Atatürk'e ait bazı sözler ile yine ona isnat edilen bazı nakillerin de özellikle Atatürk düşmanları tarafından, Atatürk'ün din düşmanı olarak damgalanmasında önemli derecede rol oynağı açıktır.
Atatürk ve "Gökten İndiği Sanılan Kitapların Dogmaları" [Ömer Sağlam]
Atatürk'e ait bazı sözler ile yine ona isnat edilen bazı nakillerin de özellikle Atatürk düşmanları tarafından, Atatürk'ün din düşmanı olarak damgalanmasında önemli derecede rol oynağı açıktır.
O sözlerin başında Atatürk'ün 01 Kasım 1937 tarihli Meclis açış
konuşmasında sarf etmiş olduğu şu sözler gelmektedir:
“Aziz milletvekilleri, dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet
yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı
prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat
bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir
tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya
yaşamdan almış bulunuyoruz."(1)
Burada en dikkati çeken tanımlama "Gökten indiği sanılan
kitapların doğmaları" tanımlamasıdır. Bu tanımlamayı kelime
kelime kısaca tahlil etmek gerekirse:
Gökten İnmek: İslam inancına göre; Allah
mekândan ve zamandan münezzehtir. Ona bir mekan ve makam izafe edilemez. Allah
her yerde ve her zaman diliminde hazır ve nazırdır. Ezelidir, ebedidir. Gelin
görün ki; belki de başka inançların etkisiyle Müslümanlar, bugüne kadar Allah'ı
hep göklerde aramışlardır. Daha doğrusu yer yüzü veya yer altı gibi alçak
irtifa anlatan kavramları, her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan Allah gibi yüce
bir varlığa münasip görmemişlerdir. Dua ederken göklere doğru el açmamızın
anlamı da budur zaten. Kim bilir belki de, dünyadaki kral ve hükümdarların
yüksek saraylarından ve şatafatlı tahtlarından hareketle Allah'ı ve onun
mekânını hep yükseklerde aramıştır insanlar. Bu yüksekliği de en yüksek yer
olan "gökyüzü" ile anlatmak istemişlerdir. Bunun en güzel
örneklerinden birisi de Süleyman Çelebi'nin yazmış olduğu ve halk arasında
"Mevlit" olarak bilinen "Naat" ve "Münacat" türü
şiirlerdir. Zira Merhum Süleyman Çelebi, özellikle yazmış olduğu
"Naat" türü şiirlerde Hz. Peygamber'i hiç yere indirmez; sürekli
göklerde uçurur!
Öte yandan, Kur'an'da, "İnnâ enzelna hu" yani
"Biz Kur'an'ı indirdik" kavramı geçmektedir(2).
İndirmek ise en başta bir şeyi üstten aşağı taşımak ya da fazladan aza tahvil
etmek, yani azaltmak gibi anlamlara gelmektedir. Dolayısıyla; Kur'an'ın, her
şeyin maliki yüce bir varlık olan Allah'ın katından, aynı zamanda kulu olan Hz.
Muhammed'e intikal ettirilmesi de, üst makamdan alt makama intikal ettirmek
anlamında bir indirme hareketidir.
Kurum ve kuruluşlarda da aynı şey geçerlidir. Üst makamlar, alttakilere
gereğini yapmak için yazılı veya sözlü emirler verir, alttakiler de yapar. Bu
ilişki de üst ve alt makamlar, aslında aynı zaman ve aynı mekân içendedirler.
Sadece bulundukları bölümler farklıdır. Hata bazen şef-memur ya da müdür-memur
örneğinde olduğu gibi emir veren ile emir alan aynı oda ya da salon içinde bile
bulunabilirler. Biz biliyoruz ki; Kur'an'ın vahiy şekillerinden birisi de,
Cebrail'in bazen kendi asıl varlığı ile bazen de ashaptan birisinin kılığında
gelip Kur'an'ı bizzat Hz. Peygamber'e okuması, yani yüz yüze iken nakletmesi
biçiminde olmuştur. Bazen de Allah tarafından Hz. Peygamber'in kalbine ilham
edilmesi ve sadık rüyalar yoluyla olmuştur. Dolayısıyla; burada bir inmeden
değil, ancak hazır iki taraf arasındaki bir nakilden, teatiden veya
teslim-tesellüm işleminden bahsedilebilir.
Şahsen ben, gününüz Müslümanlarının içinde bulundukları acıklı ve
trajik duruma baktığımda, bazen bugün bile Müslümanlar arasında,
hâlen Kur'an'a, sayfaları göklerden uçuşarak inip, Mekke'de
yaşayan Hz. Peygamber'e ulaşan bir kitap nazarıyla bakanların
bulunabileceklerini düşünüyorum! İsterseniz elinize bir mikrofon bir
de kamera alarak sokaklara çıkın ve en gelişmiş İslam Ülkesi kabul edilen
Türkiye'de, dürüst, yansız ve özel olarak seçilmemiş Müslümanlara
"Kur'an göklerden nasıl inmiştir/indirilmiştir?" diye sorun bakalım, hangi
orijinal cevapları alacaksınız! Göğe merdiven kurulup indirildiğini söyleyenler
çıkar mı bilmem! Ancak çok ilginç cevaplar verileceğinden kesinlikle
eminim!
Çünkü Müslümanlar, çoğu kere kasten geri bırakılmış, dinlerini asıl
kaynaklarından öğrenmekten özellikle uzak tutularak, dinlerinin asıl
kaynaklarıyla aralarına başka vasıtalar sokuşturulmuş insanlardır. Atatürk
de muhtemelen 01 Kasım 1937 günü yapmış olduğu o konuşmasında biraz
da bunu anlatmak istemiş olmalıdır!
Buradan hareket edersek; bize göre, Atatürk'ün "Gökten
indiği sanılan" şeklindeki tanımlaması, yerinde ve doğru bir
tanımlamadır. Üstelik bu tanımlamada ret ve inkâr değil, aklını kullanmayı ve
düşünmeyi unutmuş, her şeyi tarikat şeyhlerinin ve sözde din adamlarının çoğu
kere maksatlı olarak aktarmış oldukları rivayetlere bağlayan ve aşırı kaderci
bir İslam anlayışı ile medeni dünyanın gerisinde kalmış Müslümanlara
yöneltilmiş bir tenkit vardır. Esasen Allah da kitabında "Akıllarını
kullanmayanların üzerine pislik yağdıracağını" söylemektedir(3).
Onun 1922 yılında Bursa'da öğretmenlere hitaben yapmış olduğu konuşmada
sarf etmiş olduğu "Dünya'da her şey için, medeniyet için,
hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir,
fendir. İlim ve
fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalâlettir." şeklindeki
sözleri ve Ekim 1927'de Tekke ve Zaviyelerin kapatılması gerektiğini söylerken
etmiş olduğu "Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler,
meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet
tarikatıdır." sözleri ile "Gökten
indiği sanılan kitaplar" sözü arasında aslında tam bir paralellik,
aklı ve bilimi öteleyen zihniyete bir tepki ve hatta isyan bulunmaktadır.
Sanmak: "Bir şeyin olma veya olmama ihtimalini
kabul etmekle birlikte olabileceğine daha çok inanmak, zannetmek"(4).
İnanmak: "Bir şeyi doğru olarak benimsemek. Bir
şeyin doğruluğunu kabul etmek, kanarak aldanmak"(5).
Türkçemizde "sanmak" ve "inanmak" fiillerinin çoğu
kere birbirinin yerine kullanıldığı bilinmektedir. Mesela bazen "Öyle
olduğunu sanıyorum" yerine "öyle olduğuna
inanıyorum" da denilebilmektedir. "Öyle olduğuna
inanıyorum" önermesinde bir kesinlikten ve denenerek, sınanarak
tespit edilmiş kesin bir doğrudan söz edilemeyeceği ise açıktır. Bu inanma,
yanlış veya yalan bir haber de olabilir. Eğer öyle olmasaydı, Prof. Dr. Canan
Karatay örneğinde olduğu gibi; günümüz Türkiye'sinde koca koca profesörler,
hatta savcılar ve polisler bile cep telefonu dolandırıcılarının ağına düşüp
onlara paralarını kaptırırlar mıydı?(6)
Kitaplar: Atatürk'ün kurduğu cümlede sadece bir
kitaptan değil, kitaplardan bahsedilmektedir. Biz Müslümanlar ise, Kur'an'ın
yanında, İncil, Tevrat ve Zebur gibi kitapların da Allah tarafından
gönderildiğine inanırız. Yani Allah tarafından indirildiğini kabul ederiz.
Bunlara ilave olarak, Kur'an'da bazı peygamberlere "Suhuf",
yani "Sayfalar" şeklinde, elimizdeki kutsal kitaplara
kıyasla dar kapsamlı bazı kitapların gönderildiğinden de bahsedilmektedir(7).
Ve biz Müslümanlar yine inanırız ki; Kur'an dışındaki kutsal denilen metinlerin
tamamı tahrif edilmiş, yani insanlar tarafından değiştirilmiştir. İçlerinde
elbette değişmeyen bazı ayetler olsa da bu kitaplar, mensuplarınca çoğu kere
maksatlı olarak değiştirilmiştir. Öyle olduğu için de, bunların yerine kaim
olmak üzere Kur'an-ı Kerim gönderilmiştir. Dolayısıyla; Atatürk'ün "Gökten
indirildiği sanılan kitaplar" tabirinin içine herhalde en başta
tahrif edilmiş bu kitapları da dahil etmemiz gerekecektir.
Dogma: "Doğruluğu sınanmadan benimsenen, bir
öğretinin veya ideolojinin temeli yapılan sav, ya da nas"(8).
Bu anlamda, diğer bütün kutsal kabul edilen kitaplardaki ayetler gibi,
Kur'an ayetleri ve hatta Hz. Peygamber'e ait olduğu söylenen bazı Hadisler de
birer doğmadır. Çünkü biz Müslümanlar, özellikle Kur'an ayetlerine, doğruluğunu
test etmeye gerek duymadan, sorgusuz ve sualsiz kabul eder, inanırız. Esasen
Kur'an'daki bütün ayetlerin doğruluğunu test etmek de mümkün değildir. Bunun
yanında Hz. Peygamber'e ait olduğu söylenen ve "hadis" olarak
adlandırılan rivayetlerin doğruluğunu, en azından Kur'an ayetleriyle kıyaslamak
suretiyle test etme imkanımız varsa da bu tespit, sadece hadislerin ayetlere
uygunluğunun tespiti ile sınırlı kalacaktır.
Özetle; Kur'an ayetleri ve bu ayetlerle ters düşmeyen
hadisler birer dogmadır ve şeksiz şüphesiz inanmayı gerektirir. Bu ayetlerden
şüphe duyup, doğruluğunu test etmeye kalkışan da herhalde sonunda ya münafık
olur ya da kâfir.
"Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil.." şeklindeki
yargıda geçen "Gaip" kavramı da yerinde kullanılmış bir kavramdır ve
doğrudur. Zira, biz Hz. Peygamber ile Allah ya da Hz. Peygamber ile Cebrail
arasında geçen diyalogları ve Hz. Peygamber'in iç dünyasını, ancak onun bize
aktardığı kadarıyla biliyoruz. Gerisi bizim için gaiptir, yani bilenemezdir.
Gaibi bilme yeteneği ise Kur'an'ın tabiriyle, sadece Allah'a mahsustur. Buradan
hareketle diyebiliriz ki; hem Kur'an ayetleri, hem de "O kendi
nefsinden bir şey söylemez. Onun söyledikleri kendisine vahyedilenden başkası
değildir"(9) ayeti mucibince, Hz. Peygamber'e ait olduğu kesin
olarak bilinen sahih hadisler, biz Müslümanlar için önce gaipten Hz.
Peygamber'e bildirilen, sonra da O'nun tarafından bize tebliğ edilen
bilgilerdir. Ayetlerin kaynağının Allah olduğunu söyleyen ise sadece Hz.
Peygamber'dir. O'nun Allah ile arasındaki ilişki, biz Müslümanlar için
bilinemezdir yani gaiptir. Biz, yukarıda da dediğimiz gibi, bu ikili arasındaki
ilişkiyi sadece bir tarafın, yani Hz. Peygamber'in bize bildirdiği kadar
bilebiliyoruz.
Öte yandan, kendi menfaatleri için Hz. Peygamber'e yalan hadis isnat
edenleri, yani hadis uydurucularının marifetlerini ve uydurulan bu hadislerin
bazen sahih hadismiş gibi kabul edilerek, bazen de sahih kabul edilen
hadislerin aşırıya kaçılarak yorumlanmasıyla (yani bu hadislerin de adeta birer
doğma olarak kabul edilmesi suretiyle) bu hadislerden İslam adına hüküm
çıkarıldığını düşünürsek, en azından bize göre; Atatürk'ün "Fakat
bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir
tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya
yaşamdan almış bulunuyoruz." sözünde herhangi bir
ret ve inkâr yoktur.
Dolayısıyla; bu cümleden hareketle Atatürk'ün, dinsiz ve imansız olduğu
neticesine varılamaz. Yazı dizimizin geçen bölümlerinde de gördük ki; İskilipli
Atıf Hoca "Kim bir kavme benzerse o, o kavimdendir"
şeklinde Hz. Peygamber'e isnat edilen rivayetten hareketle, kılık kıyafet
devrimine karşı çıkmış, Said-i Kürdî ise "Namaz kılmayan zalimdir.
Zalimin hükmü ise merdudtur" şeklindeki rivayetin Hz. Peygamber'e
ait olduğunda hareketle namaz kılmayan Gazi Paşa'ya "zalim"
demiştir. İki rivayetin mantıksızlığını da ilgili bölümlerde enine boyuna
ortaya koyduğumuz için burada tekrarlamayı gereksiz görüyoruz.
Atatürk'ün zamanın ruhuna, Türkiye'nin ve dünyanın içinde bulunduğu
şartlara ya da sözlerini söylediği anda içinde bulunduğu ortamın havasına uygun
olarak, Allah, din ve Kur'an hakkında söylemiş olduğu farklı sözler elbette
olabilir. Ben emekli Diyanet müfettişiyim. 21 sene boyunca gerek merkezde
gerekse taşrada hep din adamlarıyla birlikte bulundum. Çoğu fetva makamında
olan Müftülerimiz olmak üzere; din adamlarımızın muhabbet ortamlarında Allah,
Peygamber, din, iman, Kur'an ve Din adamları üzerine anlatmış oldukları hadise,
hikaye ve fıkraları bir duysanız, aklınız şaşardı. Din adamlarının en büyük
eğlencesi de zaten ya ziyafettir, ya da sohbet. Din adamlarımızın, kendi
aralarındaki sohbetlerin ve muhabbetlerin hep din üzerine olduğunu da sanmayın.
Onlar da birer beşerdir ve onların da gülüp eğlenme hakları vardır. Onlar da bu
tür ihtiyaçlarını genelde bahsettiğim şekilde gidermektedirler. Şimdi o
muhabbet ortamında anlatılanlara bakarak, din adamlarımıza nasıl ki; münafık ve
kâfir diyemezseniz, aynı şekilde Atatürk'e veya bir başkasına da diyemezsiniz.
Akis halde gerçekten de zalimlerden olursunuz. Bakınız Kur'an böyleleri
hakkında ne diyor:
"Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir
kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi
arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?
İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok
kabul edendir, çok esirgeyicidir.”(10).
Ömer Sağlam
Sürecektir
1-Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. V, C. 20, Sa. 3, 1 Kasım
1937.
2-bkz. Kur'an-ı Kerim, Kadr Suresi, 97/1,
3- Kur'an-ı Kerim, Yunus
Suresi, 10/100.
4-TDK Türkçe Sözlük, c,2,
s,1905, Ankara-1998
5-Age, c,1, s,1080.
6-http://www.hurriyet.com.tr/canan-karatay-dolandirildi-25019037.
7-Örn. Bkz. Kur'an-ı Kerim,
A'lâ Suresi, 87/19
8- TDK, Türkçe Sözlük,
c,1,s, 608, Ankara-1998.
9-Kur'an-ı Kerim, Necm
Suresi, 53/3-4.
10- Kur'an-ı kerim,
Hucurat Suresi, 49/12.
ALINTI YAPMAK İÇİN
- Yazarlarımızın makaleleri ve Sayın Günay Tulun'a ait şiirlerin, "Radyo-TV ile diğer basın ve yayın organlarında" yayım ilkesi: Önceden haber verme, eserin aslına sadık kalma, eser sahibiyle alıntının yapıldığı yer adlarını anlaşılır bir açıklıkla belirtmektir. Yayın öncesi bildirim imkânının bulunamadığı aniden gelişen durumlardaysa nezaket gereği, [sessizliginsesi.tr@gmail.com] adresine yayın sonrası bilgi gönderilmesini rica eder; tüm yayınlarınızın başarılı geçmesini dileriz.
ESER EKLEMEK İÇİN
- "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm basılı ya da dijital yayın sayfalarında halkımızın geniş dünya ilgisine uygun olarak her türlü konuya yer verilmiştir. Yayınlanan fotoğrafların büyük bir kısmı "Kadim Okurlarımız" tarafından gönderilmiştir. Fotoğraf ve çizgi resimlerde "İlişkinlik-Telif Hakkı" konusunda tereddüt oluştuğunda bu eserleri yayından çekme hakkımız saklıdır. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm gazete, dergi, site, blog gibi yayın araçlarında yayınlanan makale ve diğer yazı türleriyle fotoğraf, resim, yorum gibi her türlü eserin; üçüncü şahıs, kurum ve kuruluşlara karşı her türlü sorumluluğu, bu eserlerin sahibi olan yazar, gönderici ve ekleyicilerine aittir. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"nun yayın organlarına kayıt edilen ya da kaydedilmek üzere gönderilen eserlerin, telif hakları konusunda problemsiz olmaları önemli ve gereklidir. Yayın Kurulu, gönderilen eserleri yayınlamaktan vazgeçebileceği gibi, dilediği yayın organlarından birinde ya da hepsinde aynı anda ya da değişik zamanlarda yayınlayabilir, yayınlamak isteyen üçüncü şahıslara, tüzel kişiliklere ve kurumlara onay verebilir ya da onlar tarafından yayınlanmasını engelleyebilir. Yalnız şu unutulmamalıdır ki bu eserler, okura saygı kuralı gereği Türkçe kurallarına uygun olmalıdır. Yazılar yayınlandıktan sonra, yazar ya da ekleyicisi; istifa, uzaklaştırılma, çıkarılma dâhil herhangi bir nedenle yazı göndermesi sonlandırılmış olsa dahi "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu Yayın Kurulları"nın oy birliği içeren onay kararı olmadan eserlerinin kayıtlarımızdan ihracını isteyemez, istediği takdirde bunun reddedileceğini en baştan bilmelidir. Gönderici ve yazarlarımızın bu konuya önceden dikkat etmeleri, ileride ihtilaf doğmaması için baştan eser göndermemeleri gerekmektedir. Yayın organlarımıza ekleme yapanlar, bu konudaki sorumluluklarını okumuş ve kabul etmiş sayılacaklardır. Uzun süre yazı göndermeyen ya da yazmayı bırakan köşe yazarlarımızın o güne kadar gönderdikleri tüm yazılar "Konuk Yazarlar" bölümüne aktarılarak yeniden yazı göndermeye başladığı güne kadar köşesi kapatılır. Köşeyi kapama ya da kapatılan köşeyi açıp açmama konusunda karar sahibi, "Sessizliğin Sesi Grubu" ile "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"dur. İhtilaf durumunda, İstanbul'un Kadıköy Mahkemeleri yetkilidir.
YORUM YAZMAK İÇİN
Sayın Okurlarımız: Yorumlarınızı; Grubumuza ait "Google, Yahoo, Mynet, Hotmail, TurTc " ve diğer posta adreslerimize göndermek yerine, "Yorum bölümü açık olan sitelerimiz"deki; yorum yazmak istediğiniz yazının alt kısmında yer alan "Yorum", "Yorum Yapın", "Yorum Yaz" veya "Yorum Gönder" tuşlarını kullanarak doğrudan kaydetme olanağınız bulunmaktadır. Yazacağınız yorumlarınızın; gecikmeksizin, anında yayına girmesini dilerseniz bu yolu tercih etmenizi, saygılarımızla öneririz.