Anadolu
Türklüğü ve Türkçe, Alevilere ve bilhassa Alevi Halk Ozanlarına çok şey
borçludur. Aleviler ve Alevi Halk ozanları olmasaydı, bugün özellikle Anadolu
Türklüğü öksüz ve Anadolu Türkçesi de büsbütün köksüz kalırdı. Çünkü gerek
Selçuklu, gerekse Osmanlı dönemlerinde olmak üzere; neredeyse tam 900 sene
boyunca Türkçe, devletin resmi dili ve eğitim dili olmaktan çıkarılmış,
tamamıyla kırsaldaki Türk halkının emanet ve insafına bırakılmıştır.
Selçuklular devlet ve yazışma dili olarak Farsça'yı benimserken, Osmanlılar
Arapça-Farsça ve Türkçe karışımı çorba ve yapay bir dil kullanmışlardır. Ta ki
1920 ve 30'lara gelinceye kadar.
İşte
Türklerin büyük ölçüde saray çevresinden ve devlet idaresinden uzaklaştırıldığı
ve Türk Milleti'nin, "Türk'üs-Sütur" yani "Eşek Türk"
olarak horlandığı bu uzun asırlar boyunca, Türkçeyi ve Türklüğü yaşatanlar hep
Anadolu kırsalında yaşayan Türk halkı olmuştur. Özellikle de Aleviler ve Alevi
halk ozanları. Belki az çok Sünni inancına mensup halk ozanları da Türkçenin ve
Türklüğün taşıyıcısı olmuşlardır ama Alevilerin bu konudaki hizmetleri çok daha
belirgindir. Bunun bir sebebi de muhtemelen, büyük ölçüde kırsala mahkum edilen
Alevi ibadetlerinin müzik eşliğinde yapılıyor olmasıdır.
Ancak
kanaatimizce bunun en büyük sebebi, yine de saray çevresinden uzaklaştırılan ve
sadece asker ve vergi toplama sırasında hatırlanan Anadolu köylüsünün, bu
haksızlık karşısındaki isyanını sazıyla ve kendi öz diliyle göstermeye
çalışmasıdır. Özetle Anadolu insanı, kol gücüyle zorba idarecilere karşı
koyamadıkları ve sürekli kırıma ve kıyıma uğratıldıkları için, dağlara ve sarp
yamaçlara çekilerek bu zorbalara karşı sazı ve sözü adeta bir silah gibi
kullanmışlar ve bunun için de kendi ana dillerini unutmamışlar ve
unutturmamışlardır.
Avşar
Boyu'na mensup olduğu bilinen Tomarzalı (Kayseri) ünlü halk ozanı Dadaloğlu'nun
devletin iskan politikası gereği Avşar Yörüklerini zorla yerleşik düzene
geçirmeye kalkışması karşısında sazıyla ve sözüyle yapmış olduğu başkaldırı ve
isyan çok ünlüdür. İsyanını şu şekilde dile getirir Dadaloğlu:
Kalktı göç eyledi Avşar elleri,
Ağır ağır giden eller bizimdir,
Arap atlar yakın eyler ırağı,
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir.
Belimizde kılıcımız kirmani,
Taşı deler mızrağımızın temreni(*),
Hakkımızda devlet etmiş fermanı,
Ferman padişahın dağlar bizimdir.
Dadaloğlu’m yarın kavga kurulur,
Öter tüfek davlumbazlar vurulur,
Nice koç yiğitler yere serilir,
Ölen ölür kalan sağlar bizimdir.
__________
(*Temren: mızrakların ucundaki sivri demir)
Bu hususta, deyişlerini hala zevkle dinlediğimiz Pir
Sultan Abdal'ın tavrı da son derece kayda değerdir. Yıldızelili (Sivas) olan
ozanımız, Sivas Valisi Hızır Paşa'nın şahsında zorba idarecilere karşı kendi
bireysel isyanı dile getirirken, aslında Anadolu insanın ortak isyanını da dile
getirmektedir. Hakkında ölüm fetvası veren Sivas Müftüsü ve Sivas Valisi Hızır
Paşa'nın bu tavırları karşısındaki isyanını şöyle dile getirir:
Fetva vermiş koca başlı Kör Müftü
Şah diyenin dilin keseyim deyü,
Satır yaptırmış Allah’ın laneti,
Ali’yi seveni keseyim deyü.
Hakkı seven aşık geçmez mi candan,
Korkarım Allah'tan, korkum yok senden,
Ferman almış Hızır Paşa Sultan’dan,
Pir Sultan Abdal’ı asayım deyü.
Belki de devletin kendilerine
karşı sergilemiş olduğu olumsuz tutumlar sebebiyle devlet idaresine karşı gelen
ve kurtuluşu başka siyasetler izlemekte ve başka siyasetler izleyen güçlere
yanaşmakta arayan ozanlarımız da olmuştur zaman zaman. Bunlara en iyi örnek
yine Pir Sultan Abdaldır. Osmanlı Sultanı'nın ve onun bölgeye göndermiş olduğu
zalim devlet adamlarının şerrinden kurtulmanın bir yolunu da İran şahına
yaklaşmak olarak gören Pir Sultan Abdal, bir şiirinde bu durumu şöyle dile
getirmektedir:
Padişah katlime ferman dilese,
Yine vazgeçmem ala gözlü Şah'ımdan,
Cellatlar karşımda satır bilese,
Yine geçmem ala gözlü Şah'ımdan.
Başka bir şiirinde de yine;
Hızır paşa bizi berdar etmeden,
Açılın kapılar Şah'a gidelim,
Siyaset günleri gelip çatmadan,
Açılan kapılar Şah'a gidelim,
diyerek çaresizlik içinde
kurtuluşu Şah'a sığınmakta bulur Pir Sultan Abdal.
Alevi inancına mensup Halk Ozanlarımız hakkındaki genel
kanaatimiz yukarıdaki gibi olmakla birlikte, Veysel Şatıroğlu'nun, diğer bir
tabirle Aşık Veysel'in benim gönlümdeki yeri bambaşkadır. Ve ben, Veysel'i
bütün bu halk ozanları arasında ancak Yunus Emre ile kıyaslayabilirim. Çünkü
bana göre Aşık Veysel, 20. asrın Yunus Emre'sidir Türk Milleti için. Zira
Veysel, diğerleri gibi, mesela Pir Sultan Abdal gibi siyasete bulaşmaz,
Dadaloğlu gibi devlete meydan okumaz. Kim bilir bunun sebebi belki de,
diğerlerinin devlet tarafından hor görülmesine karşın, Aşık Veysel'in devlet
tarafından himaye görmüş olmasıdır!
Ancak Yunus Emre'nin de zamanın devleti (Selçuklular)
tarafından himaye gördüğü pek söylenemez. Buna karşın Yunus'un şiirlerinde de
isyana rastlanmaz. Tıpkı Aşık Veysel gibi, Yunus Emre de şiirlerini arı ve duru
bir Türkçe ile ve insan odaklı olarak, insanı merkeze alan bir düşünce (hümanizm) ile söylemiştir. Yani
Yunus Emre ile Aşık Veysel'in en önemli ortak yanları, hümanizm ve insan
sevgisidir ve ortak yan, Hz. Muhammed'in ünlü Vedâ Hutbesi'nde dile getirdiği
üzere bir ortak yandır. Bilindiği gibi Hz. Muhammed, Müslümanlar tarafından bir
nev'i "İnsan Haklara Evresel Beyannamesi" olarak kabul
edilen ünlü Veda Hutbesi'nde şöyle demiştir: "Ey insanlar! Rabbiniz birdir.
Babanızda birdir. Hepiniz Ademin çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arabın
Arab olmayana Arab olmayanında Arab üzerine üstünlüğü olmadığı gibi kırmızı
tenlinin siyah üzerine siyahında kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü
yoktur.Üstünlük ancak takvada, Allahtan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli
olanınız Ondan en çok korkanınızdır..."
Yunus Emre, Hz. Peygamber'den yaklaşık 7 asır sonra bu
konuyu şöyle hülasa eder iki ayı dörtlüğünde:
Elif okuduk
ötürü,
Pazar eyledik
götürü,
Yaratılanı
hoş gördük,
Yaratandan
ötürü.
...
Bir kez gönül
yıktın ise,
Bu kıldığın
namaz değil,
Yetmiş iki
millet dahi,
Elin yüzün
yumaz değil.
Aşık Veysel ise Hz. Peygamber'den 1300 küsur,
Yunus'tan 700 küsur yıl sonra aynı konuda:
Kürt'ü Türk'ü
ne Çerkez'i,
Hep Ademin
oğlu kızı,
Beraberce
şehit gazi,
Yanlış var mı ve neresi
Yezit nedir, ne kızılbaş,
Değil miyiz hep bir kardaş,
Bizi yakar bizim ataş,
Söndürmektir tek çaresi.
Her ne kadar tanrı ve peygamber sevgisi de her iki
ozanın ortak yanları olsa da bu iki sevgi Yunus'da çok daha kuvvetlidir ve tam
anlamıyla aşk seviyesindedir. Son yıllarda
Yunus Emre hakkında "Alevi" nitelendirmesi yapılmaktadır. Yunus
Emre'deki Allah ve Peygamber vurgusuna bakıldığında; ya Yunus Emre için yapılan
"Alevi" tanımı yanlıştır ya da Yunus Emre dönemindeki Alevilik ile
bugünkü bazı Alevilik tanımları arasında çok büyük farklar vardır! Eğer Yunus
Emre gerçekten Alevi idiyse, bugün Alevilik adı altında savunulan bazı aşırı
Alevilik yorumlarına bakarak söylüyorum; Alevilik çok büyük değişikliğe
uğratılmıştır ve özellikle kendilerini Alevi olarak tanımlayan bazı müfrit ve
münafıklar, Aleviliği neredeyse dinsizlik olarak açıklamaya cüre etmeye
başlamışlardır günümüzde.
Çünkü Yunus'taki Allah ve Peygamber sevgisi, bugün sadece
Alevilerde değil, Sünnilerde bile yoktur. İşte size Alevi Yunus'taki Allah
sevgisi:
Aşkın aldı
benden beni,
Bana sana gerek
seni,
Ben yanarım dünü
günü,
Bana sene gerek
seni.
Ne varlığa
sevinirim,
Ne yokluğa
yerinirim,
Aşkın ile
avunurum,
Bana sana gerek
seni.
Cennet cennet
dedikleri,
Birkaç köşkle
birkaç huri,
İsteyene ver sen
anı,
Bana seni gerek
seni.
Bu da Alevi Yunus'taki Peygamber aşkı:
Canım kurban
olsun senin yoluna,
Adı güzel, kendi
güzel Muhammed.
Şefaat eyle bu
kemter kuluna,
Adı güzel, kendi
güzel Muhammed.
Aşık Yunus
neyler iki cihanı sensiz,
Sen Hak
Peygamberisin şeksiz, gümânsız,
Sana uymayanlar
gider imansız,
Adı güzel, kendi
güzel Muhammed.
Şahsen ben, Yunus Emre'nin, Hz. Ali'yi "Allah'ın
velisi", Peygamberliğin aslında Ali'ye gelmekle birlikte, hile ile
Muhammed tarafından elinden alındığı veya Hz. Muhammed'in, kendinden sonra
yerine Ali'nin halife yapılmasını vasiyet ettiğine dair hiçbir sözüne ve
şiirine rastlamadım. Eğer varsa bu anlamda bir sözü, lütfen bunu da benim
cehaletime saysınlar. Dolayısıyla; eğer Alevilik Yunus Emre'nin anladığı gibi
bir şeyse, hiç düşünmeye ve tereddüt etmeye gerek yok; biz hepimiz Aleviyiz.
Çünkü bu durumda Alevilik ve Sünnilik arasındaki bütün yapay duvarlar ortadan
kalkmakta ve bu ülkede tam bir inanç birliği oluşmaktadır. Gerisi ise Alevi
Aşık Veysel'in tabiriyle, inançlar üzerinden, yani inanç farklılıkları bahane
edilerek yapılan dünyevi menfaat mücadelesidir, güç yarışı ve siyasal iktidarı
ele geçirme savaşıdır.
Türk Milliyetçisi, Hümanist ve Atatürkçü Bir Ozan
Aşık Veysel, 1894 yılında Sivas İli'ne bağlı Şarkışla
ilçesinin Sivrialan köyünde doğmuştur. O da tıpkı Dadaloğlu gibi Oğuzların
Avşar Boyu'nun Şatırlı Obası'na mensuptur. Aşıklık geleneğinin son büyük
temsilcilerinden birisi olarak kabul edilmektedir. 1930 yılında Sivas'ta Maarif müdürü olarak
görev yapan Ahmet Kutsi Tecer tarafından keşfedilmiş, onun delaletiyle yurdu
dolaşarak Köy Enstitülerinde saz hocalığı yapmıştır. 1965 yılında özel bir
kanunla "Vatani Hizmet
Tertibinden" kendisine maaş bağlanmıştır. Bu uygulama, özellikle Özal
ve Demirel dönemlerinde bol keseden ve aralarında hiç hak etmeyenlerin de
bulunduğu kişilere dağıtılan Devlet
Sanatçılığı'na ilham kaynağı oldu mu bilinmez ama Aşık Veysel'in devletten
maaş almayı ziyadesiyle hak ettiğine inanıyorum ben. Çünkü o, sazıyla ve
sözüyle Türk dilini ve Türklüğü omuzlayıp taşıyanlardan birisidir.
Çocukluğumda Aşık Veysel'in TRT radyolarında çalıp
söylediği türküleri severek dinlerdim. O sebeple olacak, 21 Mart 1973 tarihinde
öldüğünde ilkokul 4. sınıf öğrencisiydim ve üzüntüden ağladığımı hatırlıyorum.
Aynı yılın sonunda da bir başka önemli şahsiyet olan İsmet Paşa ölmüştü ve
öğretmenim Ömer Sungur'un da İsmet Paşa için gözyaşı döktüğünü hatırlıyorum
ben.
Yukarıda dedim ki; Alevi halk Ozanları arasında benim
için Aşık Veysel'in yeri apayrıdır ve ben onu ancak Yunus Emre ile
kıyaslayabilirim. Çünkü Aşık Veysel de, tıpkı Yunus Emre gibi mezhep ve meşrep
taassubu bulunmayan samimi bir Müslüman'dı. Bugünkü müfrit Alevilerden çok
farklı idi. Şu mısraları, onun bu yönünü açıkça ele vermektedir:
Allah birdir Peygamber Hak,
Rabbül âlemindir mutlak,
Senlik benlik nedir bırak,
Söyleyim geldi sırası.
Yezit nedir, ne kızılbaş,
Değil miyiz hep bir kardaş,
Bizi yakar bizim ataş,
Söndürmektir tek çaresi.
Şu âlemi yaratan bir,
Odur külli şeye kâdir,
Alevi Sünnilik nedir
Menfaattir varvarası .
Cümle canlı hep topraktan,
Var olmuştur emir Haktan,
Rahmet dile sen Allah’tan,
Tükenmez rahmet deryası .
Veysel sapma sağa sola,
Sen Allah’tan birlik dile,
İkilikten gelir bela,
Dava insanlık davası.
Aşık Veysel'i Alevi ve Sünni olmak üzere; kayda değer
diğer Halk ozanlarından ayıran önemli bir yan daha vardır. O da Aşık Veysel'in
Milliyetçiliğidir. Evet, Aşık Veysel, bütün diğer özelliklerine ilave olarak,
aynı zamanda bir Türk Milliyetçisi ve Atatürkçüdür. Bir farkla ki; onun
milliyetçiliği ırkçılığı reddeden ve milletini sevme, milletine bağlı olma
anlamında bir milliyetçiliktir.
"Yezit nedir, ne kızılbaş,
Değil miyiz hep bir kardaş,
Bizi yakar bizim ataş,
Söndürmektir tek çaresi."
diyerek,
önce her türlü inanç farklılıklarından arınmış olarak aynı ortak atadan
gelmekle bütün Türklerin, arkasından da;
"Kürt’ü Türk’ü ne Çerkez’i ,
Hep Ademin oğlu kızı,
Beraberce şehit gazi ,
Yanlış var mı ve neresi."
diyerek
Hz. Adem'den gelmekle bütün insanların kardeş olduğunu ifade eden Veysel,
devamla;
"Kuran’a bak İncil’e bak,
Dört kitabın dördü de hak,
Hakir görüp ırk ayırmak,
Hakikatte yüz karası."
demek suretiyle açıkça ırkçılığa karşı olduğunu
söylemektedir. Ancak onun, aynı zamanda
milletini sevme, milletine bağlı olma ve milletinin menfaatlerini savunma
anlamında bir Türk Milliyetçisi olduğu başka şiirlerinde açıkça görülmektedir.
Mesela bir şiirinde şöyle der Veysel:
Türküz Türkler yoldaşımız,
Hesaba gelmez yaşımız,
Nerde olsa savaşımız,
Türküz türkü çağırırız.
Türklerdir bizim atamız,
Halis Türküz kanı temiz,
Şarkı gazeldir hatâmız,
Türküz türkü çağırırız.
Su başında sulaklarda,
Türkün sesi kulaklarda,
Beşiklerde beleklerde,
Türküz türkü çağırırız.
Görüldüğü gibi, bu şiirde Aşık
Veysel, Türk Milleti'nin, geçmişinin
tarihin derinliklerine kadar giden asil bir millet olduğundan
bahsetmektedir. E bizim milliyetçilik dediğimiz şey de bu değil mi zaten?
Ayrıca Veysel'in, "Atatürk'e Ağıt" başlıklı şiirinde Atatürk için
kullanmış olduğu "Başbuğ" tabiri de onun halis, muhlis bir Türk
Milliyetçisi olduğunu gözler önüne sermektedir. Zira eski Türklerde hükümdara
ya da hakana aynı zamanda Başbuğ deniyordu. Ülkücülerin de buradan hareketle
Merhum liderleri Alparslan Türkeş'e "Başbuğ" dedikleri biliniyor
zaten. İşte Aşık Veysel'in Atatürk için kullanmış olduğu "Başbuğ"
tabirini kullandığı o dörtlüğü:
"Ağlayalım Atatürk'e,
Bütün dünya kan ağladı.
Başbuğ olmuştu mülke,
Geldi ecel can ağladı."
Aşık Veysel, milliyetçi olmasının yanında ayrıca
Atatürkçüdür de. "Atatürk'e Ağıt" isimli şiirinde hem onun millete
yapmış olduğu üstün hizmetlerden bahseder, hem de onu, Kur'an'da ismi geçen
Zülkarneyn isimli hükümdar ve Büyük İskender ile kıyas ederek, onların bile
kendi milletleri için Atatürk kadar çalışmadığını anlatır. Buna ilave olarak
Hz. Ali için uygun görülen ve Alevi vatandaşlarımızca da sık sık zikredilen "Allah'ın
aslanı" sıfatını Atatürk'e vermekte hiçbir beis görmez.
Aynı zamanda bir Türk Milliyetçisi, mezhep ve meşrep
taassubundan sıyrılmış samimi bir Müslüman olan Merhum Halk Ozanımız Aşık
Veysel Şatıroğlu'nu, ölümünün 43. yıldönümünde saygı ve rahmetle anıyoruz.(*)
Ömer Sağlam
______________
(*) 2011 yılında
yayınladığımız ve oldukça büyük ses getiren "Kültür Bakanlığınca Atatürk'e
Uygulanan Sansür" başlıklı yazımız için
bkz.http://www.turkishnews.com/tr/content/2011/11/07/kultur-bakanliginca-ataturke-uygulanan-sansur/