"Türk siyasetinde en nefret edilen şahıs Tayyip Erdoğan'dır"(7) diyebilir miydi sanıyorsunuz?
Atatürk'ün Siyasi Dehası ve Erdoğan'ın Öngörüsüzlüğü [Ömer Sağlam]
Öngörü, kısaca; eldeki verilerden hareketle, hadiselerin cereyan
şeklini ve varacağı noktayı önceden sezmek, neticeyi önceden tahmin etmek
olarak tarif edilebilir. Siyasi anlamda
öngörü; eldeki verilerden, bilgilerden, belgelerden, dokümanlardan ve
mevcut ilişkiler ağından hareketle, siyasi hadiselerin varacağı noktayı önceden
teşhis ve tespit ederek ona göre tedbir ve önlem almaktır.
Bu anlamda tarihimizde öngörü
sahibi devlet adamlarımız olabildiği gibi, öngörü sahibi olmayan devlet
adamlarımız da pek çoktur bizim. Mesela Bilge Kağan, Tonyukuk, Alparslan, Fatih
Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman ve Yavuz Sultan Selim, siyasi deha
ölçüsünde öngörü sahibi devlet adamlarımızdı. Bu zincirin en son halkası ise
Mustafa Kemal Atatürk'tür.
Siyasi ve askeri anlamda öngörü
sahibi olmayan devlet adamlarımız da çoktur bizim. Bunlardan ikisi Yıldırım
Bayezit Han ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'dır. Bu zincirin son halkası ise
Enver Paşa ve arkadaşlarıdır. Gününüzdekileri ise saymaya gerek yoktur. Çünkü
Atatürk sonrası Türkiye Cumhuriyeti Devleti, tamamıyla siyasi ve askeri
bakımdan öngörü sahibi olmayan kişilerce yönetilmektedir.
Atatürk Deha Sahibi Bir Devlet
Adamıydı!
Atatürk'ün deha sahibi bir devlet
adamı olduğu konusunda asla şüphe yoktur. Onun en büyük öngörüsü, işgal altındaki
vatan topraklarını kurtarma konusunda milletine güvenmesidir. Hangi maksatla
olursa olsun; bir grup arkadaşıyla, İstanbul'dan hareket ederek Anadolu'ya
geçmiş, Erzurum'a varınca, İngilizlerin baskısıyla hareket eden İstanbul
hükümetinin hakkında almış olduğu tevkif kararını duyunca devlet memuriyetinden
istifa etmiş ve kendisini halkının sinesine bırakmıştır. Çünkü o, iyi biliyordu
ki; Türk Milleti o sırada güvenebileceği ve hiç düşünmeden peşinden
yürüyebileceği bir lider arıyordu. O lider de kendisiydi. Düşündüğü gibi olmuş;
siyasi ve askeri hadiseler, büyük ölçüde onun öngördüğü gibi cereyan etmiş ve
sonuçlanmıştır. Yani zaman Mustafa Kemal Paşa'yı haklı çıkarmıştır.
Atatürk'ün özellikle siyasi
dehasını ve öngörüsünü göstermesi bakımından onun 1933 yılında yapmış olduğu şu
konuşma dikkate şayandır:
"Bugün Sovyetler Birliği, dostumuzdur; komşumuzdur,
müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse
bu günden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi
parçalanabilir, ufalabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından
kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını
bilmelidir… Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir özü bir kardeşlerimiz
vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup
beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır.
Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür… Tarih
bir köprüdür… Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde
bütünleşmeliyiz. Onların (Dış Türklerin) bize yaklaşmasını beklemeyiz. Bizim
onlara yaklaşmamız gerekli…”(1)
...
Siyasi
gelişmeler, gerçekten de Atatürk'ün 1933 yılında öngördüğü gibi cereyan etmiş
ve Sovyetler Birliği, Atatürk'ün bu konuşmasından sadece 57 yıl sonra dağılmış
ve bu birliğin içinden peş peşe birçok bağımsız devlet, bu arada 5 tane de bağımsız
Türk Devleti çıkmıştır; Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan ve
Kazakistan. 1990 yılında demir perdenin yıkılmasıyla ayrıca Sovyetler Birliği
içinde birçok özerk ve yarı özerk Türk Devleti'nin daha olduğu ortaya çıkmıştır.
Daha doğrusu, bu devletlerin varlığı bizim bilgimiz dahiline girmiştir; Dağıstan,
Kırım, Ahbazya, Çerkezya, Balkarya, Karaçay, Çeçenya, Tataristan,
Çuvasistan, Hakasya, Tuva, Yakutistan...
vs.
Gelin
görün ki; bizim öngörüsüz devlet adamlarımız, Atatürk'ün dehasından yoksun ve
habersiz oldukları, ayrıca onun siyasi vasiyetini göz ardı ettikleri için bu
duruma hazırlıksız yakalanmışlar ve ne bağımsızlıklarını kazanan Türk
Cumhuriyetleri ile ne de özerk ve yarı özerk Türk Devlet ve topluluklarıyla sağlıklı
ilişkiler kurabilmişlerdir. 1990'lı yıllarda el yordamıyla kurulan yetersiz ilişkiler
ise sonraki yıllarda, özellikle mevcut iktidar döneminde büsbütün zayıflamış
bulunmaktadır. Bunun sonucu olarak, Rusya, kendisinden bağımsız olan bu
devletleri (Türkmenistan dışında) eskisi kadar güçlü bağlarla olmasa da "Bağımsız
Devletler Topluluğu" adıyla yine kendi yörüngesine almış bulunmaktadır!
Ayrıca Rusya, Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan gibi ülkelerin, Şangay İşbirliği
Örgütü'ne de üye yapılmasını sağlayarak bu ülkeleri ikinci bir bağla daha
kendisine bağlamış bulunmaktadır.
Bizim
siyasi dehadan yoksun ve öngörüsüz devlet adamlarımızın yanlış ve yanlı
kararları sebebiyle Özbekistan bugün Türkiye'den oldukça uzaklaşmış,
Türkmenistan ile olan ilişkilerimiz ise sanki ikide bir bizimkilere hediye
edilen meşhur Ahılteke atlarının sırtına sarılmış durumdadır! Çünkü bizim
siyasi dehadan yoksun politikacılarımız, merhum Sapar Murat Türkmenbaşı'nın
adeta yalvarırcasına yapmış olduğu talebe rağmen, ucuz Türkmen gazını almak
yerine, tarih boyunca bölgede en büyük siyasi rakibimiz ve zaman zaman da en
büyük düşmanımız olan Rusya'dan ve yine tarih boyunca bu bölgede en büyük
siyasi rakiplerimizden birisi olan İran'dan doğal gaz almayı tercih etmişlerdir.
Üstelik İran'dan aldığımız doğalgaz dünyanın en pahalı doğalgazıdır. Bunu biz
değil, daha geçenlerde İran'a resmi ziyarette bulunan C.Başkanı R.Tayyip Erdoğan
söyledi. Hem de Tahran'da ve İranlı mevkidaşının huzurunda! 1996 yılında "Ya
al, ya öde" şeklinde İran'la ahmakça doğal gaz anlaşması yapan da
bunların meşhur hocalarıydı yanılmıyorsam. Tahmin edileceği gibi Erbakan'dan
bahsediyorum!
Atatürk'ün
siyasi dehasını gösteren bir başka örneği ise dönemin Sovyetler Birliği'nin
Ankara Büyükelçisi olan Aralov'un hatıratından öğreniyoruz. Tarih 02 Nisan
1922. Yer Konya ve Milli Mücadele son hızıyla devam ediyor. Mustafa Kemal Paşa,
bir grup yerli ve aralarında Sovyetler Birliği'nin Ankara Büyükelçisi Semyon İvanoviç
Aralov ve Azerbaycan Büyükelçisi İbrahim Abilov'un da bulunduğu bir grup yabancı
diplomatla ve askeri teftiş maksadıyla Ankara'dan Konya'ya gitmiştir. Malum; o
tarihlerde Batı Cephesi Karargâhı Konya'nın Akşehir ilçesindedir ve o sırada
Büyük Taarruzun hazırlıkları yapılmaktadır(2).
Şöyle
diyor Sovyet Büyükelçi:
"O
gece iki medreseyi ziyaret ettik. Kanlı, canlı hemen hepsi de gencecik mollalar
medresenin avlusunda dizilmişlerdi. Bunların yanında, geniş cüppeli, beyaz sarıklı
hocalarda yer almıştı. Hepsi de yerlere kadar eğilerek Mustafa Kemal Paşayı
selamladılar. Bunların içinden biri, bunların başı ve en nüfuzlusu, Mustafa
Kemal Paşa'dan, Medrese sayısını artırmasını rica etti. Bu zat, ayrıca, medrese
öğrencilerinin askere alınmamalarını da istirham etti.
Hoca
konuşurken Mustafa Kemal'in kendini zor tuttuğu belli oluyordu. Ama medrese öğrencilerinin
askere alınmaması söz konusu olunca, artık kendini tutamadı ve yüksek sesle,
sertçe:
-'Ne
o' dedi.
-'Yoksa
sizin için medrese, Yunanlıları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan
daha mı değerlidir? Millet kan içinde
yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, yurt için canlarını feda
ederken, siz burada genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz!...'
Mustafa
Kemal konuşurken gözleri daha korkunç bir hal alıyordu.
-'Bu
asalakların askere alınmaları için hemen yarın emir vereceğim!'
Hocalar
sindiler, ama yüzleri öfkeden (utançlarından) kıpkırmızı kesildi, yabancıların
yanında Hükümet Başkanı onları paylamıştı.
Mustafa
Kemal Paşa bize dönerek;
-'Hadi
gidelim, dedi, artık burada bizim için yapılacak bir şey kalmadı.'
Ve
şöyle, isteksizce selam vererek oradan ayrıldı. Mustafa Kemal Paşa otomobilde
uzun süre yatışmadı:
-'Savaş
sona erince onlarla daha ciddi konuşacağım! Her şeyden önce onların mali
kaynaklarından, vakıflardan yoksun edeceğim. Yurt topraklarının büyük bir
parçası, neredeyse üçte ikisi, belki daha çoğu vakıftır. Bu topraklar mollaların
yaşam kaynaklarıdır. Bunların çoğu köylülerin elinden alınmış topraklardır.
Buna son vereceğiz. Bir de utanmadan hükümetten yardım istiyorlar.'
Mustafa
Kemal, Anadolu topraklarında şimdi gördüğümüz dinç, sağlam delikanlıları
askerden kaçıran 17 bin medrese bulunduğunu söyledi. Bu tam bir kolordu
demekti. Medrese öğrencilerinin şimdiye kadar niçin askere alınmadıklarını
sormam üzerine, Mustafa Kemal, bunların askere alınmaları için gerekli emrin
verilmiş olduğunu söyledi. Bu devrimci adım, subaylar arasında büyük bir sevinç
yaratmış ve bu olay, son günlerin en çok üzerinde durulan bir konusu haline
gelmişti."(3).
Bilmem
Farkında mısınız? Mustafa Kemal Paşa, bu günleri ta 1922 yılından görmüş
gibidir. Yani bundan tam 93 yıl önce demek istiyorum. Bugünün Türkiye'si de tıpkı
1920'li yıllar gibi. O tarihlerde de bir sürü vakıf ve bu vakıflara bağlı bir
sürü kıytırık medrese vardı ve bir kısım asalak ve türedi tipler, bu miskin
yuvalarını kendilerine mesken ve geçim
vasıtası yapmışlardı, bugün de her taraf mantar gibi Vakıf ve Vakıflara bağlı
üniversite kaynıyor. Fakir fukaranın çocukları PKK ile çatışarak dağlarda can
verirken, zenginlerin mirasyedi çocukları, elbette babalarının ve bu vakıfların,
din ve inanç hortumculuğu yaparak
halktan topladıkları yardımlarla, kerameti ve eğitim kalitesi kendinden
menkul bu vakıf üniversitelerine kapağı atıyorlar, sonra da buralarda yan gelip
yatıyorlar! Askerliklerini ise elbette mevcut iktidarın zırt pırt çıkarmış olduğu
bedelli askerlik kanunu çerçevesinde bedelli olarak yapıyor bu besili mahluklar!
Son
yıllarda mantar gibi biten bu Vakıfların, devlet imkânlarını alabildiğine
kullandığı, hükümet tarafından verilen teşvik ve imtiyazlarla birçok
mükellefiyetten muaf tutuldukları, birçoğunun gelirinin vergiden muaf olduğu biliniyor.
Elbette bu vakıflardan pek çoğuna bağış kabul etme ve yardım toplama yetkisi verildiği
de. Tıpkı bugün (17 Nisan 2015 Cuma) Türkiye sathındaki camilerden yine yardım
toplayan Türkiye Diyanet Vakfı'nda olduğu gibi! Bana ulaşan bilgiye göre; bu
vakıf sahibi olduğu, Ankara ve İstanbul'da kurulu bulunan ve toplam yatak sayısı
300 civarında olan üç ayrı hastanesini de satmış bulunuyor. Bu vakıf,
buralardan gelen trilyonluk paralarla hangi kara deliği kapatıyor da, bunlarla yetinmeyip
yine cami kapılarında halkın dini duygularını sömürerek yardım topluyor, bir
türlü aklım ve havsalam almıyor efendiler!
Ayrıca
bu vakıflardan birçoğunun, mevcut siyasi otoritenin himayesi altında olduğu
biliniyor.Tıpkı Erdoğan ailesinin adeta aile vakfı haline getirilen TÜRGEV'de olduğu gibi...
R.Tayyip
Erdoğan'ın Öngörüsüzlüğü!
Siyasi
deha ve öngörü dedim de aklıma geldi. Hatırlanacağı gibi; Cumhurbaşkanı
R.Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz yıl Başbakan sıfatıyla 1915 olayları hakkında yayınlamış
olduğu resmi mesajda "...Kadim ve eşsiz bir coğrafyanın
benzer gelenek ve göreneklere sahip halklarının, geçmişlerini olgunlukla
konuşabileceklerine, kayıplarını kendilerine yakışır yöntemlerle ve birlikte
anacaklarına dair umut ve inançla, 20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını
kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına
taziyelerimizi iletiyoruz." diyerek, adeta sözde Ermeni
soykırımını tanımış ve bu sebeple Ermenilerden özür dilemişti(4).
Tayyip
Bey'in, bu siyasi öngörüden ve diplomatik dehadan yoksun çıkışının faturası
gerçekten de çok ağır oldu. Önce, Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan,
adeta kendisiyle dalga geçti, arkasından Katolik Alemi'nin ruhani lideri Papa
Francesko Ermeni Soykırımı'nı tanıdı ve cümle aleme ilan etti, arkasından da
Avrupa Parlamentosu Ermeni Soykırımı'nı kabul eden bir yasayı onayladı. Şimdi sırada
ABD Başkanı H. Barack Obama var. Türkiye'de ve Dünyada bütün gözler ABD Başkanı'nın
her sene 24 Nisan'da yapmış olduğu geleneksel konuşmaya çevrilmiş bulunuyor. Bekleyin
lütfen; her sene İngilizcede "Büyük Felâket" anlamına
gelen bir kavramla, ne şiş yansın ne kebap türü bir açıklamayla konuyu geçiştiren
Obama, bu sene Papa ve Avrupa Parlamentosu'ndan esinlenmek ve olayların 100. yılı
münasebetiyle Ermeni Diyasporası'nın yoğun baskısını da dikkate alarak
kesinlikle "Soykırım" diyecektir. Yerli işbirlikçiler ve dahili
bedhahlar artık uygun bir yerlerine kına yakabilirler!(5).
Ecdat,
"Keskin
sirke küpüne zarar" diye boşuna dememiştir. Tayyip Bey, sertleştikçe
ve diktatörlük emareleri gösterdikçe, hem yurtiçindeki sempatisi düşüyor ve
kendisine karşı nefret duyguları kabarıyor, hem de uluslararası arenadaki saygınlığı
ve etkisi azalıyor. Eğer böyle olmasaydı, hiç Ak Saray'ın ilk konuğu olma şerefini
bahşettiğimiz Papa Francesko, ayağının tozuyla "20.
Yüzyılın ilk soykırımı Ermenilere yapıldı” şeklinde açıklama yapar mıydı?
Eğer böyle olmasaydı hiç Etyen Mahçupyan Efendi, Başbakanlık Başdanışmanlığından
kovulma pahasına "Bosna ve
Afrika’da yaşananların soykırım olduğu kabul edilirken 1915’te Ermenilere
yapılanlara soykırım dememek imkânsız”(6) ve
"Türk siyasetinde en nefret edilen şahıs Tayyip Erdoğan'dır"(7) diyebilir miydi sanıyorsunuz?
"Türk siyasetinde en nefret edilen şahıs Tayyip Erdoğan'dır"(7) diyebilir miydi sanıyorsunuz?
Yaklaşık
bir asır öncesinden bugünleri gören Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının
kurmuş olduğu bir ülkenin, bir yıl sonrasını bile hesap edemeyen ve bunu sürekli
olarak "Aldatıldık" kavramıyla açıklayıp, işin içinden sıyrılmaya
çalışanlarca yönetilmesi, milletimiz adına ne hazin bir durumdur.
Türk
Milleti, titre ve kendine dön artık...
Ömer Sağlam
_______________
1-http://turan.org.tr/ataturk%C2%B4ten/,
2-Karşılaştırma
için bkz.
http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-58/mustafa-kemal-pasanin-buyuk-taaruz-oncesinde-suvari-kolordusunu-denetlemesi-ve-ilgin-manevrasinda-suvari-kolordusu.
Ayrıca bk. Yard. Doç.Dr. Osman Akandere, "Atatürk'ün Konya'ya İkinci Defa
Teşrifleri (1-4 Nisan 1922)" başlıklı bilimsel makalesi, sutad.selcuk.edu.tr/sutad/article/download/106/101
3-
bkz. "Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları" isimli kitaptan naklen
http://www.zohreanaforum.com/tartismalar/7499-mustafa-kemal-ataturk'e-dil-uzatanlar.html.
Karşılaştırma için bkz.
http://www.seydisehir42.com/Haber-Turkiye-/FETULLAHIN-gERCEK-YUZU---3-930.htm.
4-
http://www.basbakanlik.gov.tr/Forms/_Article/pg_Article.aspx?Id=974ccd3b-fb77-499a-ab6a-7c5d2a1e79c9,
5-Emekli
Büyükelçi Şükrü Elekdağ'a göre Obama her sene Ermeni dilinde "Soykırım"
anlamına gelen “metz yeghern” kavramını
zaten kullanmaktadır. Bu sene de muhtemelen bu kavramın İngilizcesini, hatta
bizimkiler iyice anlasınlar diye belki Türkçesini de kullanacaktır. Şükrü Elekdağ'ın Obama'ya yazdığı
mektup için bkz.
http://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/ugur-dundar/obamaya-tarihi-mektup-798696/
6-http://www.haber3.com/mahcupyanin-soykirim-sozune-mhpden-tepki-3315717h.htm,
7-
http://www.aktifhaber.com/etyen-mahcupyan-erdogan-en-nefret-edilen-sahis-1154120h.htm
ALINTI YAPMAK İÇİN
- Yazarlarımızın makaleleri ve Sayın Günay Tulun'a ait şiirlerin, "Radyo-TV ile diğer basın ve yayın organlarında" yayım ilkesi: Önceden haber verme, eserin aslına sadık kalma, eser sahibiyle alıntının yapıldığı yer adlarını anlaşılır bir açıklıkla belirtmektir. Yayın öncesi bildirim imkânının bulunamadığı aniden gelişen durumlardaysa nezaket gereği, [sessizliginsesi.tr@gmail.com] adresine yayın sonrası bilgi gönderilmesini rica eder; tüm yayınlarınızın başarılı geçmesini dileriz.
ESER EKLEMEK İÇİN
- "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm basılı ya da dijital yayın sayfalarında halkımızın geniş dünya ilgisine uygun olarak her türlü konuya yer verilmiştir. Yayınlanan fotoğrafların büyük bir kısmı "Kadim Okurlarımız" tarafından gönderilmiştir. Fotoğraf ve çizgi resimlerde "İlişkinlik-Telif Hakkı" konusunda tereddüt oluştuğunda bu eserleri yayından çekme hakkımız saklıdır. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm gazete, dergi, site, blog gibi yayın araçlarında yayınlanan makale ve diğer yazı türleriyle fotoğraf, resim, yorum gibi her türlü eserin; üçüncü şahıs, kurum ve kuruluşlara karşı her türlü sorumluluğu, bu eserlerin sahibi olan yazar, gönderici ve ekleyicilerine aittir. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"nun yayın organlarına kayıt edilen ya da kaydedilmek üzere gönderilen eserlerin, telif hakları konusunda problemsiz olmaları önemli ve gereklidir. Yayın Kurulu, gönderilen eserleri yayınlamaktan vazgeçebileceği gibi, dilediği yayın organlarından birinde ya da hepsinde aynı anda ya da değişik zamanlarda yayınlayabilir, yayınlamak isteyen üçüncü şahıslara, tüzel kişiliklere ve kurumlara onay verebilir ya da onlar tarafından yayınlanmasını engelleyebilir. Yalnız şu unutulmamalıdır ki bu eserler, okura saygı kuralı gereği Türkçe kurallarına uygun olmalıdır. Yazılar yayınlandıktan sonra, yazar ya da ekleyicisi; istifa, uzaklaştırılma, çıkarılma dâhil herhangi bir nedenle yazı göndermesi sonlandırılmış olsa dahi "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu Yayın Kurulları"nın oy birliği içeren onay kararı olmadan eserlerinin kayıtlarımızdan ihracını isteyemez, istediği takdirde bunun reddedileceğini en baştan bilmelidir. Gönderici ve yazarlarımızın bu konuya önceden dikkat etmeleri, ileride ihtilaf doğmaması için baştan eser göndermemeleri gerekmektedir. Yayın organlarımıza ekleme yapanlar, bu konudaki sorumluluklarını okumuş ve kabul etmiş sayılacaklardır. Uzun süre yazı göndermeyen ya da yazmayı bırakan köşe yazarlarımızın o güne kadar gönderdikleri tüm yazılar "Konuk Yazarlar" bölümüne aktarılarak yeniden yazı göndermeye başladığı güne kadar köşesi kapatılır. Köşeyi kapama ya da kapatılan köşeyi açıp açmama konusunda karar sahibi, "Sessizliğin Sesi Grubu" ile "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"dur. İhtilaf durumunda, İstanbul'un Kadıköy Mahkemeleri yetkilidir.
YORUM YAZMAK İÇİN
Sayın Okurlarımız: Yorumlarınızı; Grubumuza ait "Google, Yahoo, Mynet, Hotmail, TurTc " ve diğer posta adreslerimize göndermek yerine, "Yorum bölümü açık olan sitelerimiz"deki; yorum yazmak istediğiniz yazının alt kısmında yer alan "Yorum", "Yorum Yapın", "Yorum Yaz" veya "Yorum Gönder" tuşlarını kullanarak doğrudan kaydetme olanağınız bulunmaktadır. Yazacağınız yorumlarınızın; gecikmeksizin, anında yayına girmesini dilerseniz bu yolu tercih etmenizi, saygılarımızla öneririz.