Peki bütün bunlara rağmen
Atatürk, bazı çevrelerce neden ısrarla din düşmanı olarak gösterilmektedir?
Bunun elbette pek çok sebebi varsa da, bize göre en büyük sebep inkılaplardır.
Zira, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, yarı örfi, yarı şer'i hukukla yönetilen
bir imparatorluğun yerine, laik kimliği ile öne çıkan bir Cumhuriyet kurma
azmindeydiler ve ona uygun olarak da pek çok inkılap ve yenilik hareketi yapmak
zorunda kaldılar.
Bu inkılaplar, başka ülkelerle
kıyaslandığında her ne kadar Türk halkı tarafından çok kısa sayılabilecek bir
zaman diliminde kabul gördüyse de, en azından bize göre; bunun en büyük sebebi,
halkın bu inkılap ve yenilik hareketlerine teşne olması değil, yönetici
kadronun bu konudaki kararlılığıdır. Şeyh Sait ve Menemen isyanlarında olduğu
gibi, dönemin hükümetleri eğer kararlı olmasalardı ve bu isyanları oldukça
şedit bir şekilde bastırmasaydı, inkılapların bu kadar kısa sürede yerleşmesi
herhalde mümkün olmazdı.
Unutulmamalıdır ki; Cumhuriyet
rejimi aynı zamanda bir ihtilaldir. Bu ihtilalin adı "Anadolu
İhtilali"dir. Gelin görün ki; Fransız ve Bolşevik ihtilalleriyle
kıyaslandığında; Anadolu İhtilali'ne, kansız ve kavgasız bir ihtilal bile
denilebilir. Çünkü, Fransız İhtilalinde on binlerce, Bolşevik ihtilalinde ise
milyonlarca kişi katledilmiştir. Bu sebeple; temelde Cumhuriyet'e ve Üniter
yapıyı esas alan ulus devlete karşı girişilen isyanlara yönelik olarak
1923-1940 arasında yapılan müdahalelerde ölenlerin sayısına bakıldığında;
Anadolu İhtilali'ne gerçekten de çok masum bir ihtilal bile denilebilir.
Dedik ki; Atatürk'ün din düşmanı
olarak gösterilmesinin pek çok sebebi varsa da, bize göre en büyük sebep
inkılaplardır. İşte o inkılaplardan bazıları:
1-Saltanatın kaldırılması(1 Kasım 1922)
2-Hilafetin kaldırılması (3 Mart 1924)
Bana kalırsa, Atatürk'e din
üzerinden saldıranlar, aslında Türklük üzerinden saldırmak istiyorlar. Çünkü
Atatürk bir Türk Milliyetçisidir ve bu sebeple de Saltanat ve hilafeti
kaldırarak Türklüğü miğfer alan yeni bir ulus devlet yaratmaya çalışmıştır. Gerek
Anayasa'nın başlangıç bölümünde bulunan ve "Dibace" de denilen
gerekçesine, gerekse başlangıç maddeleriyle birlikte diğer birçok maddesine
bakıldığında görülecektir ki; Anayasamızda çok güçlü bir Türklük vurgusu
vardır. Bunun başında da devletin "Türkiye Cumhuriyeti" olan adı
gelmektedir.
İhanet şebekelerinin, ısrarla
Anayasa'dan Türklükle ilgili kavramları çıkarmak istemelerinin sebebi de zaten
budur. Bunu açıkça zikredemedikleri için
şimdilik ille de "Yeni, sivil, çoğulcu ve özgürlükçü bir Anayasa" diye
tutturuyorlar.
Gelin görün ki; toplumun önemli
bir kesimi de, tıpkı "12 Eylül darbesini yapanlar
yargılanacak" diyerek 12 Eylül 2010 Referandumunda
"EVET" oyu verip TSK'ye kurulan kumpasa alet oldukları gibi, şimdi de
Türklüğün Anayasa'dan çıkarılmasına alet olmaya teşne gözüküyor. Umarız ki;
başta iktidar partisi içindeki milli duyguları yüksek kimi milletvekilleri
olmak üzere; devletimizi yönetenler ve TBMM bu oyuna alet olmazlar.
...
Özetle bir kısım ihanet
şebekeleri; Atatürk'e Türklük üzerinden vurmaya henüz cesaret edemedikleri için
şimdilik en kolay ve en genel geçer yol olan din üzerinden vurmayı tercih
ediyorlar. Bu gidişle, çok yakında Atatürk'e Türklük üzerinden de vurmaya
başlarlarsa şahsen ben şaşırmam; lütfen sizler de şaşırmayın...
3-Şeriye ve Evkaf Vekaletinin Kaldırılması ( 3 Mart 1924)
4-Tevhidi Tedrisat Kanunu'nun kabulü (3 Mart 1924)
5- Şapka kanunu ve bazı mesleki kıyafetlerde değişiklik
yapılması(25 Kasım 1925)
Bu kanunla birlikte, askeriye,
adliye, emniyet ve sıhhiye (hemşireler peçe yerine şapka-kep) gibi yerlerde
çalışan memurlara şapka giyme zorunluluğu getirilmiş, bu kanun, fese, cübbeye
ve sarığa dini anlamlar yükleyen halk tarafından dinsizlik olarak algılanmıştır.
Bakınız gazeteci-yazar Yavuz Bahadıroğlu ne diyor bu konuda:
“Atatürk olmasaydı, biz millet olarak yine var olurduk, ama
meselâ bugün giydiğimizi giymezdik belki... Yabancı kıyafetlere bürünmez,
‘moda’nın arkasına takılmaz, ‘Anneler Günü’, ‘Babalar Günü’, ‘Sevgililer Günü’
gibi kapitalist mantığın ürettiği ‘tüketim’ sarmalına düşmezdik”(1).
Oysa biz biliyoruz ki; Fes'in
herhangi bir dini değeri ve Müslümanlıkla alakası yoktur. Yenileşme hareketleri
kapsamında Padişah II.Mahmut tarafından Osmanlı
ülkesinde kullanılması zorunlu kılınmış bir Kuzey Afrika başlığıdır. Tarihi
kayıtlarda; II. Mahmut'un 1826
yılında devlet memurları için sarık ve
cübbeyi yasaklayarak bunların yerine, fes, pantolon ve ceket giyilmesini zorunluluğu kıldığı belirtilmektedir. II.Mahmut, yeniçeri ocağını kaldırınca,
onlardan geriye hiçbir iz kalmaması konusunda çaba göstermiştir. II. Mahmut'un
bu çabasını ve niyetini duyan Kaptan-ı Derya Koca Hüsrev Paşa, Tunus’ta
kullanılmakta olan fesi, tayfalarına giydirmiş, İstanbul’a geldiğinde,
başlarında fes bulunan tayfalarıyla birlikte padişahın huzuruna çıkınca, II.Mahmut, fesi çok beğenmiş ve devlet
memurları için eski başlıkların atılıp, yerini fesin almasını emretmiştir. 1832
yılında ise bir genelge yayınlanarak tüm ordu mensuplarının fes giymeleri
zorunlu hale getirilmiştir. Osmanlı’da fes’in geldiği yer, bilinenin aksine Fas
değil, Tunus’tur. Nitekim Falih Rıfkı Atay da "Çankaya" isimli
eserinde "Yeniçerilerin hiçbir
hatıra bırakmamak için mezar taşlarındaki külâhları bile kırdıran İkinci
Mahmut, kaptan Hüsrev Paşa’nın kalyoncu neferlerine giydirdiği Tunus
feslerini beğenmesi üzerine halkın da aynı başlığı kullanması
için fermanlar çıkardı..." diyerek bu görüşe iştirak etmektedir.
Falih Rıfkı Atay, aynı eserinde "Geçen Dünya Harbinde Enver, bilhassa sıcak
memleketlere giden kıtaları düşünerek, kabalak adlı ve güneş-siperli
başlığı icat etmişti. Bunun adına Enveriye de denirdi.”(2) diyerek,
bir anlamda kısmen de olsa fesin Cumhuriyet'ten önceki yıllarda yavaş yavaş
gündemden kalkmaya başladığını ima etmektedir(3).
6-Tekke ve Zaviyelerin kapatılması (30 Kasım 1925)
7-Takvimin değiştirilmesi (26 Aralık 1925).
Tanzimat'a kadar Hicri takvim
kullanılırken, Tanzimat'tan sonra Hicri ve Rumi takvim birlikte kullanılmaya
başlanmış, 26 Aralık 1925 yılında çıkarılan kanunla takvim karmaşasına son
verilerek Miladi Takvim kullanılması öngörülmüştür.
8- 1924 Anayasası’nın
2. maddesinde yer alan “Türkiye Devleti’nin dini İslâm’dır”
hükmü çıkarılması, ayrıca milletvekillerinin yeminlerindeki "vallahi"
kelimesinin yerine “namusum üzerine söz veririm” ifadesinin getirilmesi ve yine
Meclisin görevleri arasında yer alan “ahkam-ı şer’iye’nin tenfizi”
(dinsel hükümlerin yerine getirilmesi) hükmünün anayasadan çıkartılması (10
Nisan 1928)
9- Uluslararası rakamların kabulü (30 Mayıs 1928)
Arap rakamları yerine latin
rakamları kullanılmaya başlanmıştır.
10- Harf İnkılabı(1 Kasım 1928)
Arap harflerinin yerine Latin
harfleri kullanılmaya başlanmıştır. Bu durum, mesela Arapçayı cennet ehlinin
dili olarak kabul eden avam tarafından hoş karşılanmadığı gibi, bu inkılabın
geçmişle olan bağlantıyı kopardığına inanan bazı aydınlarca da hoş karşılanmamıştır.
Harf inkılabına kaşı çıkan
aydınlara göre; özellikle temel dini eserlerin genelde Arapça olması ve diğer
eserlerin de Arap harfleriyle kaleme alınmış olması sebebiyle, Arap harflerinin
terk edilmesiyle birlikte bu eserlere herkesin kolayca erişilmesi
engellenmiştir. Bu da dinin öğretilmesini zorlaştırmıştır.
Gelin görün ki; Arapçanın Cennet
ehlinin dili olduğu iddiası koskoca bir safsatadan ibarettir. Arapçaya kutsiyet
atfedip, bu konuda olmadık iddialar ileri sürenlerin hareket noktası, İslam
Dini'nin bir nevi anayasası olan Kur'an'ın Arapça olması ve Hz. Muhammed'in de
Arap soylu ve Arapça konuşan bir insan olmasıdır. Oysa ne Arapça, Kur'an dili
olması sebebiyle kutsal bir dildir, ne de Hz. Peygamber bir Araptır! Çünkü en
başta Kur'an tebliğ edilmeden önce de Arap dili ve Arapça yazılmış metinler
vardı. Yani Kur'an'ın inmeye başladığı sıralarda Arapça, edebi eser verilecek
seviyede oldukça gelişmiş bir dildi. Araplar, cahiliye döneminde de (esasen Hz.
İbrahim'den beri) yapılan hac ibadeti kapsamında Mekke'de düzenlenen
panayırlarda şiir ve hitabet yarışmaları da düzenliyor ve dereceye giren
metinleri Kâbe'nin duvarına asıyorlardı. Bu metinlere "Muallakatı
Seb'a=Yedi Askı" adı veriliyordu. Allah' işte Arapların bu özelliğini bildiği
için Kur'an'ı, Arapça'nın en fasih ve en edebi şekliyle gönderdi. Zira Kur'an,
fesahat ve belagat bakımından Arapça'nın en zirvesidir. Bu da onun mucizevi
yönüdür.
Zaten Kur'an'ın inmeye
başlamasıyla birlikte şaşkına dönen pek çok Arap edebiyatçısı, şairi ve hatibi
de derhal iman etmişlerdir ki; bunların arasında "Muallakatı Seb'a"
şairi de olan Lebîd Bin Rebia'da vardır. Bazı yazarlara göre ise Müslüman olan
tek Muallaka şairi Lebîd'tir(4). Bir
rivayete göre Lebîd, Kur'an'ın belagatı karşısında şaşkına döner ve derhal iman
eder. Lebîd'in kızı "Allah'ın kelamı
karşısında babamın sözlerinin hiçbir edebi değeri kalmamıştır" diyerek
gider, babasının Kâbe'nin duvarında asılı bulunan ödüllü kasidesini bulunduğu
yerden indirir(5).
İşte bu şekilde, Kur'an inmezden
önce de yazı dili olması, yani bir alfabesi bulunuyor olması sebebiyle Arapça,
ne kutsal bir dildir, ne de kutsiyet anlamında diğer dünya dillerine bir üstünlüğü vardır. Hz. Peygamber'in Arap
olmadığı ise bugün pek çok kaynakta açıkça zikredilmektedir. Hatta Arap
yazarların eserlerinde bile. Bunlara göre; Hz. Peygamber'in mensubu bulunduğu
Kureyş Kabilesi, kuzeyden, yani Mezopotamya taraflarından gelerek Arabistan'a
yerleşmiş bir kabiledir. Bilindiği gibi Kureyş Kabilesi putperest bir kabile
idi ve putperestlik, Mezopotamya'ya has bir inanç sistemidir. Bu kaynaklara
göre, Kureyş Kabilesi, "Sonradan Araplaşan" anlamında "Arab-ı
Müstağrebe" bir kavimdir.
Hele hele Hz. Muhammed'i, Hz.
İsmail yoluyla Hz. İbrahim'e bağlamak isteyenler bilsinler ki(5); Hz. İbrahim Mezopotamyalıdır.
Sümerli veya Babillidir. Zaten o da başlangıçta putperest bir kavme mensuptu,
üstelik babası Azer (veya Terah) bir put ustasıydı. Mücadelesini ise daha çok
Putperest Nemruta karşı vermiştir. Yaşadıkları asır ve yaşam sürelerini dikkate
aldığımızda ben şahsen, mesela Hz. İbrahim'i ateşe atan Nemrut'un Babil
Hükümdarı Hammurabi olabileceğini düşünüyorum. Bu bilgiler de bize Hz.
Peygamber'in ve mensubu bulunduğu Kureyş Kabilesi'nin aslen Mezopotamyalı bir
kavim olduğunu göstermektedir.
Öte yandan "harf inkılabı, geçmişle
olan bağımızı kopardı, halkı bir anda cahil bıraktı, dini eserlere ve resmi
kayıtlara ulaşımı büyük ölçüde engelledi...vs" şeklindeki iddialar
da büyük ölçüde yanlıştır. Zira Osmanlı'da okuma yazma oranı zaten çok düşüktü.
Son zamanlarda bu oran %20'ler civarındaydı. 1897'lerde ise bu oran %10'ların
bile altındadır. Anlaşılıyor ki; özellikle II. Abdülhamid'in başlatmış olduğu
eğitim seferberliği ile bu oran %10'lardan %20'lere çıkmıştır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında
yapılan sayımda Türkiye'nin nüfusu 12.4 milyon olarak tespit edilmiştir. 1927
yılında yapılan nüfus sayımında yetişkin nüfusun (ki; 7 ve üzeri yaş) sadece
%10.5'inin okuma yazma bildiği tespit edilmiştir. Bu oran erkeklerde %17.4,
kadınlarda % 4.6 olarak ortaya konmuştur.
Dolayısıyla; "Kur'an
Dili", "Cennet ehlinin dili", "Arap soylu olan Hz.
Muhammed'in dili", diyerek Arapçaya kutsiyet atfedip, arkasından da harf
inkılabı üzerinden Atatürk'e saldıranlar büyük bir yanlış üzeredirler ve aymazlık
içindedirler. Harf inkılabının, başta temel dini kaynaklar olmak üzere; o
tarihe kadar olan yayınlara ve devletin resmi kayıtlarına ulaşımı engellediği
şeklindeki iddia oldukça abartılı kabul edilmelidir. Yani, harf inkılabı
yapılmamış olsaydı bile geniş halk kitlelerinin bu tür kaynaklara ulaşma imkanı
zaten yoktu. Hele de bu halk okumayı ve yazmayı fazla sevmeyen, başkalarından
dinlemeyi tercih eden Türk Halkı ise...
Arap alfabesini de bilen bir kişi
olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki; Türkçenin, Lâtin harfleriyle telaffuzu,
Arap harfleriyle telaffuzundan çok daha kolaydır. Bir başka deyişle söyleyecek
olursak; Türk dilindeki seslerin, Lâtin harfleriyle ifadesi, Arap harfleriyle
ifadesinden çok daha kolay ve doğrudur. Çünkü Latin harfleri Türklerin gırtlak yapısına
çok daha yatkındır. Üstelik Latin harflerinin öğrenilmesi, Arap harflerine
kıyasla daha kolaydır. Zira Latin Alfabesi'nde bir tane "a" olmasına
karşılık, Arapçada iki tane "a" vardır. Üstelik bunlardan birisi olan
"elif" bazen "e", bazen de "a" şeklinde
okunmaktadır. Arapça "ayın" ise, Latin Alfabesi'ndeki "a"
ya kıyasla, çok daha gerilerden çıkarılmakta ve Türk diline hiç de uygun
değildir. Latin Alfabesi'nde bir tane "s" olmasına karşın, Arap
Alfabesi'nde 3 tane "s" bulunmaktadır. Ha keza Latin Alfabesi'nde bir
tane "d" sesi olmasına karşın, Arapçada iki tane "d", Latin
Alfabesi'nde bir tane "t" olmasına karşın, Arapçada iki tane
"t", Latin Alfabesi'nde bir tane "z" olmasına karşın Arap
Alfabesi'nde 3 tane "z" ve yine Latin Alfabesi'nde bir tane "h"
olmasına karşın, Arap Alfabesi'nde 3 tane "h" sesi bulunmaktadır.
Esasen, Cumhuriyet öncesi dönemde de, hatta Tanzimat'tan itibaren Türkçenin Arap alfabesi ile yazılmasının zorluğu zaman zaman gündeme gelmiş ve o dönemin yöneticileri bu konuda bir takım arayışların içine girmişlerdir. Mesela Osmanlı'nın son yıllarına damgasını vuran Enver Paşa, Arap harfleriyle bitişik yazılan Türkçenin yazılıp okunmasındaki zorluğu dikkate alarak, Arap harflerinin, tıpkı Latin harfleri gibi birbirinden ayrılarak yazılması esasına dayanan bir yazım şekli getirmeye çalışmış, ancak başarılı olamamıştır. Enver Paşa Latin harflerine benzetmeye çalıştığı bu yazıya "Ordu elifbası", "Hatt-ı cedit" ve "Enver Paşa yazısı" da denmiştir(7).
Bununla birlikte; bazı aydınlarca
iddia edilen sakıncayı ortadan kaldırmak için, Latince yazının yanında
Osmanlıca denilen eski yazı dilinin de öğretilmesine bir süre daha devam
edilseydi belki çok daha iyi olabilirdi Bu durumda en azından, hem devletin
resmi yazışmaları yeni yazı diline daha çok ve daha erken zamanda çevrilmiş
olurdu, hem de bugün bile harf inkılabına karşı çıkanların elindeki koz büyük
ölçüde alınmış olur, bugünkü iktidar ise yaklaşık bir asır sonra
çocuklarımıza Osmanlıca öğretmeye kalkışmazdı.
Sürecektir...
Ömer Sağlam
1- Sadece bununla da
yetinmiyor Yavuz Bahadıroğlu, aynı yazısında devamla şunları da söylüyor: "Kimsenin soyuna-sopuna,
dinine-imanına, diline-ırkına, vicdanına-namusuna, dinine, tekkesine-
medresesine, dergâhına-divanına karışılmayacağından, muhtemelen Şeyh Said,
Dersim, Koçgiri, Düzce, Yozgat, Menemen olayları gibi karışıklıklar çıkmaz,
kardeş kardeşe kurşun sıkmaz, kin tortusu birikmez, bugün PKK’yı besleyen
Türk-Kürt ayırımı yaşanmazdı. Atatürk olmasaydı Lozan da imzalanmazdı. Ege
Adaları, Musul, Kerkük, Batı Trakya, Batum belki kaybedilmez, Ortadoğu belki
elimizden çıkmaz, tabiatıyla baş belâsı İsrail kurulamazdı”
Bkz.
Yavuz Bahadıroğlu, "Atatürk
olmasaydı halimiz nice olurdu" başlıklı yazısı (20.05.2015).
http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/yavuz-bahadiroglu/ataturk-olmasaydi-halimiz-ne-olurdu-10652.html
2-bkz.http://aethewulf.tumblr.com/post/36813719477/enveriye-yeni%C3%A7erilerin-hi%C3%A7bir-hat%C4%B1ra-b%C4%B1rakmamak
internet adresinde bulunan "Enveriye"
başlıklı yazı.
3- Konuya ilişkin daha geniş bilgi için bkz. Serdar Bekiroğlu, "Kılık Kıyafet: Şapka İnkılabı"
başlıklı yazısı, http://www.egitisim.gen.tr/site/arsiv/42-9/175-sapka-inkilabi.pdf.
Ayrıca bkz. http://tarihinizinde.com/etiket/2-mahmut-kiyafet-devrimi/
4- DİA İslam Ansiklopedisi, "Lebîd bin Rebîa" maddesi, c,27, s,
122.
5- Said-i Nursi, Şualar, 1994,
s. 124'ten alıntı ile http://www.enfal.de/ecdad170.htm,
6-Kur'an'da hac konusunun işlenmesinden dolayı "Hac Suresi" adını alan surede, iman ehline hitap
edilirken “Babanız İbrahim'in dinine uyun" şeklinde bir tabir geçmektedir. bkz. Hac Sûresi 22/78. Bu
tabirden Hz. Muhammed'in Hz. İbrahim'in torunu olduğu gibi bir anlam
çıkarılabilir mi, onu da konunun uzmanlarına havale ediyorum.
7-Ömer
Aymalı, "Enver Paşa da yazı devrimi yapmış" başlıklı makalesi, http://www.dunyabulteni.net/haber/233243/enver-pasa-da-yazi-devrimi-yapmis