aile en az
üç çocuk yapmalıdır” şeklindeki ısrarı devam ettirdiği gibi. Oysa bugün,
hamdolsun Müslümanların sayısı bir hayli fazladır ve yeterli maddi kaynaklara
da sahiptirler.
Dolayısıyla
günümüzde yapılması gereken birincil görevimiz, şehitliği yücelterek
Müslümanları ölüme teşvik etmek değil, onlara yaşama zevkini ve şevkini
aşılamak, Müslümanların sahip olduğu maddi kaynakları, Müslümanlar arasında
adil bir şekilde, yani hakça
paylaştırmaktır...
Gerektiğinde ölmek mi? Elbette! Düşman namusumuza ve hârimi ismetimize
tasallut etmeye kalkıştığında ölümü göze alarak kavgaya tutuşmak, zaten ortak
görevimizdir. Ancak tekrar etmek gerekirse asıl görevimiz; vatan için ölüp, onu
düşmanın kirli çizmeleri altında bırakmak değil, vatan için yaşayıp onu vatan
toprağına sokmamaktır. Bu anlamda amacımız vatan için şereflice ölmek değil,
vatan için şerefli, namuslu, güçlü ve başı dik olarak yaşamak olmalıdır.
Bununla
birlikte, vatanseverliğin en önemli ölçütlerinden ve belirleyici faktörlerinden
birisi olan vatan uğruna dökülen kanların ve bu uğurda verilen şehitlerin
sayısının bilinmesini de son derece önemli görüyoruz. Bu durum, en azından
toplumun moral değerlerinin diri tutulması ve vatana bağlılık açısından son
derece önemlidir. En azından insanlarda, “Vatan,
uğruna ölünecek kadar kutsal bir varlıktır. Madem geçmişte atalarımız bu uğurda
hiç çekinmeden canlarını verdi, gerekirse biz de verebilmeliyiz”
düşüncesinin diri kalmasını sağlar...
Ömer Sağlam
_____________
1-Remzi Oğuz Arık, “Coğrafyadan
Vatana” isimli eserinde bu konuyu enine boyuna anlatıyor olmalıdır. Ona
göre; Anadolu'nun ilk yerleşik sakinleri, bu topraklara tesadüfen gelip
yerleşmişlerdir. Dolayısıyla onu toprağına bağlayan şey, ilk başta midesi
olmuştur. Ancak mideleriyle bağlı oldukları bu topraklar için zamanla dövüş
ettikleri biliniyor. Fakat bunlar vatanın doğuşunu göstermez. Remzi Oğuz Arık’a
göre vatan, kendimize maddi anlamda menfaat temin etmediği zaman bile yoluna
can verebileceğimiz topraktır. Yazara göre insanların toprak uğruna çekinmeden
can verebilmelerinin nedeni hatıralardır. Bu hatıralar olmasa insanın, toprağı
vatan, edinmesi imkânsızdır. Bu
hatıraların doğması, insanın o toprakta yaşaması ile mümkündür. Bu
hatıraların sönmemesi, kaybolmaması, insan nesillerine taze bir güç olarak
geçebilmesi, tarih ile mümkün olmaktadır. Bu bakımdan R.Oğuz Arık, tarihi, hatıralar
yumağı olarak tarif ediyor. Ona göre vatanda yaşayan nesiller, bu yumağı
çözerler şuurlarında işlerler. Vatan denen büyük gerçek işte böyle doğar.
(bkz. http://www.kho.edu.tr/kutuphane/kitap/ozetler/00134ozet.htm).
2-Kur'an-ı
Kerim, Bakara Sûresi, 2/154.
3- bkz. Müslim, İmâre 163.
Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü'l-cihâd 2; Nesâî, Cihâd 39; İbni Mâce, Cihâd 7.
4-Kur'an-ı Kerim, Mâide
Sûresi, 5/32.
5- bkz.
http://www.haberturk.com internet sitesinde yayınlanan 5.11.2008 tarihli ve “Ali
Bardakoğlu'ndan taciz açıklaması” başlıklı veya http://www.milliyet.com.tr/ internet sitesinde yayınlanan 6.11.2008
tarihli ve “Utanıp gizleneceğine konuşuyor” başlıklı haberler.