Hükümetin başı" söylemi
merhum Süleyman Demirel'e aittir. Siyasi literatürümüze o sokmuştur bu tabiri.
1980 öncesinde Bülent Ecevit için söylemiştir "Hükümetin Başı"
tabirini. Merhum Bülent Ecevit'e "Başbakan" dememek için özellikle
kullanırdı "Hükümetin Başı" tabirini. O bu tabiri her kullandığında
da ister istemez akıllara bizim askere giden acemi kro Mehmet'e atfedilen "Onbaşı on askerin başı, yüzbaşı yüz
askerin başı..." fıkrası gelirdi akıllara.
Bugünlerde yine gündeme getirildi
"Hükümetin Başı" tabiri. Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında yaşanan
yetki karmaşası ile Cumhurbaşkanının iki de bir kabineyi Beştepe'deki
Aksaray'ında toplantıya çağırması, Başbakanın, bakanların ve hatta askeri ve
sivil ümeranın açıklama yapması gereken eften püften meselelerde bile görüş
belirtiyor olmasıdır bütün bunlara sebep. İşte bu sebeplerledir ki; muhalefet
ve millet haklı olarak şu soruyu soruyor: Hükümetin başı kim?
Cumhurbaşkanlığı danışmanı Mustafa Yakış
ise çoktan bulmuş bu sorunun cevabını. Mustafa Yakış, bu fiili duruma bakarak
demiş ki; "Devletin de hükümetin de
başı Cumhurbaşkanıdır!" Adı geçen danışman, Erdoğan'ın "AYM'nin kararına uymuyorum, saygı da
duymuyorum" şeklindeki açıklaması için, "kendi kişisel görüşüdür" şeklinde açıklama yaparak güya "bu görüş hükümetimizi bağlamaz"
demek isteyen hükümet sözcüsü Numan Kurtulmuş'a cevap olarak demiş ki; "T.C. Cumhurbaşkanı; Anayasamıza göre
'devletin ve hükümetin' başıdır ve Anayasanın uygulanmasını gözetir. (Md.104).
AYM son kararında; 148. Md'ye aykırı bir biçimde yerel mahkeme yerine geçerek
karar vermiş, tabii hakim ilkesini ihlal etmiştir. Cumhurbaşkanı'mızın, AYM
kararını eleştirmesi, 'kişisel konumlanma' değil; 'devletin ve hükümetin başı'
sıfatıyla bir açıklamadır..."
Buyur burdan yak!
Adı geçen Danışman'a hatırlatalım ki;
Anayasa'nın ne 104. maddesinde, ne de başka bir maddesinde Cumhurbaşkanı'nın
"hükümetin başı" olduğuna ilişkin herhangi bir düzenleme yoktur. 104.
maddenin giriş cümlesi şöyledir: "Cumhurbaşkanı
Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini
temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu
çalışmasını gözetir."
Aynı maddenin, cumhurbaşkanının "Yürütmeye" ilişkin yetkilerini
düzenleyen b fıkrasında Hükümete ilişkin yetkileri de şöyle sıralanmıştır:
- Başbakanı atamak ve
istifasını kabul etmek,
- Başbakanın teklifi
üzerine Bakanları atamak ve görevlerine son vermek,
- Gerekli gördüğü
hallerde Bakanlar Kuruluna Başkanlık etmek veya Bakanlar Kurulunu Başkanlığı
altında toplantıya çağırmak.
Anlaşılan Danışman Mustafa Akış,
Erdoğan'ın Anayasa'da bulunan "Gerekli
gördüğü hallerde.." ibaresini keyfine göre yorumlamak suretiyle, hükümeti
zırt-pırt Beştepe'deki sarayına çağırmasına bakarak Erdoğan'ı hükümetin başı
zannediyor. Yok eğer, Cumhurbaşkanı'nın Başbakanı ve bakanları atama yetkisine
bakarak böyle bir çıkarımda bulunuyorsa, belirtelim ki; Cumhurbaşkanı'nın bu
ülkede atamadığı hiç kimse yok. Kimisini tek başına, kimisini ikili ve kimisini
de üçlü kararnameyle atamaktadır. Eğer Cumhurbaşkanı, aynı zamanda başkanlarını
atamış olduğu kurumların tamamının başkanıysa, şu halde kendisi, sadece
hükümetin değil, Genel Kurmay'dan tutun da, YÖK, RTÜK, Diyanet...vs aklınıza ne
gelirse bütün kurumların da başkanıdır (Gerçi Anayasada Cumhurbaşkanı'nın hazarda
Türk Ordusu'nun başkomutanı olduğu ve sefer vakitlerinde bu yetkisini Genel
Kurmay Başkanı'na devrettiği yazılıdır). Böyle bir durumda, herhalde
demokrasiden söz edilemez. Böyle bir rejimin adı olsa olsa diktatörlüktür. Oysa
devletin kurumları hiyerarşik bir düzende çalışır ve Cumhurbaşkanı'nın 104.
maddedeki görev ve yetkisi, bu kurumların ahenk içinde çalışmasını sağlamaktır.
Bu kurumların tamamından oluşan bütüne de Devlet aygıtı denir ki, Cumhurbaşkanı
işte bu aygıtın başıdır.
Bu özelliği ile Cumhurbaşkanı, öyle her
işe burnunu sokmaz. Okul müdüründen, hastane başhekimine varıncaya kadar hemen
herkesin işine karışmaz. Muhtarları ve kaymakamları iki de bir sarayında
toplayarak, onlara "Gerekirse
kanunları koyun bir tarafa ve kendi iradenize göre tedbirler alın..."demez,
hatta diyemez. Derse, anayasayı ve kanunları çiğnemiş olur. Bu durumda da ortada hukuk devleti diye bir
devlet kalmaz. O durumda, yakın zamanlara kadar sabah erken kalkan onbaşıların
ve başçavuşların bile darbe yaparak iktidara geldikleri Afrika ve Güney Amerika
ülkelerinden ne farkımız kalır ki. Umarım ve dilerim ki; son günlerde sık sık
dünyanın bu bölgelerindeki ülkelere seyahatler düzenleyen bizim Abidjanlı
Agrabe Yapu'nun böyle bir düşüncesi bulunmuyordur. Gerçi Cumhurbaşkanlığı'nda
iki yılını bile doldurmadan yönetmiş olduğu insanlar aleyhine olmak üzere 1845
adet tazminat davası açarak kendi insanlarıyla hasım durumuna geldiğini
düşündükçe, uykularımız da kaçmıyor değil hani...
Devenin Başı
"Hükümetin başı" dediniz de aklıma geldi. Birinci Dünya
Savaşı sırasında Şam'da konuşlu 4. Osmanlı ordusunun kumandanı Cemal Paşa, orduda erzak kıtlığı
yaşanması üzerine “Çöl Tayini” diye bir yiyecek ve içecek listesi
hazırlatır. Cemal Paşa’nın kumandanı olduğu 4. Ordu’nun Harekât Şubesi Müdürü
olan Ali Fuat Bey (Erden, sonra orgeneral) 1. Kanal Harekâtını anlatırken “Yiyecek
oldukça yeterliydi” şeklinde kinayeli bir ifade kullandıktan sonra adını
vermeden Cemal Paşa'nın "Çöl Tayini"nin
içeriğini şöyle aktarmaktadır:
"Biraz şeker. Birkaç gram çay.
Peksimet son derece gelişmişti: Önce hafif ıslatılmış, sonra külde ısıtılmış
yumuşatılmış, kabartılmış, şahrem şahrem çatlamış, nefis ve iştah açıcı bir
kimlik ve nitelik kazanmıştı. Böylece madeni bir tabağı azamet ve ihtişamla
dolduruyordu. Ve ayrı bir kap yemek sanılırdı. Hurma, hem yemekti hem tatlıydı
(biraz su ve çalı çırpı ile komposto yapılabiliyordu); hem de yemişti; kuru
yemiş. Çay çoğu zaman pişirilmiş ve şekerliydi (yani bazen soğuk su ile
hazırlanmış ve şekersiz olurdu). Sina çölünde çay pişirecek, peksimet ısıtacak,
hurmayı komposto yapacak kadar çalı, çoğu kez bulunurdu. Bu besin uzun zaman
için yetmeyebilirdi. Fakat biz kısmen de maneviyatla doyuyor, besinimizi onunla
tamamlıyorduk…”(1).
Alpay Kabacalı, alıntı yaptığımız
yazısında Ali Fuat Erden’den yukarıdaki bilgileri aktardıktan sonra “Bir de
devenin başı öyküsü var” diyor ve Ali Fuat Erden'den naklen anlatıyor:
“Bir düzine öküzle çekilemeyen tombaz
(bir çeşit mavna) arabasının çekilmesine yardım eden istihkâm mangası erleri
çölün ortasında durup ateş yakmışlar. Ateşin üzerinde karavana… Çölde yemek
pişirilmediği için ne yaptıklarını sorar Ali Fuad Erden: -Hayatından ümit
kesilmiş bir devenin başını kasaturayla kesip etraftan topladıkları çalı
çırpıyla ateş yakmışlar; mataralarındaki suyu karavanaya dökmüşler, deve başını
pişiriyorlarmış. Deve başının pişmesini biz de beklemeye başladık. Kendilerine
durup dinlenme olanağını bağışlayan bu bekleyişten öküzler de
yararlanıyorlardı. Ordu karargâhı da şu programda olmayan molayı bu deve başına
borçluydu. Herkes memnundu. Ancak deve başı bir türlü pişmiyordu. Oysa sabah
olmadan tombazı yerine yerleştirmek gerekiyordu. Uğrunda o kadar emek harcanan
karavana, manga komutanının emriyle devrildi. İstihkâm askerleriyle öküzler,
ağır tombazı derin kum dalgaları üzerinde ve düşman ışıldaklarının ışığı
altında çekmeye başladılar. Hem deve başı pişmemiş, hem mataralardaki su
harcanmıştı. Bu büyük hayal kırıklığıydı. Mısır seferinde hayal kırıklığı mı
esiktir?-”(2).
Dün devenin başını bilmeyenler, bugün
hükümete baş tayin etmeye kalkışıyorlar ya; içim yanıyor. Oysa bugün hükümete
baş tayin etmenin yolu, dün Arap çöllerindeki o devenin başını tanımadan
geçmektedir. Çünkü bu Cumhuriyet, dün o çöllerde çekirge salatası, deve başı ve
atların pisliğindeki arpaları ayıklayıp yiyenlerce ve ölmüş develerin derileri
arasında birikmiş kanlı yağmur sularını içenlerce kurulmuştur. Bunları
bilmeden, yücelttiğiniz adamları her şeyin başı olarak görmeye başlarsanız, gün
gelir karnınızı doyurmak için siz de at pisliğindeki arpaları ayıklamak zorunda
kalabilirsiniz. Siz kalmazsanız bile çocuklarınız veya torunlarınız kalabilir.
Anlattığım olaylar çok eski değil, sadece bir asır önce yaşanmıştır. Tam da
1915 yılının bugünlerinde...
Ömer Sağlam
1-Bkz. Alpay Kabacalı, “Arap
Çöllerinde Türkler” başlıklı yazı dizisi, “Çölde kum, Kanal’da kurşun”
başlıklı 1. Bölüm, Cumhuriyet, 9 Eylül 1990. Parantez içi açıklamalar
muhtemelen Alpay Kabacalı’ya ait olmalıdır. Ali Fuat Bey, “Ve ayrı bir kap
yemek sanılırdı” yerine “Böylece ayrı bir tabak yemek havası veriyordu”
demiş olsaydı anlatım herhalde çok daha harika olurdu. Karşılaştırma için bk. Ali Fuad
Erden, Birinci Dünya Savaşı’nda Suriye Hatıraları, s,33-34.
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İst.2003.
2-Alpay Kabacalı, aynı yazı. Ali Fuat
Erden’in, askerlerde sık görülmeyen bir edebî üslupla anlattıkları, tam da
Kaygusuz Abdal’ın o meşhur şiirini anımsatmaktadır bize. Bir farkla ki;
Kaygusuz Abdal’ın şiirinde “kaynatırım kaynamaz” şeklinde tarif ettiği ”Kaz”,
General Ali Fuat Erden’in anılarında ve Sina Çölü’nde “Deve Başı”
olmuştur! Elbette öyle olacaktı. Su olmayan yerde kaz ve ördek ne gezer.
Kaygusuz Abdal’ın;
“Sekizimiz odun çeker
Dokuzumuz ateş yakar
Kaz aldırmış başın bakar
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.
…
Kaygusuz Abdal nidelim
Ahd ile vefâ güdelim
Kaldırıp postu gidelim
Kırk yıl oldu kaynatırım kaynamaz”
Diyerek en sonunda postu kaldırıp
gitmesi gibi, Kanal Harekâtı’na katılan İstihkâm Mangası erleri de onca çalı
çırpı yakmalarına, onca matara suyu karavanaya boca etmelerine rağmen deve
başını pişiremeyince, manga komutanının emriyle karavanayı devirip yola revan
olmuşlardır.