Sultanım Abdülhamid'im, Emanetin Emin Ellerde Sen Rahat Uyu [Ömer Sağlam]
Gruplarımızda yayınlanan makaleler sansürlenmez. 2012′den beri de redakte dahi edilmeden özgün şekliyle yayınlanır.
Türk Milliyetçiliği'ne gönül
vermiş benim gibi insanların, ne Osmanlı'ya, ne de Osmanlıcaya karşı çıkması
elbette düşünülemez. Çünkü bize göre; Türk Tarihi'nin en çok şan ve şerefle
dolu sayfaları, Osmanlı asırlarında yazılmıştır. Elbette Türk Tarihi'nin
derinliklerinde yazılmış şanlı sayfalar da vardır; gelin görün ki; biz onları
hayal meyal görebiliyor ve çok az hissedebiliyoruz. Bunun sebebi, Osmanlı
asırlarının nispeten yeni olması ve ortada az çok bizim gözümüzle yazılmış
belgelerin bulunuyor olmasıdır. Türklerin eski asırları ise bize oldukça
karanlık ve biz o tarihleri, daha çok yabancılar tarafından kaleme alınmış
belgelerden ancak öğrenebiliyoruz. Çin ve İran kaynakları olmasa, Sakalardan,
Hunlardan, Göktürklerden ve Uygurlardan asla haberimiz olmayacaktı bizim!
Volfram Eberhard ünlü eseri
"Çin Tarihi"ni yazmamış olsaydı, biz Hunları ve Göktürkleri nereden
bilecektik? Rus Türkologlar M.M.Yardintsev ve Vasili Radlof ile Danimarkalı
dilbilimci Wilhelm Thomsen olmasaydı, bizim tarihe bıraktığız ilk yazılı
belgeler olan Orhun Anıtları'nı nereden, nasıl ve ne zaman keşfedecetik?
Gelin görün ki; yabancıların
bizim başarılarımızı tarafsız gözle ele aldıklarını beklemek herhalde abesle
iştigaldir. Zira bizim başarımız, aynı zamanda onların başarısızlığıdır. Bizi
övmeleri demek, kendilerini yermeleri demek olacaktır. İşte bu sebepledir ki;
biz daha düne kadar Sarıkamış'ı 90.000, Çanakkale'yi 300.000 şehit yalanlarıyla
zikrettik durduk. Oysa bu rakamların abartılı olduğunu ve söz konusu
rakamların, kendi başarılarını yüksek göstermek isteyen düşmanlarımızca
verildiğini hiç düşünmeden, boş yere dövündük ve (başta Kahraman Enver Paşa
olmak üzere) olayların suçlusu ilan ettiğimiz bazı kişilere sövdük durduk
yıllarca.
Evet, tekrar etmek gerekirse
bizim tarihimizin en şanlı sayfaları 600 küsur yıl devam eden Osmanlı
asırlarında yazılmıştır. Zafer deyince bizim aklımıza hemen, Sırpsındığı,
Niğbolu, Kosova, Varna, İstanbul'un Fethi, Belgrad'ın Fethi, Mohaç, Estergon,
Zigetvar, Haçova ve Kanije gelir. Yani tamamı Osmanlı asırlarında yaşanan büyük
başarılar demek istiyorum. En azından ben, Otlukbeli, Çaldıran, Mercidabık ve
Ridaniye'yi zafer olarak sayamıyorum nedense. Çünkü bunlara, birer zafer olarak
değil, egoları tavan yapmış hükümdarlar yüzünden Türk'ün Türk'ü kırması olarak
bakıyorum ben. Elbette Osmanlı asırlarında büyük yenilgilerimiz de vardır
bizim. Ancak nedense, Osmanlı asırlarında kazanılan zaferlerimiz o kadar
büyüktür ki; bu sebeple yenilgilerimiz hep bu zaferlerin gölgesinde kalmış
gibidir. Bu sebeple, Osmanlı İmparatorluğu deyince, hep zaferler aklıma gelir
bizim...
Osmanlı'ya da Osmanlıcaya da
Karşı Değiliz
Dolayısıyla; bizim, bu büyük
zaferlerimizi, yenilgilerimizi ve yaşadığımız hezimetleri, kendi
tarihçilerimizin ve vakanüvislerimizin yazmış oldukları orijinal metinlerden
öğrenmeye karşı çıkmamız, asla mümkün değildir. Bizim karşı çıktığımız,
Osmanlıca değil, "İsteseler de istemeseler de
bu ülkede Osmanlıca öğrenilecek ve öğretilecek" türünden yapılan
dayatmamalardır. Yani "Ebem yaylaya gitmiyor ama dedem ....
götürüyor" anlamına gelebilecek dayatmalar demek istiyoruz. Bizim
karşı olduğumuz, bu tür dayatmalara yapılan karşı çıkışların "Osmanlı
Alerjisi" olarak isimlendirilmesidir.
C.Başkanı R.Tayyip Erdoğan,
sözlerini İslamcı Şair Mehmet Akif Ersoy'un yazdığı ve tamamen dini temalarla
örülü bulunan "İstiklal Marşı"nın bile okunmadığı "5.
Din Şûrası"nda yapmış olduğu konuşmada 200 senedir dindarlar
üzerinde bir baskı yaratıldığından bahisle "İsteseler de istemeseler de bu ülkede
Osmanlıca öğrenilecek ve öğretilecek" diye kestirip attı. Daha
önce de yazdık; Antalya'da yapılan 19. Milli Eğitim Şûrası'nda Osmanlıca'nın
bazı liselerde zorunlu, bazılarında ise seçmeli olarak okutulması yönünde
yapılan teklif, dinci "Eğitim Bir
Sen" isimli eğitim sendikasının teklifi değil, bizzat Tayyip Erdoğan'ın
dayatmasıdır aslında. Adı geçen sendikanın yaptığı, prosedürü tamamlamaktan,
işi yazıya dökmekten ibarettir sadece. Konuya ilişkin talimat Ankara'nın
Beştepesi'nde bulunan Genel Karargâh'tan
verilmiştir.
Göstermelik Başbakan Davutoğlu
ise Osmanlıcaya karşı çıkmayı, Osmanlı Alerjisi olarak tanımlamış! Diyor ki; "Osmanlıca'yı yabancı dil
zannediyorlar. Herkes bilsin Osmanlıca, Türkçe'dir. Kadim Türkçe desek, 19.
yüzyıl Türkçesi desek ve okutsak karşı çıkacaklar mı? Nedir bu Osmanlıca
alerjisi anlamıyorum"
Osmanlıca Dil Değildir!
Evet, anlamıyorlar. Anlamak
istemiyorlar. Osmanlıca Davutoğlu'nun dediği gibi sadece yabancı dil değildir.
Aslında Osmanlıca dil bile değildir. Osmanlıca devletin resmi dili değil,
sadece yazışma dilidir, diplomatik bir dildir. Zira Osmanlı İmparatorluğu'nun
resmi dili Türkçe'dir. Gelin görün ki; devlet bürokrasisi Arap alfabesiyle
yazıştığı bu Türkçe'nin içine birçok yabancı kelimeyi olduğu gibi aktararak,
yani Türkçe karşılığını bulmaya gerek duymadan, o kelimenin yabancı dillerdeki
şeklini ve ihtiva ettiği anlamı olduğu gibi Türkçe'nin içine zerk ederek
özellikle sıradan halkın anlayamayacağı bir melez Türkçe yaratmışlardır. Onun
için de Osmanlıca, büyük oranda bürokrasinin, saraylıların ve Osmanlı yüksek
sosyetesinin dili olmaktan öteye gidememiş, halk bu dili sevmemiştir. Onun için
de öğrenme ihtiyacı duymamıştır. Esasen devlet, bu dili halka öğretmek için de
herhangi bir çabanın içine girmemiştir. Osmanlıca ne zaman halk tarafından
kabul görmüştür? Osmanlı'nın son devirlerinde; yani dilde sadeleşme hareketinin
başlamasıyla, Arapça, Farsa ve Fransızca kelimelerin yerine Türkçe kelimelerin
kullanılmaya başlamasından sonra.
Özetle; Davutoğlu'nun aklındaki
eğer, yukarıdaki sözlerinde geçen 19. yüzyıldan sonra kullanılan Osmanlıca ise,
bakın bunda hiçbir sorun yoktur. Yok eğer, maksat çok daha önceki devirlerde
kullanılan Türkçe'nin öğretilmesi ise bu başlı başına bir sorundur. Hâlâ
hayatta bulunan dedesinin ve ninesinin kullanmış olduğu bazı kelimeleri bile
anlayamayan ve bu sebeple de konuşmalarında kullanmayan bir gence, siz kalkıp
da 200-300 sene önce kullanılan kelimeleri öğretmeye kalkarsanız yanlış
yaparsınız; gereksiz zaman ve para israfına sebep olursunuz.
Çünkü, 19. yüzyıldan önce
kullanılan Osmanlıca'yı öğretebilmek için öncelikle çocuklara Arapça'yı ve
Farsça'yı da öğretmek zorundasınız. Gelin görün ki; bundan 200-300 sene önceki
Osmanlıca'yı, Arapça'yı ve Farsça'yı öğrenmenin hiç kimseye faydası yoktur.
Çünkü dil sürekli gelişen ve değişen canlı bir varlık olduğundan, 300 sene
önceki Arapça ve Farsça ile bugünkü Arapça ve Farsça da aynı değildir. Bunu
yakından biliyorum ben. Bugün bizim İlahiyat Fakültelerinde Arapça öğrenen
kişilerin, Arabistan'daki sıradan halkla fasih Arapça konuşarak anlaşması
mümkün değildir. Bunun için bizimkiler, avamca denilen ve halkın günlük dilde
konuştuğu Arapçayı da öğrenmek zorundadırlar.
Bu durumda yapılacak şey,
Osmanlıca'nın zorunlu ders olarak değil, meraklılarına yönelik şekilde seçmeli
ders olarak okutulmasıdır. Tarihçi olmak isteyenler ise Osmanlıca denilen ve
Arap harfleriyle yazılan Türkçe'yi mutlaka öğrenmek zorundadırlar. Zira 600
senelik Osmanlı tarihini öğrenmeden, daha gerilere gidemezsiniz. Bu, bir
anlamda, yüksek bir zirveyi yürümeden aşmaya benzer. Zirveyi tünelle veya
uçakla belki geçebilirsiniz ama, dil ve tarih anlamında böyle bir teknik henüz
keşfedilmiş de değildir.
Dil Yaşayan Bir Varlıktır
Osmanlıca İse Ölmüştür!
Umum
dilcilerin vardığı ortak kanaatlerden birisi; dilin yaşayan canlı bir varlık
olduğudur. Tıpkı diğer canlılar gibi diller de doğarlar, kimisi gelişemeden
ölür, kimisi de büyüyüp gelişir, uzun yıllar yaşar, çevresini etkiler ve
çevresinden etkilenir. Dili konuşan kişi kalmadığında ise o dil kendiliğinden
ölmüş olur. Dil üzerine yazı yazan hemen herkes Prof. Dr. Muharrem Ergin'den şu
alıntıyı yapıyorlar:
"Dil veya lîsan, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan doğal bir araç,
kendisine özgü kuralları olan ve ancak bu kurallar içerisinde gelişen canlı bir
varlık, temeli tarihin bilinmeyen dönemlerinde atılmış bir gizli anlaşmalar düzeni, seslerden örülmüş toplumsal bir."(1)
http://tr.wikipedia.org/wiki/Kurum
Dilin
yaşayan canlı bir varlık olduğunu ortaya koyanlar şu izahatı da yapıyorlar:
"Dil, kalıplaşmış, değişmez, durgun
(statik) bir yapıya sahip değildir. Aksine, kendi yapı ve işleyişinin gerekli
kıldığı özelliklere, tarihî, sosyal ve kültürel şekillenmelere bağlı olarak,
zaman içinde az çok değişip gelişerek yol alan sürekli bir akış halindedir.
Ünlü dilbilimci, Wilhelm von Humboldt, bu gerçeği dilin bir eser (ergon) değil,
bir faaliyet (energia) olduğu şeklinde dile getirmiştir. Eğer dil, bir eser
olsaydı, bir kere oluştuktan sonra bir daha hiç değişmemesi, olduğu gibi
kalması gerekirdi. Halbuki, dil bir değişme ve gelişme gücüne sahiptir. Bu gücü
dolayısıyla dilbilimciler tarafından, sürekli olarak yenilikler doğuran bir
kaynağa benzetilmiştir."(2)
Bu
bilimsel izahatlardan sonra denilebilir ki; Osmanlıca eğer bir dil ise,
bilinsin ki; bu dil ölmüştür! Ölüyü diriltmek (ba'sü bağdel mevt) ise sadece
Allah'a mahsustur(3). Yok eğer
Osmanlıca başlı başına bir dil değil sadece Türkçe'nin Arap alfabesiyle
yazılması ise şu halde Latincenin suyu mu çıktı, tekrar bir asır öncesine
dönmenin manevralarını yapıyor, kumpas ve ayak oyunları sergiliyorsunuz?
Geçtiğimiz
8 Aralık günü Başbakan Davutoğlu ne demişti? "Osmanlıca denilince arkadaşlar yabancı bir
dilden bahsedildiğini zannediyorlar. İsteyen öğrenci seçer isteyen seçmez.
Teklif edilen bu"(4)
demişti değil mi? Bu yaklaşıma "hayır" diyecek birisi var mı? En azından
bizim gibi düşünen toplum kesimleri arasında olmadığını sanıyorum. Oysa C.Başkanı
Tayyip Erdoğan öyle demiyor. O diyor ki; "İlimde çok büyük güçlere
sahip olan bir milletin bu ilmi kaybetmesi felakettir. Bunun öğrenilmesini
istemeyenler var. İsteseler de istemeseler de bu ülkede Osmanlıca da
öğrenilecek ve öğretilecek."(5).
Peki, niyet olarak biz hangisine
inanalım? Davutoğlu'nun dediklerine mi yoksa Erdoğan'ın dediklerine mi? Sizi
bilmem ama şimdiye kadar edindiğimiz tecrübeler, nedense bize Tayyip Erdoğan'ın
dediklerine inanmamız gerektiğini fısıldıyor. Hazret, Arap Kültürü ve Arap
tarihi üzerine uzman olan Prof. Dr. Fuat Sezgin nam adamın söylediklerinden
hareketle, kürsüye çıktı ve dünya aleme dedi ki: "Amerika Kristof Kolomb'dan
314 sene önce olmak üzere Müslümanlar tarafından keşfedilmiştir!".
Anlaşılan Tayyip Bey, bu sözlerinin altında eziliyor şu anda. Onun için de
ortaya ikinci bir semerli eşek daha getirdi ve Osmanlıca'nın bu ülkede zorunlu
ders olarak okutulacağını söyledi. Tayyip Bey sanıyor ki; bu ülkede Osmanlıca
öğrenilirse, Türk çocukları Amerika'nın Müslümanlar tarafından keşfedildiğine
ilişkin belgeleri bularak kendisini doğrulayacaklar. Ne kadar ham bir hayaldir
bu. Ne kadar basit ve fasit bir düşüncelerdir bunlar.
Osmanlı hangi ilimde ve hangi
fende inkişaf etmiştir de Osmanlıca'yı öğrenerek Osmanlı'nın inkişaf ettiği o
büyük ilimleri ortaya çıkaracağız? Piri Reis, dünya haritası çizmeye kalkışmış;
bir bahane ile idam sehpasında can vermiş, Hezarfen Ahmet Çelebi kendisine
kanat takarak uçmaya kalkmış; Cezayir'e sürgün edilmiş, İbrahim Müteferrika
Matbaayı getirmiş, günahtır diye adama kitap bastırmamışlar vs. Osmanlı'nın
tebarüz ettiği ve ileri gittiği tek saha askerlik sanatı, onu da siz zaten
18.000 TL'ye satıyorsunuz. E, geriye öğrenecek neyi kaldı Osmanlı'nın?
Müneccimbaşıların ve yıldıznamecilerin açtıkları fallardan başka!
Müjdeler Olsun; Bizi
Asmayacaklarmış!
Osmanlıca'nın zorunlu veya
seçmeli olarak lise müfredatlarına konulmak istenmesinin altında yatan sebep
bellidir aslında. Cumhuriyetten ve Atatürk'ten rövanş almak ve Ortadoğu Yazarı
Şükrü Alnıaçık'ın tabiriyle Atatürk inkılâplarına ve cumhuriyete gol atmak!
Onun için de, iktidarın yanaşmalarından bir profesör ortaya çıkıyor, hem de
demokrasimizin mabedi ve cumhuriyetimizin kıblegâhı olan TBMM çatısı altında "İnkılâp" kelimesinin "köpekleştirmek"
anlamına geldiğini söyleyebiliyor. Üstelik "İnkilâp" kelimesiyle "İnkılâp"
kelimesinin farkını bilemeyecek derece cehlini ortaya koymak suretiyle. Onun
için de AKP Eskişehir İl Kongresi'nin yapıldığı salona "Padişahım, Sultanım Abdülhamid'im Emanetin
Emin Ellerde Rahat Uyuyabilirsin!" ve "Mihalgazi Osmanlı Kadınları" şeklinde devasa
pankartlar asılabiliniyor. Hem de hiçbir fütur getirmeden ve utanma hissi duyulmaksızın.
Acaba diyorum; AKP Eskişehir İl
Kongresi'nde "Abdülhamid" pankartı açanlar ve açılmasına izin
verenler;
- Eski Devlet Bakanlarından Sadi
Somuncuoğlu'nun bizzat bakan olarak gittiği Kosova'da Arnavutlardan duyup
tarafımıza aktardığı şekliyle: II. Abdülhamid'in, hutbelerin Arnavutça okunması yönünde kendisine yazılı talepte
bulunan Kosovalı Arnavutlara "hutbeler benim egemenlik sahama girer.
Atalarım egemenliklerini hiç kimseyle paylaşmamışlardır, ben de paylaşmam. Bu
sebeple hutbeler bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da Türkçe
okunacaktır" şeklinde cevap vermek suretiyle,
- Saray’da görevli olan bir
Arnavut'un, bahçıvanlık yapan bir Türk’ü, "Pis Türk"
diye azarlamasını duyan Padişah II. Abdulhamid'in, Arnavut görevliye dönüp,
"Unutma ki ben de Türk’üm!" demek suretiyle(6),
- Tahttan indirilme kararını tebliğ etmek için
gelenler hakkında "Baştaki çok iyiliğimi görmüş olan Esat Toptanî'dir.
İkincisi Arif Hikmet'tir ki bizim Kızlarağası Abdülgani'nin yetiştirdiği ve o
yüzden himayeme aldığım, ferikliğe kadar yükselttiğim bir nankördür. Öbür ikisi
de Yahudi Karasu ile Ermeni Aram'dır. Milletim namına otuz üç senelik
hizmetimin mükâfatı memlekete ve milletime düşman olduklarında şüphe etmediğim
bu adamlar tarafından hal'imin tebliği oldu. Zararı yok; milletim
masumdur..." demek suretiyle(7),
Türklük ve Türkçe vurgusu yaptığını biliyorlar
mıdır? Hiç sanmıyorum. Zira onların beyinlerinin, Atatürk ve cumhuriyet
düşmanlığı ile iğdiş edildiği konusunda birçok karine vardır elimizde.
Ancak bu konuda hiçbir söz ve
tavır bir okuyucumun "İnkilâp
mı, inkılâp mı? Ya da köpekleştirmek mi, köpekleşmek mi?" başlıklı
yazımın altına yaptığı yorum kadar can yakıcı ve yürek burkucu değildir. Şöyle
demiş Şevket Yılmaz isimli koyucum:
"Sizin inkilap dediğiniz
şapka takmayanı asmak mı? En azından biz Osmanlıcayı öğrenmeyeni asmayacağız,
rahat olun!"(8).
Allah sizden razı olsun Şevket
Abi! Bizi asmayacak olmanız, sizin adınıza büyük bir alicenaplık örneğidir!
Yüreğimize su serptiniz vermiş olduğunuz taahhütle! Sizi ve ağababalarınızı
işte bunun için takdir ve tasvip ediyor bu toplum! Oysa sizin yerinize biz
olsaydık, sizi çoktan kurşuna dizmiştik şimdiye kadar! Çok sağ ol abim benim;
bizi öyle rahatlattınız ki; demeyin gitsin...
Dedeleriniz de Sizin Gibiydi
Aslında!
Osmanlıca'nın lise müfredatına
girmesini savunanların bir argümanı da "Dedelerimizin mezar taşını bile okuyamıyoruz"
şeklindeki argümandır. Şu sözlerim Osmanlıca'ya sırf bu sebeple destek
verenleredir: Ulan dedelerinizin mezar
taşlarını okusanız kaç yazar? Siz dedelerinizi sizden çok daha şerefli insanlar
mı sanıyordunuz yoksa? Dedeleriniz de tıpkı sizin gibiydi. Eğer öyle olmasaydı
sizin gibi adamlarla uğraşır durur muydu şimdi bu millet! Dedenin mezar taşını
okumak istiyorsan; git bir kursa, bastır parayı, öğren Osmanlıca'yı. Bir
taraftan "Kürtler, Kürtçeyi devlet
okullarında değil, özel kurslarda öğrensin" diyeceksin, bir taraftan
da devletin okullarında Osmanlıca'nın zorunlu ders yapılmasına alkış
tutacaksın. Bu düzenlemenin, belki de Kürtçe'nin devlet okullarında
öğretilmesinin veya ikinci resmi dil yapılmasının yolunu açmak için kurulmuş
bir tuzak olduğunu hiç aklına getirmeyeceksin he mi?
Ömer Sağlam
_____________
1-Prof. Dr. Muharrem Ergin, Türk Dil Bilgisi, Bayrak
Basım, İstanbul, 2008, s. 3.
2- Örn.bk. http://www.academia.edu/2438523/dilin_durdurulamayan_de%C4%9Fi%C5%9Fimi
3-Gerçi AKP Düzce Milletvekili Vefai Arslan ve AKP
Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin Tayyip Bey'i "Tanrı" olarak ilan
etmişlerdir.
4-http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27731552.asp,
5-http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27730441.asp
6-Prof.
Dr. Abdurrahman Küçük, “Ben de Türküm” başlıklı makalesi, Kutlu
Sesleniş/Aylık Fikir ve Kültür Dergisi, sayı,70, s, 17-25, Ankara-2009 & http://www.haberiniz.com.tr/yazilar/koseyazisi71951-Sultan_Abdulhamid_Unutmayin_ki_ben_de_Turkum%E2%80%8F.html
7-
Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid, s, 151, 6.Baskı, Timaş Yayınları,
İst.2013 8-
http://www.turkishnews.com/content/2014/12/09/inkilap-mi-inkilap-mi-ya-da-kopeklestirmek-mi-kopeklesmek
ALINTI YAPMAK İÇİN
- Yazarlarımızın makaleleri ve Sayın Günay Tulun'a ait şiirlerin, "Radyo-TV ile diğer basın ve yayın organlarında" yayım ilkesi: Önceden haber verme, eserin aslına sadık kalma, eser sahibiyle alıntının yapıldığı yer adlarını anlaşılır bir açıklıkla belirtmektir. Yayın öncesi bildirim imkânının bulunamadığı aniden gelişen durumlardaysa nezaket gereği, [sessizliginsesi.tr@gmail.com] adresine yayın sonrası bilgi gönderilmesini rica eder; tüm yayınlarınızın başarılı geçmesini dileriz.
ESER EKLEMEK İÇİN
- "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm basılı ya da dijital yayın sayfalarında halkımızın geniş dünya ilgisine uygun olarak her türlü konuya yer verilmiştir. Yayınlanan fotoğrafların büyük bir kısmı "Kadim Okurlarımız" tarafından gönderilmiştir. Fotoğraf ve çizgi resimlerde "İlişkinlik-Telif Hakkı" konusunda tereddüt oluştuğunda bu eserleri yayından çekme hakkımız saklıdır. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm gazete, dergi, site, blog gibi yayın araçlarında yayınlanan makale ve diğer yazı türleriyle fotoğraf, resim, yorum gibi her türlü eserin; üçüncü şahıs, kurum ve kuruluşlara karşı her türlü sorumluluğu, bu eserlerin sahibi olan yazar, gönderici ve ekleyicilerine aittir. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"nun yayın organlarına kayıt edilen ya da kaydedilmek üzere gönderilen eserlerin, telif hakları konusunda problemsiz olmaları önemli ve gereklidir. Yayın Kurulu, gönderilen eserleri yayınlamaktan vazgeçebileceği gibi, dilediği yayın organlarından birinde ya da hepsinde aynı anda ya da değişik zamanlarda yayınlayabilir, yayınlamak isteyen üçüncü şahıslara, tüzel kişiliklere ve kurumlara onay verebilir ya da onlar tarafından yayınlanmasını engelleyebilir. Yalnız şu unutulmamalıdır ki bu eserler, okura saygı kuralı gereği Türkçe kurallarına uygun olmalıdır. Yazılar yayınlandıktan sonra, yazar ya da ekleyicisi; istifa, uzaklaştırılma, çıkarılma dâhil herhangi bir nedenle yazı göndermesi sonlandırılmış olsa dahi "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu Yayın Kurulları"nın oy birliği içeren onay kararı olmadan eserlerinin kayıtlarımızdan ihracını isteyemez, istediği takdirde bunun reddedileceğini en baştan bilmelidir. Gönderici ve yazarlarımızın bu konuya önceden dikkat etmeleri, ileride ihtilaf doğmaması için baştan eser göndermemeleri gerekmektedir. Yayın organlarımıza ekleme yapanlar, bu konudaki sorumluluklarını okumuş ve kabul etmiş sayılacaklardır. Uzun süre yazı göndermeyen ya da yazmayı bırakan köşe yazarlarımızın o güne kadar gönderdikleri tüm yazılar "Konuk Yazarlar" bölümüne aktarılarak yeniden yazı göndermeye başladığı güne kadar köşesi kapatılır. Köşeyi kapama ya da kapatılan köşeyi açıp açmama konusunda karar sahibi, "Sessizliğin Sesi Grubu" ile "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"dur. İhtilaf durumunda, İstanbul'un Kadıköy Mahkemeleri yetkilidir.
YORUM YAZMAK İÇİN
Sayın Okurlarımız: Yorumlarınızı; Grubumuza ait "Google, Yahoo, Mynet, Hotmail, TurTc " ve diğer posta adreslerimize göndermek yerine, "Yorum bölümü açık olan sitelerimiz"deki; yorum yazmak istediğiniz yazının alt kısmında yer alan "Yorum", "Yorum Yapın", "Yorum Yaz" veya "Yorum Gönder" tuşlarını kullanarak doğrudan kaydetme olanağınız bulunmaktadır. Yazacağınız yorumlarınızın; gecikmeksizin, anında yayına girmesini dilerseniz bu yolu tercih etmenizi, saygılarımızla öneririz.