Kur’an Türklerden Şöyle Bahseder! [Ömer Sağlam]
Türk ve Türklük düşmanlarına sorarsanız Kur’an, Türkler
hakkında hiç bir şey demiyor. Eğer bu Türk düşmanlarının dediklerini doğru
kabul edersek karşımıza çıkan sonuç şu oluyor:
Kur’an, sadece İsrailoğulları ve Araplar için indirilen
bir kitaptır, İslamiyet de İsrailoğulları ile Arapların ulusal dinidir! Diğer
milletler ise İsrailoğullarının ve Arapların kölesi ve cariyesi hükmündedirler!
Çünkü Kur’an’da en çok adı geçen kavim Beni İsrail, yani İsrailoğullarıdır.
İsrailoğullarının 1/6’sı kadar da Arapların adı zikredilmektedir Kur’an’da...
Ayetlerde geçen kavim isimlerine bakarsanız durum böyledir. Böyle bir
yaklaşımın, muharref Tevrat’ın öngördüğü bir yaklaşım olduğu ortadadır. Ancak
asıl gerçek elbette böyle değildir. Açıkça zikredilmese bile Kur’an’da pek çok
kavme, bu arada Türklere de işaret eden ayetler bulunmaktadır ki; Türklere
işaret eden ayetlerin başında Mâide suresinin 54. ayeti gelmektedir. Söz konusu
ayetin meali şöyledir:
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki)
Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da
Allah’ı severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve
onurludurlar. Allah yolunda cihat ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının
kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine
verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.”(1)
Şimdi yukarıdaki mealinden hareketle, bu ayetin nasıl
oluyor da Türklere işaret ettiğine bir bakalım: İlk başta ifade edelim ki;
Türklerin uzun asırlar boyunca İslam’a yapmış oldukları hizmetlere, özellikle
de "Haçlı Seferleri"ne karşı duruşlarına, mukaddes İslam beldelerine
yapmış oldukları hizmetlere ve bilhassa uzun asırlar boyunca bu beldeleri korumalarına,
İslam sancağını uzak diyarlara kadar taşımalarına bakarak, birçok İslam
Bilgini, ayette geçen kavmin ancak Türkler olabileceğini kabul ve ikrar
etmişlerdir. Bunlara göre; Araplardan sonra İslam’ın temsilciliği Türklere
geçmiş ve Türkler bu görevi uzun yıllar hakkıyla yerine getirmişlerdir.
Dolayısıyla Mâide suresinin 54. ayeti, hiçbir kuşkuya yer
vermeyecek biçimde Türkleri işaret etmektedir. Bu türlü düşünenlerin başında
Kürt kökenli iki Türk âlimi gelmektedir ki; bunlardan birisi Vâni Mehmet
Efendi, diğeri de Bediüzzaman Said-i Nursi’dir. Kendisi de Nur Cemaati mensubu
olan Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı bunları uzun uzun anlatır kitaplarında.
Elmalılı M. Hamdi Yazır, Celal Yıldırım ve Ömer Nasuhi Bilmen gibi bazı Türk
İslam âlimlerinin de aynı görüşte olduğu ifade edilmektedir. Pakistanlı ilim
adamı Mevlâna Şeyh Muhammed “İslâm’ın Yayılış Tarihi” isimli eserinin III.
cildinin 935 ve 936. sayfalarında konu ile ilgili görüşlerini açıklarken;
“Türkler siyaset sahasında ortaya çıktıkları zaman İslâm âleminin vaziyeti hiç
de memnuniyet verici değildi. …İşte ‘Hak Teala’nın kendi dinini korumak için,
kuvvetli bir unsur ortaya çıkarmasına şiddetle ihtiyaç görünüyordu. İslâm’ın bu
siyaseti ve idare zayıflığını bertaraf eylemek hususunda, Müslüman himmet
sahipleri gerekliydi. Tam bu sırada Cenab-ı Hak Teala kudretini gösterdi,
Selçukiler ortaya çıktılar..." der ve uzun uzun Türklerin İslâm’a yapmış
olduğu fedakârane hizmetlerden bahseder.
İtiraf etmek gerekirse ben de yukarıdaki İslam bilginleri
gibi düşünüyor ve Mâide suresinin 54. ayetinde bahsedilen kavmin Türkler
olduğuna inanıyorum. Benim hareket noktam özellikle ayette geçen “Ey iman
edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir
topluluk getirir ki…” cümlesidir. Çünkü bu cümle direk olarak dinden dönenleri,
yani irtidat edip (İslam’dan çıkıp) mürtet durumuna düşenleri (başka bir dine,
çoğu kere de eski dinlerine dönenleri) muhatap almaktadır(2).
Aşağıda iki numaralı dipnotta ilahiyatçı Prof. Dr. Bekir
Topaloğlu tarafından verilen bilgilerden de anlaşılacağı üzere, irtidat
olayları, Hz. Peygamber’in vefatıyla birlikte başlamış ve kısa sürede kuvvet
kullanılarak sona erdirilmiştir. İlk halife Hz. Ebu Bekir, daha çok bu tür
olayları bastırmak için uğraşmıştır.
İşte bu durumda Mâide suresinin 54. ayetinin ne zaman
nazil olduğu büyük önem kazanmaktadır. Yukarıda dedik ki; bahse konu ayet direk
olarak mürtetleri muhatap almaktadır.
Bu olaylar, 620’li yılların sonu ile 630’lu yılların
hemen başında meydana geldiğine göre ayetin iniş tarihi büyük önem
kazanmaktadır.
Muhammed Hamdi Yazır; “Mâide suresinin, Medine döneminin
sonlarında, Hudeybiye Anlaşması’nın imzalandığı yılı (628) takip eden yıldan
itibaren indirilmeye başlandığını, bir kısmının Mekke’nin fethi senesi (630)
bir kısmının da Veda Haccı sırasında (632) indirildiğini” söylemektedir. Ayrıca
M.Hamdi Yazır, “Mâide suresinin tamamı Veda Haccı için yapılan yolculuk
sırasında indirilmiştir diyenlerin de bulunduğunu” zikretmektedir(3).
Demek oluyor ki; Mâide suresi, 628-632 yılları arasında,
yani irtidat olaylarının görülmeye başladığı dönemde nazil olmuş, bununla
mücadele edilmeye başlandığı yılların hemen arifesinde inme işlemi
tamamlanmıştır. O hâlde şimdi ikinci bir tarihi daha bilmemize ihtiyaç vardır.
O tarih Türklerin İslamiyet’le tanışma, yani İslam’ı kabul ediş tarihidir.
İslam tarihçileri Hz. Peygamber döneminden beri, sayıları az da olsa Medine ve
diğer İslam topraklarında Müslüman Türkler bulunduğunu haber vermektedir. Ancak
Türklerin İslamiyet’le kitle hâlinde tanışmaları 642 yılında Arap İslam Devleti
ile Fars kökenli Sasani Devleti arasında yapılan Nihavent Savaşı ile başlar.
Zira o tarihlerde Türklerin meskûn bulunduğu Türkistan topraklarının büyük
bölümünün yönetimini elinde bulunduran Sasani ordusunda çok sayıda Türk kökenli
asker bulunuyordu. İşte 642 yılında cereyan eden Nihavent Savaşı ile hem
Türkler İslamiyet’le tanışmış, hem de Araplar Türkleri ve bilhassa onların
üstün savaş yeteneklerini yakından tanıma imkânı bulmuşlardır.
Zaten Nihavent Savaşı’ndan sonra Sasani Devleti gittikçe
zayıflayıp yıkılmaya, Arap İslam orduları ise Türklerin de meskûn olduğu İran
içlerine ve Türkistan’a doğru ilerlemeye başladılar. Emeviler zamanında Arap
ordu kumandanları özellikle Türklerden toplu esir alarak bunları İslam Devleti’nin
egemen olduğu coğrafyalara göndermeye başladılar. Yaklaşık 90 yıl süren Emevi
saltanatından sonra kurulan Abbasi Hanedanlığı sırasında ise, Türkistan’daki
Türkleri esir alıp topluca, başta Irak olmak üzere Arap İslam Devleti’nin
merkezine yakın bölgelere gönderme siyasasına daha da ağırlık verildi. Ancak bu
tersine bir etki yarattı ve İslam Devleti topraklarına gelen Türkler, kısa
zamanda "İslam Orduları"nın vurucu gücü hâline geldiler, kısa süre
sonra da İslam Ordularının yönetimini büsbütün ele geçirdiler. Arkasından da
İslam Devleti’nin fiilî idaresini ele aldılar.
Öte yandan bizim kanaatimize göre; Mâide suresinin 54.
ayeti kerimesi, dar anlamda "Asrı Saadet"in son yıllarında başlayıp
ilk halife Ebu Bekir döneminde sona eren irtidat olaylarına karışan mürtetleri
hedef almakla birlikte, geniş anlamda Emevi ve Abbasi dönemlerini, özellikle
Emevi dönemini de hedef almaktadır. Zira Emeviler, az çok ashabın ortak
kararıyla seçilen halifeler dönemine son vermiş ve İslam’a aykırı olarak
saltanat dönemini başlatmışlardır. Sıffin Savaşı’ndan başlamak üzere Hz.
Peygamber’in soyuna, yani "Ehl-i Beyt"e karşı giriştikleri açık
düşmanlık da cabasıdır. Ayrıca Emeviler, İslam’a açıkça aykırı biçimde tamamen
ırkçı bir yönetim anlayışı ile hüküm sürmüşlerdir. Bu türlü yönetim tarzı,
İslam'ın özüne aykırı bir yönetim tarzıydı ve bir nev'i İslam'i çizgiden
ayrılmak, yani irtidat (dinden çıkma) anlamına geliyordu.
İşte Türkler, tam bu dönemde Müslüman olmuşlar,
Emevilerin son dönemlerinde girmeye başladıkları İslam Ordusu’nu, Abbasiler
döneminde büsbütün ele geçirmişler ve İslam’ın korucuyu gücü olmuşlardır.
Dahası, Emeviler ile Abbasiler arasındaki iktidar mücadelesinde, kendilerine
karşı en azından başlangıçta daha yumuşak davranan Abbasiler'e destek
vermişler, özellikle Ebu Müslim Horasani'nin maiyetinde toplanarak Emevilerin
iktidarı kaybederek, onların yerine Abbasilerin gelmesinde başat rol
oynamışlardır.
Dolayısıyla biz, tıpkı birçok İslam âlimi gibi Mâide
suresinin 54. ayeti kerimesinde bahsedilen ve övülen kavmin kesinlikle Türkler
olduğuna inanıyoruz. Elbette en doğrusunu yine de bahse konu ayetin gerçek
sahibi Allah bilir.
Son söz olarak ilave edelim ki; bugün Türk olmaktan
utananlar, Türk olduğunu söylemeye çekinerek kendisine bazı alt kimlikler
bulmaya çalışanlar, bunun için Anayasa’dan Türk kavramını çıkarma manevraları
yapanlar ve özellikle de Kürt kökenli vatandaşlarımız iyi bilsinler ki; Türklük
onların sandıkları gibi utanılacak bir şey değildir. Tersine gurur duyulacak
bir şeydir. Çünkü Türkler bizzat Allah tarafından tebcil edilen bir millettir.
Bunu sadece bizim gibi sıradan insanlar değil, bizzat Mehmet Vâni Efendi ve
Said-i Nursî gibi Kürt kökenli Türk âlimleri de söylemektedirler(4).
Ömer Sağlam
_______________
1- Ayetin meali, DİB internet
sitesindeki "Kur’an-ı Kerim Meali"nden alınmıştır,
2-Türkiye’de günümüz İslam âlimlerinin
önde gelenlerinden birisi olan Prof. Dr. Bekir Topaloğlu’nun konuya ilişkin
görüşü şöyledir: "İrtidat, geriye dönüş demektir. Genelde bir kişinin
sahip olduğu dini terk etmesine irtidat denilmiştir. Bu kişi ister başka bir
dini, ister mutlak manada inançsızlığı benimsemiş olsun... Ancak İslam
literatüründe Allah Teala'nın son dini olan ve bütün ilahî dinleri kucaklayan
İslamiyet'i benimsemişken terk eden, ondan çıkan kişinin bu fiiline ‘irtidat'
ve o kişiye ‘mürtet’ denilmiştir... İslam tarihinde, "Asrı Saadet"in
son dönemleri hariç, topluca veya önemsenecek mahiyette irtidat hareketleri
olmamıştır. Asrı Saadet'in son döneminde göze çarpan dinî hareketlere gelince,
bunlar her ne kadar irtidat (ridde) olarak adlandırılmışsa da aslında
İslamlaşma mücadeleleri mahiyetindedir. Çünkü on yıl gibi kısa bir Medine
döneminde bütün Arabistan yarımadasının İslamlaşması çok önemli bir sosyolojik
olaydır. Bu büyük hareket içinde İslamiyeti zahiren benimseyenler olduğu gibi
Müseylime gibi nübüvveti bir saltanat makamı olarak görenler ve kendilerine de
bu saltanattan pay ayırmak isteyenler de olmuştur. Bu mücadele o dönemde
bitmiştir.”(bk http://www.altinoluk.com/dergi/index.php?sayfa=yillar&MakaleNo=d052s010m1)
3-M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili,
c,3, s, 75, Çelik-Şura Yayınları, 1993, İstanbul.
4- Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı Nurs
köyünden olduğu için sonraki yıllarda köyüne nispetle Said-i Nursî olarak
isimlendirilse de Said-i Nursî'nin, aslında Molla Said-i Kürdî olarak
meşhur olduğu bilinmektedir. Yani onun Kürt kökenli bir Türk vatandaşı
olduğu sarahaten bilinmektedir.
Mehmet Vanî Efendi ise Van'ın Hoşap
(Güzelsu) kasabasında doğmuş ve ilk eğitimini o bölgede, arkasından
Azerbaycan'ın bazı şehirlerinde almıştır. Etnik kimliği hakkında kesin bir
bilgiye sahip değiliz. Hakkında verilen bilgilerden birisi, onun Hz.
Peygamber'in soyundan geldiği ve "Seyyid" olduğuna ilişkindir.(Bkz.
http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=3072). Bizim bildiğimiz
kadarıyla; ırken Türk olan kişiler arasında "Seyyid" ve
"Şerif" unvanı fazla yaygın değildir. Bu tür unvanlar daha çok Arap
ve Kürt kökenli vatandaşlar tarafından kullanılmaktadır. Eğer bu bilgilere
doğrudur nazarıyla bakılacak olursa Mehmet Vani Efendi'nin Kürt kökenli olması
muhtemeldir. Ne var ki Osmanlı arşiv
kayıtlarına göre; Atatürk'ün soy kütüğünü de ortaya çıkarmış olan Araştırmacı
Yazar Mehmet Ali Öz, Mehmet Vani Efendi'nin soy olarak Türk olduğunu, üstelik
onun bir "Türk Milliyetçisi" olduğunu dile getirmiş
bulunmaktadır bu yazının yazımı sırasında, kendisiyle yaptığımız özel
yazışmada. Mehmet Ali Öz'e göre; Vani Mehmet Efendi'nin ailesi ile damadı olan
ünlü Şeyhülislam Feyzullah Efendi'nin ailesi, Azerbaycan taraflarında
yaşarken Safevilerin zulmünden kaçarak öncelikle Erzurum yöresine
yerleşmişlerdir. TDV. İslam Ansiklopedisi'nde ise tam tersine, onun eğitim için
Azerbaycan'ın bazı kentlerine, hatta Karabağ'a gitti belirtilmektedir.
Dolayısıyla; bizim kendisini "Kürt
kökenli Türk vatandaşı" olarak nitelendirmemiz, herhangi bir belgeye
istinat etmemekte olup, tamamıyla doğduğu yerden hareketle yapılmış bir
nitelendirmedir. (Adı geçen hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=280458)
ALINTI YAPMAK İÇİN
- Yazarlarımızın makaleleri ve Sayın Günay Tulun'a ait şiirlerin, "Radyo-TV ile diğer basın ve yayın organlarında" yayım ilkesi: Önceden haber verme, eserin aslına sadık kalma, eser sahibiyle alıntının yapıldığı yer adlarını anlaşılır bir açıklıkla belirtmektir. Yayın öncesi bildirim imkânının bulunamadığı aniden gelişen durumlardaysa nezaket gereği, [sessizliginsesi.tr@gmail.com] adresine yayın sonrası bilgi gönderilmesini rica eder; tüm yayınlarınızın başarılı geçmesini dileriz.
ESER EKLEMEK İÇİN
- "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm basılı ya da dijital yayın sayfalarında halkımızın geniş dünya ilgisine uygun olarak her türlü konuya yer verilmiştir. Yayınlanan fotoğrafların büyük bir kısmı "Kadim Okurlarımız" tarafından gönderilmiştir. Fotoğraf ve çizgi resimlerde "İlişkinlik-Telif Hakkı" konusunda tereddüt oluştuğunda bu eserleri yayından çekme hakkımız saklıdır. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm gazete, dergi, site, blog gibi yayın araçlarında yayınlanan makale ve diğer yazı türleriyle fotoğraf, resim, yorum gibi her türlü eserin; üçüncü şahıs, kurum ve kuruluşlara karşı her türlü sorumluluğu, bu eserlerin sahibi olan yazar, gönderici ve ekleyicilerine aittir. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"nun yayın organlarına kayıt edilen ya da kaydedilmek üzere gönderilen eserlerin, telif hakları konusunda problemsiz olmaları önemli ve gereklidir. Yayın Kurulu, gönderilen eserleri yayınlamaktan vazgeçebileceği gibi, dilediği yayın organlarından birinde ya da hepsinde aynı anda ya da değişik zamanlarda yayınlayabilir, yayınlamak isteyen üçüncü şahıslara, tüzel kişiliklere ve kurumlara onay verebilir ya da onlar tarafından yayınlanmasını engelleyebilir. Yalnız şu unutulmamalıdır ki bu eserler, okura saygı kuralı gereği Türkçe kurallarına uygun olmalıdır. Yazılar yayınlandıktan sonra, yazar ya da ekleyicisi; istifa, uzaklaştırılma, çıkarılma dâhil herhangi bir nedenle yazı göndermesi sonlandırılmış olsa dahi "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu Yayın Kurulları"nın oy birliği içeren onay kararı olmadan eserlerinin kayıtlarımızdan ihracını isteyemez, istediği takdirde bunun reddedileceğini en baştan bilmelidir. Gönderici ve yazarlarımızın bu konuya önceden dikkat etmeleri, ileride ihtilaf doğmaması için baştan eser göndermemeleri gerekmektedir. Yayın organlarımıza ekleme yapanlar, bu konudaki sorumluluklarını okumuş ve kabul etmiş sayılacaklardır. Uzun süre yazı göndermeyen ya da yazmayı bırakan köşe yazarlarımızın o güne kadar gönderdikleri tüm yazılar "Konuk Yazarlar" bölümüne aktarılarak yeniden yazı göndermeye başladığı güne kadar köşesi kapatılır. Köşeyi kapama ya da kapatılan köşeyi açıp açmama konusunda karar sahibi, "Sessizliğin Sesi Grubu" ile "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"dur. İhtilaf durumunda, İstanbul'un Kadıköy Mahkemeleri yetkilidir.
YORUM YAZMAK İÇİN
Sayın Okurlarımız: Yorumlarınızı; Grubumuza ait "Google, Yahoo, Mynet, Hotmail, TurTc " ve diğer posta adreslerimize göndermek yerine, "Yorum bölümü açık olan sitelerimiz"deki; yorum yazmak istediğiniz yazının alt kısmında yer alan "Yorum", "Yorum Yapın", "Yorum Yaz" veya "Yorum Gönder" tuşlarını kullanarak doğrudan kaydetme olanağınız bulunmaktadır. Yazacağınız yorumlarınızın; gecikmeksizin, anında yayına girmesini dilerseniz bu yolu tercih etmenizi, saygılarımızla öneririz.