(1)
Gelip yine de efsaneye bağlanır
Ne kadar anlatılsa da yaşanan
Aşklar birer efsanedir şimdi
Dağ dorukları birer efsanedir
Nasıl yazılır bir dağın tarihi
(Ahmet Telli)
Burada yaşamış burada uygarlıkları kurmuş kadim halkların
bir toplamıdır Anadolu. Homeros’un İlyada destanında da kullandığı Assuwa, Hitit
metinlerinde geçen bir kelimedir. Bugünkü Asya sözcüğünün kökenidir. Şems-abad Farsça, meşrık Arapça doğu demektir yani günlük
güneşlik, güneşi bol yer. Anadolu sözünün kökeni ise “güneş doğan” anlamına
gelirmiş. Eski Yunan kolonileri göç
ettikleri topraklara “Anatolia” (Anatole) derlerdi. Bu da doğu, “doğu ülkesi” anlamına gelirdi. Yunanistan’ın
dörtte uçünün kayalık, dağlık alanlardan oluştuğunu göz önüne aldığımızda çok
yerinde bir tanım. Mitolojideki en önemli tanrılardan biri olan Apollon,
Delos adasında doğmuştur ama ismi Grekçe değildi. Anadolu kökenliydi.
Anadolu ve Ege’deki bazı Yunan halkları güneş tanrısı Apollo’ya tapınırlardı. Örneğin
Lazpa Hititçe bir sözcüktür. Lesbos sözünün kökenidir. Lesvoslular da (Midilli)
Apollon’a taparlarmış. Anadolu ile Ege de böyledir.
İyonlar hellenliği kabul etmemiş, onlara göre Apollon ile Kreusa’nin
birlikteliğinden doğmuşlardı. Asklepios tıp sağlık tanrısıdır Apollon’un
oğludur Apollon’un ikiz kız kardeşi,
vahşi doğa, avcılık, okçuluk tanrıçası Artemis’tir. Bunlar hep birbirine yakın
tanrılar…
Yunanistan’ın metinlerde geçen (MÖ. 5-4.Yy) Helen öncesi eski ahalisi Pelajlardı (Pelasg)
Helenler gelince bu otokton (yerli) halk asimile olmuşlardı. Eski Yunanlılar da
Hellen’in soyundan geldiklerine inanırlardı. Zeus insan soyuna ceza olsun diye tufan
çıkartır. Prometheus oğlu Deukalion’dan
bir gemi yapmasını ister. Deukalion ve karısı Pyyrha bir gemi yaparlar. Bu gemi
Yunanistan’daki en yüksek yer olan Parnassos dağına oturur. Hellen’in (Deukalion’un oğlu) 3 oğlu olur:
Dorus, Ksuthos ve Aiolas. Ksuthos
iyonların, Aiolas ise Aiolialıların atasıdır. Yunanlıların efsanevi atası Deukalion’dur
(Arkeolojiye göre MÖ. 3000’de Sümer’i büyük seller basmıştı).
Yani burada da Olimpos’un tanrılarından çaldığı kutsal ateşi
narteks içinde insana taşıyan Prometheus’un başka bir iyiliğine şahit olmuş
oluyoruz. MÖ. 4.Yy’da Yunanlı şair Pindarus, “İnsanların da, tanrıların da
anası topraktır” demişti. Büyük tufanda
yokolan insan soyunu yeniden dünyaya kavuşturmak için toprağa erkek ve kadına
dönüşen taşları eken yine Prometheus’un oğlu ile eşi.
Yunan yazını Hesiodos’un yabancı kaynaklı bazı tanrılarını
kullanmamış ve kaba saymıştır.
Theogonia’da Olympos tanrılarına kadar birçok kuşak sayar Hesiodos ve en
son “Devler ve Tanrılar Savaşı”yla
Olympos’taki tanrıların saltanatını kurar. Bu savaş Teselya’nın (Makedonya) iki
yüksek dağında cereyan eder: Othrys ve Olympos’ta…
Tüm tanrıların anası toprak ana; ana tanrıça Gaia’dır.
Hesiodos’a göre Prometheus, Titanların soyundan İapetus ile Klymene’nin
oğludur. Aiskhylos’a göre bu kahramanı doğuran ana Gaia’dır. Zeus bir Titan
ancak büyür güçlenir ve dünyaya hakimiyet kurmak ister. Babası Kronos’a kafa
tutar. Kronos dahil tüm Titanları yeraltına (Tartaros) hapseder. İapetos’un zekâsını
kıskanan Zeus, Prometheus ‘u da herhangi bir köle gibi (5. Yy’da kölelikle zorbalık
yasal) Kafkas Dağı’nda zincire vurdurur. Tanrıların düzenine karşı gelmiş Prometheus
bu yüzden “Prometheus Desmotes” (Zincire
Vurulmuş Prometheus) adıyla anılır:
“Bir gün bir rezene
sapı içinde çaldım götürdüm insanlara ateşin tohumunu. Bu tohum bütün
sanatların anahtarı oldu; bütün yolları
açtı insanlara. Suçum bu işte benim tanrılara karşı, bu yüzden zincire vuruldum
bu göklerin altında.” (Zincire Vurulmuş Prometheus, Aiskhylos, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, 4.Baskı, s.6).
Çok katlı yapıları (insulae) ilk kuranlar Romalılardı
mesela; Eski Roma’nın merkezi de bir tepede (Palatino) inşa edilmişti.
ABD Eski Başkanı Ronald Wilson Reagan 1980 ve 1983’te, “Armageddon’u yaşayacak nesil biz olabiliriz” demişti. Müslümanlara göre kıyamet
alametlerinin görüldüğü zaman dünyanın son günleri (ahir-i zaman)olarak kabul
edilir. Hadislerde geçen Mercidabık, Halep’e bağlı (Azez) kasaba 3.Dünya
savaşının geçeceğine inanılan yerlerden biridir. Armagedon ise, Kitabı Mukaddes’ın (eski ve yeni ahit) son kitabına ya da Vahiy’e ve Hazekiel’e
göreyse (Tanah) (Tevrat ve Mezmur ya da Zebur) büyük bir deprem tarif edilmekte
bazılarına göre nükleer bir savaştan kıyamet (evrenin sonu) olarak
bahsedilmektedir.
Ancak Melhame-i Kübra
(Büyük Kıyım) çok ve büyük kanlı
olayın kopacağı yer, Tel Aviv’in 55 Km.
kuzeyindeki Megido Tepesi (Har Megiddo) eski bir kentin bulunduğu 30 metrelik bir höyük...
Hristiyanlara göre kıyamet Tanrının Krallığı ile
bitecek. Yahudilere göreyse “Gene” (Eden)
ve “Ge-Hinnom” (Cennet ve Cehennem) hayatına geçilecek. Ancak bilimsel teorilere
göre evren genişleyip soğuyacaktı (ısı ölümü ya da büyük donma). Zaten “Büyük Patlama”
(Big Bang) sonucu oluşan evren soğumaya çalışmakta ve büyüdükçe ısısı
düşmektedir. Kutup graviteleri eşdeğer
düzeye inip donacaktır. Fakat bütün evrenlerin toplamı yani “Çoklu Evren” (Multiverse)
teleskop ile görülen sadece 93 milyar ışık yılı genişliğinde bunun çok küçük
bir kısmıydı…
Tanrıların evi niye yüksek dağlar olmuştur? Profan dini ve
kutsal olmayan her şey, bu entropi düzensizlik gelişigüzellik içinde tanrıya
tanrısal inanca daha yakın olmak mı yoksa…
Ya da tanrılar için yegane besin, bir tür nektar ya da bal
özü olduğu rivayet edilen ambrosialar için önemli bir kaynak; renk renk, çeşit
çeşit çiçek ve bitki orada bulunduklarından mı acaba, ama hayır.
Ya da belki hepsi!
Peru’daki “La Rinconada” dünyanın en yüksek rakımlı yerleşim
birimidir. Dağ ikliminin hâkim olduğu 5.130 metre yükseklikteki bu kasabada 50
bin kişi yaşar. Ve insanların burada olmasının nedeni yakınında altın
madenlerinin bulunmasıdır.
Oysa Anadolu’nun doğusunda yeralan dağlık bölgeler ekseriyetle
birer mahrumiyet bölgesi sayılırlar. Tevrat’ta Nuh’un gemisinin büyük tufandan
sonra karaya oturduğu yer olarak Kuh-i Nuh da denilen Ağrı Dağı tasvir edilir.
Yüksekliği 5.137 metredir. Ve tepesi buzul olan Anadolu’nun tek dağıdır.
Ege uygarlığının kökü ve anası Sümer uygarlığıdır. “İsa’dan
5 bin yıl önce Sümer kentleri bir hayat ve kültür merkezi oldu.” der Halikarnas
Balıkçısı (Sonsuzluk Sessiz Büyür, Bilgi Yayınevi, 4. Basım, 2005, s.70-71)
Gustave Le Bon’un, “Tanrı yaşayan hayattır” dediğini aktarır
H.Balıkçısı (a.g.e., s.25)
Avustralya yerlilerinin” Uluru” dediği “Ayers Rock Tepesi” kırmızı devasa bir tümsektir. Aborjinler bu
tepeciği kutsal alan olarak kabul eder ve törensel ritüeller yaparlar. Mekânsal
Determinizm, mekânın kültür ve insan biçimlenmesinde önemli rolü olduğunu kabul
eder. Aborjinlerin Avustralya’ya yerleştiği 60 bin yıllık kültürel birikim bugünkü
tıpbın da gelişiminin sonucudur.
Pangea yani 180 milyon önce yeryüzü tek parçadan oluşuyormuş
ikiye ayrılan yeryüzünün kuzeyi “Laurasis” ve güneyi “Gondwanaland” olarak
adlandırılıyor. Uluru ise komşusu Kata Tjuta ile beraber yaklaşık 600 Milyon yıl
önce oluşmuş.
İbrahim ve kavmi Mısır’da köleyken Tanrı’nın tarafından 2
taş tablete yazılmış “On Emir”
(Decalogus) M.Ö. 1200’de Sina Dağı’nda
verilmiştir…
Halikarnas Balıkçısı, “İsa’nın
doğuşundan bin yıl öncesine kadar dişi tanrılar (tanrıça) erkek tanrılara üstün
sayılırdı” (a.g.e., s.27) der. İda Dağı, Zeus’un Hera ile evlendiği dağdır.
Kocakatran Dağları’nın en yüksek yeri olan bu dağdan izlemiş Troya Savaşı’nı
Zeus. Halikarnas Balıkçısı “Anadolu
Efsaneleri” kitabında sözde yağmur ilk
defa orada toprağa kavuşmuş diye yazar. Herakles
susadığı için su istemiş ve Zeus küçük bir pınar fışkırtmış: Skamandros
(bugünkü Küçük Menderes Nehri). İda’dan çıkar böylece Skamandros; nehri kazarak
daha büyük bir pınar bulur Herakles de; bir adı da Ksanthos’tur ve kızıl su
anlamına gelir. Gerdek için kızlar burada yıkanırmış rivayet bu ya güzellik
tanrısı Afrodit bile saçlarını kızıla büründürmek için burada yıkanırmış.
Zeus’un önerisiyle düzenlenen güzellik yarışmasında Paris
(Truva Prensi) Afrodit’i seçince diğer tanrıçalar Hera ile Athena Truva
savaşında Akha’lara yardım edecekti bu yüzden. Truva’ya adını veren Dardani
Kralı Tron’dur…
Oliympia, Eski Yunan diyasporası tarafından saygı gören 3
yerden birisidir ki diğer ikisi ise gemilerin İonia’ya açıldıkları liman sayılan
“Delos Adası” ile kutsal tapınakların bulunduğu “Delphoi “ idi (David Stuttard,
Antik Yunan Tarihi, YKY, 2016, s. 33). David Stuttard, “Çoğu Yunan’ın geçmişe ilişkin bilgisi, olguların hayallerle süslendiği
ve gerçeklerin söylemlerle iç içe geçtiği sözlü geleneklere ve destanlara
dayanıyordu.” demektedir (a.g.e., s. 30).
Mitoloji (söylence bilim), hangi toplumun hangi tanrılara
taptığını bildirir. Grekler Zeus ve 11 tane Olimpos’lu tanrıya (Olympian) daha
taparlardı. Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi” kitabında Yunan tanrılarının Herodot’a göre
Homeros’un icadı olduğunu yazar. “Anadolu
Efsaneleri” kitabında Hesiodos’u da ekler buna, Grek tanrıçalarını Hesiodos ile
Homeros yarattı, der (Bilgi Yayınevi, 12. Basım, 2008, s. 117). İnsan soyu
dünyaya gelmeden önce işte bu tanrılar kendi aralarında savaşırlar. Titanlar
(devler) Atina yakınındaki Othrys Dağı’nda, Kronos’un oğulları da Selanik
yakınındaki Olympos’ta (Mytikas Tepesi) yerleşmişlerdir. Tanrılar arasındaki bu
savaş (Titanomakhia ) tam 11 yıl sürmüş.
İlk olimpiyatlar da Olimpos (Olemp) tanrılarının yaşadığına inanılan bu dağda yapıldığından
adını buradan almıştır. “Stadion” (Stadyum)
da Yunanca kökenli bir sözcük ve bir Yunan uzunluk ölçüsü birimidir (Bizdeki bir
spor bakanı bir yerde ne yazık ki burasını Türkiye’deki Olimposlarla karıştırmıştır).
Anadolu’da kurulan ilk merkezi devlet Hititlerse de bilinen
en eski uygarlık Luvi Krallığı’dır (M.Ö. 2000-1400). Anadolu'daki Helen
yer adlarının kökeni Luvice’dir. Bilge Umar "Olympos" sözcüğünün de
eski Luwi/Pelosgos kültürünün yayılma alanı kapsamında karşımıza çıkan bir dağ
adının Hellen ağzında büründüğü biçim olduğu kanısındadır. Apollon, Kibele,
Afrodit, Artemis gibi birçok tanrı ve tanrıça ismi de sözcüklerin Yunanca
telaffuzlarından türemiştir. Örneğin kökeni Etrüsklere dayanan Apollon’dan
“Likyalı” ismi ile de bahsedilmektedir. Likyalı sıfatının kökeni ise, Luvi
dilinde “Işık” (Lyk) anlamına gelmekteydi.
Uludağ’ın ismi de antik çağda bilinen “Hep parlayan” anlamında Olympos’tu ve Luvi kaynaklı bir isimdi. Antik
Yunan Tarihçi Herodot’un (MÖ. 484 – MÖ. 425) Mysia (Misya) için kullandığı
sözcük “Mariandyn” (Mariyandin);
yani Bursa Olimpos’u (Uludağ)civarı (Halikarnas Balıkçısı, Anadolu Efsaneleri, s.174).
Mysia, antik çağda Mysialıların yaşadığı bölgenin adı, Çanakkale, Balıkesir ve
Bursa dolaylarıdır.
Herodot, “Mysialılar
kendi ülkelerinin başlıklarını giyiyorlardı, ellerinde küçük kalkanlar ve
ateşte sertleştirilmiş demirden kargılar vardı.
Olympos Dağı’na komşu oldukları için bunlara Olymposlular da denilir
“ demektedir. (Herodotos Tarih,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 13. Basım, 2017, Kitap 7, Bölüm 74, s.
543)
Azra Erhat da Olympos’un Yunanca bir kelime olmadığını
belirtiyor. (Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 12. Basım, 2003, s.228) Erhat, “Yüksek Dağ” anlamında kullanıldığına
ihtimal veriyor: “Dorukları gökte
bulutlara karışan ulu dağların tanrılara konut olduğu inancı Yunan’a Sümer’den
geçmiş olabilir” diyor.
Yunanistan’daki Olympos Zeus’un merkezi buna karşın Apollon
ve diğer tanrılar Parnassos ya da Helicon Dağı’nda toplanırlardı. Homeros
tanrıların bu dağlarda şölenler düzenlediklerini ve konuşmak ve tartışmak için
buraya geldiklerini yazmaktadır.
Olympos adında efsanevi kişilikler de vardır. Örneğin,
Girit’e adını veren Kres’in oğlu Kronos’un (Zeus’un Emaneti) diğer adı
Kybele’nin kocasının adından gelen Mysia Olympos’u yani Uludağ’dır. Marsyas’ın
oğlu ünlü flüt çalgıcısının adı da Olympos.
Yunanistan ve Makedonya dışında, Olympos tanrılarının başka
yüksek dağlarda da toplandıklarını, Anadolu’da sayısı 20’ye varan (İda Dağı
gibi) Olimpos dağının bulunduğunu belirtir...
Mysialılardan önce bölge Masa ülkesi halkı da masalılar
olarak biliniyor. Mısırlılarla yapılan savaşta Masalılar Hititleri desteklemiş
ve Homeros’un İlyada destanında Mysialılar da Truva’nın müttefikleri arasında
gösterilmişti. Mysialılar Truva’nın yıkılması üzerine Lidyalıların hâkimiyetine
girmişlerdir.
Mysia sınırları içinde kalan Uludağ’ın özellikle batı ve
güney kısmı için kullanılan ismi Olympene idi. Lidyalılar civarda gürgen ağacı bolca
yetiştiğinden bu ağacın adından dolayı bölgeye Mysia deniyordu. Antik Yunan
Tarihçi ve Coğrafyacı Strabon (M.Ö. 64-M.S. 24), "Mysia isminin aslı Lydialılarda gürgen ağacına verilen isimden
çıkmıştır. Olympos Dağı dolaylarında çok sayıda gürgen ağacı vardır." demektedir.
(Geographika Antik Anadolu Coğrafyası, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 8. Baskı, kitap
XII.8.3, s. 73)
Strabon, bölgede
yaşayanlardan Olympeneli diye sözetmekte ayrıca bölgenin Pers egemenliği
döneminde “Hellespont” satraplığına
(eyalet) bağlanmasından dolayı “Hellespontlular” olarak anıldıklarını
belirtmektedir (a.g.e, kitap XII. 4.10, s. 61). Mysialıların konuştukları dil Lidya ve Frigya
dillerinin bir karışımıydı. Strabon’a göre Mysialılar dinsel inançlarından
dolayı canlı varlıkları yemekten kaçınmakta, süt, peynir ve balla
beslenmekteydi. Strabon, “Olympos
dağları iyi bir şekilde iskân edildikten başka aynı zamanda tepelerinde sık
ormanları ve haydut çetelerini barındıran, dağ tarafından korunmuş yerler de
içermektedir” demektedir. (a.g.e., Kitap
XII.8. 8, s.78)
Mysia bölgesi Romalıların egemenliğine geçtikten sonra çok
sık seyahat eden Roma İmparatoru Hadrianus
“Hadrianutherae” (Balıkesir), “Hadrianoutherai”
(Dursunbey) ile birlikte Uludağ’da da bölgenin merkezi sayılan bugünkü
Orhaneli’nin bulunduğu yerde “Hadrianoi”
kentlerini kurmuştur. Bu dağlık ve
ormanlık bölge Romalılar döneminde de bir tatil ve avlak yeri olarak kabul
görmektedir. Bölgedeki önemli mabed ve diğer yapılar da bu bölgede toplanmış
olup halk tarafından da kiliseler bölgesi olarak adlandırılmaktadır. Zeus Kersoullos
tapınağı ve Kızılkilise gibi. Günümüzde Orhaneli, Büyükorhan, Harmancık ve
Keles ilçelerinin olduğu tarih ve kültürel yapısı birbirine benzeyen yerleşim
bölgelerinin tamamı “Dağ Yöresi”
olarak adlandırılmakta…
Hititler döneminde de Mysia bölgesine
Hititlerce Assuwa denmekteydi.
Hititlerden sonra bir süre Lydialıların egemenliğinde kalan
bölgedeki kabilelerin hepsinin Thrak kökenli olduklarının varsayıldığını
belirten Strabon, “Mysia’yı, Bithynia’yla Aisepos
Irmağı’nın [Gönen Çayı] denize döküldüğü yere, kıyıdan Olympos’a kadar olan
alan içerisine yerleştirebiliriz.” diye
de yazmaktadır. (a.g.e, Kitap XII. 4.5, s. 58)
Pers egemenliğine geçtikten sonra Asya seferine başlayan Makedonya Kralı Büyük İskender (3.Aleksandros) Mysia’nın
güneyinden geçmiş Bithynia’yı da Perslerden alarak "Paphlagonia
ve Bithynia Satraplığı"na (Hellespontos
Phrygia)bağlamıştı. Ancak Büyük İskender’in atadığı satrapı yenen Bithynia
prenslerinden Bas, bölgedeki merkezi boşluktan yararlanarak siyasi, ekonomik ve
askeri yönden güçlenmiş ve hükümdarlığı boyunca Makedonyalıları da Bithynia’dan
uzak tutmayı başarmıştır. Onun oğlu Zipoites Bithynia üzerinde egemenlik kurmak
isteyen, İskender'in generallerinden (Diadokhos) Lysimakhos'u da yenerek Nikaia’da (İznik) "Bithynia Krallığı"nı kurmuştur
(M.Ö. 279).
Bithynia Krallığı en parlak dönemini 1.Prusias döneminde
yaşadı. Bithynia döneminde Bursa’dan kurucusundan dolayı “Prusa ad Olympium” (Uludağ Bursa’sı) diye bahsedilir. Bithynia
Kralı 1.Prusias (M.Ö 283 - M.Ö 83) ele geçirdiği yerlere Bithyn kolonileri
yerleştirerek sonra kendi adını vermiştir.
Birbirinden ayırt edilmek için Gemlik’e “Prusias am Mare” (Denizin
kenarındaki Prusa) ve Melen Çayı Kenarındaki Konuralp’e de “Prusias Pros
Hypios” (Hypios ırmağının kenarındaki Prusias) adı verilmişti. Romalıların
eline geçtikten sonra da "Pontus et
Bithynia" (Hellence Pontus kai Bithynia) adıyla anılmış, Roma’dan
gönderilen Proconsul (Eyalet Valisi) tarafından yönetilmeye başlanmış ve Bizans’ın
eline geçtikten sonra da İznik’e bağlanmıştır.
Uludağ’daki manastırlar da 3.Yy’dan sonra kullanılmaya başlamıştı.
Bizans İmparatorluğu Hristiyanlığı kabul ettikten sonra azizler tarafından kurulmuşlardı.
M.S. 303-308 yıllarında Hristiyanlara yönelik baskılar yoğunlaşınca Uludağ’daki
mağaralar ve inşa edilen küçük evler de inziva yerleri olmuştur. 1.Theodosius
(M.S. 347-395), 391'de Hristiyanlığı imparatorluğun resmi dini ilân etti ve
İznik teslisini destekleyip Hristiyanlığı teşvik etmiştir.
Ancak 25 Mart 717
tarihinde imparatorluğunu ilan eden "Birinci İkonoplast (Putkırıcı)
İmparator" unvanıyla anılan III. Leo İsauryalı (MS. 685-741)
ikonların imha edilmesiyle ilgili olarak ferman çıkartarak heykel ve resimlerin
yıkılıp kaldırılması emrini vermişti. Yaptığı uygulamalarla bütün kiliselerden
tepki gördüğü gibi Doğu ve Batı kiliselerinin de arasını açmıştır. Uludağ’daki manastırlar 8.Yy’da en üst
sayıya ulaşmıştır. Selanik ile Bafa Gölü’nün çevresi de manastırlar bölgesi
haline gelmiştir.
Bizans döneminde manastır ve kiliselerin çokluğundan dolayı
Bursa’ya da “Theoupolis” (Tanrı Kenti)
denmiştir. Bunda Uludağ’daki manastırların büyük payı vardır. “Agorlar Manastırı” (Monastere des
Agaures) Bizans İmparatorluğu’nda, 8 ve 9.Yy’da ikonoklastlar ve ikonodullar arasında
başgösteren çatışmalar boyunca büyük önem kazanmıştır. Çoğu Agaures (Agorlar)
manastırına bağlı 147 manastırın varlığından söz edilmektedir. Günümüzde
manastırlardan pek eser kalmamıştır.
Osmanlı döneminde Bursa’nın fethiyle Uludağ’daki
manastırlardan bazılarına dervişler yerleşmişler ve Uludağ’a da “Cebel-i
Ruhbân” (Rahipler Dağı) ya da “Cebel-i Keşiş” (Keşiş Dağı) denmiştir.
17. yüzyılın önemli gezginlerinden Evliya Çelebi, seyahatnamesinde “Evsâf-ı mesîregâh-ı Cebel-i Ruhban, yani
Keşiş Dağı” başlığı altında
Uludağ’dan, “Bursa şehrinin cânib-i
kıblesinde (kıble yönünde) şehre hâ'il
(kapatan), eflâke ser çekmiş (gökyüzüne baş uzatmış) bir kûh-i bâlâdır (yüce
dağdır)” diye söz etmekte, “Bu dağa
Keşiş Dağı denmesinin sebebi, Ayasofya’ daki patrik ve rahiplerin perhiz ile
uçarak gelip bu dağda dinlenmeleridir.” demektedir..
Uludağ adını ise Osman Şevki Bey’in 1925’teki önerisiyle
almış: “Bütün dünya bu dağa Olemp der.
Biz ise Keşiş Dağı diyoruz. Garbî Anadolu'nun en yüksek tepesine çıktım.
Etrafıma baktım; ne keşiş gördüm, ne derviş. Güzel Bursa bir keşişin gölgesi
altında mustaripti. Halk bu ismi sevmiyor; haklıdır. Olemp kelimesi de
halkımızın diline uygun değildir. Biz buna, dağın bünyesine en uygun olan bir
ismi verelim ve Uludağ diyelim.”
1925’te Bursa Coğrafya Encümeni ile bir inceleme gezisine
katılan Osman Şevki Bey’in hazırladığı raporda geçen bu öneri Mareşal Fevzi
Çakmak’ın olumlu bulmasıyla değiştirilmiştir. Atatürk’ün 1935’te
milletvekilliğine atadığı Şevki Bey Bursalı bir radyolog, besteci ve yazar.
1934’te çıkan soyadı kanunuyla Uludağ soyadını da almış. 1936’da “Uludağ Keşişleri, Dervişleri, Tapınakları”
isimli bir de kitap yazmış. Bu kitapta manastırların yayılma alanını 3
bölgeye ayırmış 28 manastır hakkında da bilgi veriyordu.
2011’de Uludağ’a adının verilişinin 85.yıldönümü sebebiyle
düzenlenen 1.Uludağ Buluşmaları’na Osman Şevki Uludağ’ın torunu İrem Ela
Yıldızeli de katılmış ve orada şöyle demişti: “Bursa şehrine varır varmaz karşımda yükselen dağ eteklerine dağılmış
şehre hemen hayran kaldım. Dağın ilk kayakçıları İlhan ve Akın Bey’den kayak
maceralarını dinleyip ateş etrafında dans ettik.”
Ancak İrem Hanım dedesi Osman Şevki Bey’in “Uludağ’da Din Hayatı” başlıklı
yazısını okumuş veya hatırlamış olsaydı bunları yazar mıydı acaba? Zira Osman
Şevki Uludağ bu yazısında, “Uludağ’ın
Bursa’ya bakan şimal yüzü son zamanlarda çok çirkinleşmiştir. Otuz yıl öncesine
gelinceye kadar Brusa’ya bakan ve genişliği her gün biraz daha artan keleş
tepelerin ve tarlaların yerinde kestane ve gürgen ormanları vardı. Şimdiki
Cumhuriyet köşkünün üst taraflarında geniş bir kızılcık ormanı, daha üst
taraflarda havlucu esnafının her yıl esnafça toplandıkları geniş kestane
ormanları sola doğru ilerleyerek ve Akçağlayanın üstünden dolaşarak Değirmenli
kızık ve Hamamlı kızık köyleri arasında bulunan ormanlarla karışırdı. Brusa’
dan dağa bakanlar gördüklerine doyamazlardı.” demiştir.
Bursa Fransız Kilisesi Rahibi Bernardin
Menthon, Uludağ’daki manastırlarla ilgili ilk kapsamlı araştırmayı yapan
kişidir. 1935’te “L’olympe de Bithynie”
(Bitinya Olimposu) adlı bir kitap yazarak Keşiş Dağı olarak anılan Uludağ’ın
Hristiyanlık kültüründeki yeri hakkında bilgiler vermiştir.
Osman Şevki Uludağ, “Mabetler
hakkında bize en güzel malumat veren ve bizim tetkiklerimizi tamamlayan papaz
Bernardin Menthon, ancak Bizans vakainivüslerinin notlarından, azizlerin
tercümei halleri hakkında eline geçirdiği monografilerden faydalanmak suretiyle
bunların yerlerini kararlaştırabilmiş ve ancak beş altı tanesinin kiremit,
tuğla ve mermer kırıklarından ibaret enkazını bulabilmiştir. Bu mabetler orta
çağda harap olmuşlardır. Uludağ’ da manastır hayatı 8. ve 9. yy’ larda pek
ileri dereceye varmıştı. Bundan evvel üçüncü yy sonlarına doğru St. Neofit
adında birisinin aynı zamanda boz alanı adını da taşıyan tekfur alanının yüksek
bir tepesinde bir mağarada yaşadığı söylenir kezalik vakanüvisler beşinci
yüzyılda da oralarda keşişler ve manastırlar bulunduğunu söylerler. Fakat bütün
bu bilgiler çok müphemdir ve açık malumat yoktur. Ancak 8.yy dadır ki dağda din
hayatı çok inkişaf bulmuş ve her taraf mabetle dolmuştur. Bu manastırlardan bu
gün hiç birisi ayakta duramamaktadır. Hepsi ortada kalkmış, hatta izleri bile
kaybolmuştur.”diye yazmaktadır…
Bayındırlık İşleri Müfettişliği görevi sırasında Fransız
Hükümeti tarafından Anadolu'ya gönderilen Fransız arkeolog ve gezgini Charles
Texier (1802-1871) de bölge hakkında kitaplar yazmış, gözlemlerini aktarmıştır.
Bunlardan en ünlüsü, “Asie Mineure”(Küçük Asya)adlı kitaptır.
Texier, bu kitapta Uludağ’daki manastırların yoğunluğundan söz ederek Uludağ’ı Yunanistan’daki
Athos (Aynaroz) Dağı’na benzetmiş ve şöyle demiştir:
“Eskiden söylendiği
gibi, Olimpos zirvesinin, bir yayla oluşturan iki başı vardır. Doğu tarafındaki
başında kuru taştan yapılmış bir yapının kalıntısı görülür. Bu bir ufak kilise
ya da manastır olabilir. Şekil ve yapımından hangi devre ait olduğunu
belirleyecek hiçbir özelliği yoktur… Bizans İmparatorları zamanında Olympos
vadileri, başkentin gürültüsünden kaçıp inzivaya çekilmek isteyenlerin mekânı
oldu. Athos Dağı’nda olduğu gibi burada da küçük kiliseler ve inziva yerlerinin
sayısı arttı. Dünyadan elini eteğini çekenlerin anılarını muhafaza ederek bugün
de gururlu olan Olympos dağı, Türkler tarafından verilen Keşiş Dağı adını
taşır.”
Antik Yunan kentleri (polis)
“Basileus” ya da “Tiran” (Tyrannos)
adı verilen iktidar krallar tarafından yönetilirlerdi. MÖ. 6.Yy sonuna dek olan bu dönemden Homeros
ve Hesiodos, kahramanlık çağı olarak bahsetmektedir. İlk çağlarda adalet ve
özgürlüğün kurulacağı altın çağa dönüş inancı Chilistianism (Tanrısal Krallık) vardı.
Homerik çağ ise, Halikarnas Balıkçısı’nın masumluk, çocukluk ve düş dönemi
dediği dönemdir.
Yunanlıların en önemli ve en eski “Theogonia”sını yazan Hesiodos’tur. Fenike, Sümer ve Babil gibi
eski inanç ve efsaneleri aktarır Yunanlılarınkiyle kaynaştırır. Homeros’ta
olduğu gibi Eski Yunan’daki mitoloji yazarlarına kaynak oluşturan tek din
kitabı olarak kabul edilir. Hesiodos (MÖ. 8.Yy) didaktik (öğretici) şiirin
öncüsü ve ilk ekonomi tarihçisi olarak da kabul edilir. Theogonia adlı eseri evrenin
oluşumu ve tanrıların kökeni hakkında kaynak olarak yorumlanırken “İşler ve Günler” adlı eseriyle de
çiftçilik yaşamını anlatır. Hesiodos, İş
ve Günler’de çağların gittikçe kötüleştiğini
“Altın Çağ” diye nitelediği
bir barış bolluk döneminden sonra gümüş, bronz, kahramanlık ve demir çağının
geldiğini belirtir. Ve işlerin zor ve insanların da çok çalışmaktan yıpranır
hale geldiklerini dile getirir. Hesiodos’un bu konuda yazdıkları belki de diyalektik
tarihin gelişimine ilişkin ilk gerçekçi varsayımlardı.
Toplumsal gelişime ekonomik temelli yaklaşan Saint
Simon, endüstri toplumuna ilişkin Hristiyanlık
için “Yeni Hristiyanlık” yaklaşımı getirmişti. Dinsel düşüncenin
yerini bilimsel düşünce almıştır (rasyonelleşme). Saint Simon’dan etkilenen tilmizi
Auguste Comte de pozitivist toplumun bu yeni dinsel anlayışına “insanlık dini” olarak bakmıştır. Sosyolog Auguste
Comte toplumsal gelişmeyi 3 aşamaya ayırmıştı: Teolojik, metafizik (ortaçağ) ve
pozitif dönem. Avrupa uygarlığı çok tanrılı uygarlıktan sonra endüstri
toplumuna ulaştı. Bilim Kurgu ile yaratılan efsaneler, fantastik dünya
(ütopyalar) dünle yarının bir harmanlanışıydı elbette…
M.Ö. 7.Yy’da dithyramboslarla (başta 1-2 dizeli şiirlerle)
başlayan tragedyalar da mitolojiyle beslenirlerdi. Yunan tragedyasında diyaloglu
bölümler epizod (perde) olarak adlandırılır. Thespis ve Aiskhylos (Esillos) MÖ.
6.Yy tragedyanın yaratıcıları oldular ve tragedya (3 ayrı bölümden oluştuğu
için, trilogia) seyircide bir etki (katarsis) amaçlanarak tanrılara ve krallara
övgüler yağdırılırdı.
Tektanrıcı ve evren bilim hakkında görüş
ortaya koyan Ksenophanes (M.Ö. 570 – M.Ö.
475), Amerikalı Anarko-Primitivist Yazar
John Zerzan’a göre, ilerleme inancını beyan eden ilk kişidir (Makinelerin
Alacakaranlığı, Kaos Yayınları, 1.Baskı, 2013, s. 53). Antik Yunan mitolojisi
efsanevi yazımlara dayalı idi ve bu efsaneler içinde barbar devlerle uygar
tanrı düzeni içinde sürekli bir çatışkı anlatılmaktaydı. İnanç günlük yaşamla
iç içe idi ve eğitimde çok önemli bir yeri vardı. Ksenophanes tektanrıcılığı
(monoteizm) savunarak Tanrı’nın insan ve diğer doğal varlıklara
(antropomorfizm) benzetilmelerini şu
sözlerle eleştirir: "Homeros ile Hesiodos, ölümlüler
(insanlar) arasında suç sayılan, utanılan bütün şeyleri tanrılara da
yüklemişlerdir. Tanrılar hırsızlık ederler, yalan söylerler, eşlerini
aldatırlar. Bir tanrı vardır; bu, tanrılar ve insanların en ulusudur; ne biçimi, ne de
düşünmesi bakımından ölümlülere benzer; bu tek tanrı baştan aşağı işitmedir,
baştan aşağı düşünmedir; her şeyi düşünceleriyle hiç zahmetsiz yönetir.”
Sözlü (tanrısal) yasalar Thesmoi idi ve farklı çıkarlar yazılı hale
gelmesine neden olmuştu. Nomos eski Yunan
şehir devletinin (polis) egemenliğini ifade eden yasalar, hukuk düzenidir.
Arapça olan namus sözcüğü de Yunancadan türemedir…
Osmanlı Devleti’nin parçalanmasından iki devlet ortaya çıktı
der Herkül Millas: Yunanistan ve Türkiye.
İkisi de hem birbirine hem Osmanlı’ya karşı savaştılar.
Urla (İzmir) doğumlu Çağdaş Yunan Şair Yorgo Seferis’in
1945-1951 yıllarına ait günlükleri “Bir Şairin Günlüğü” adıyla ölümünden
sonra bir kitapta toplanmıştı. 1949’da Bursa’ya da gelmiştir
Seferis. Bu kitapta “Bithynia Olympos”u diyordu Uludağ’a: “1 Mayıs 1949: Bithynia Olympos’u; keşişleri eski zamanlara ait. Müziğin yaprakları; müzik nasıl da yuva
yapıyor kendine; nasıl serpiliyor
yapraklar onunla.” Yorgo Seferis (1945-1951
Bir Şairin Günlüğü, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, 2004, s. 146)
Nostos ve haymatlos; bir yanda özlem eve dönme isteği bir yanda
tabiiyetsizlik; vatandan uzak kalma duygusu yani. Yorgo Seferis, 1922’deki mübadele
(değişim) trajedisinin yarattığı duyguyla şiirini de etkileyen sürekli bir
kimlik arayışına girmişti. İonia’da hissettikleri, çocukluğu onu Odisseusvari
nostos duygularıyla doldurmuştur…
Çağdaş Yunan Şair Yannis Ritsos , “Yunan uygarlığını belirlemiş olan, hala da belirleyen işte budur;
dinsel hoşgörü, bir de kimi etki ve
etkenleri kabullenmekteki korkmazlık. Doğu ve Batı arasında bulunduğu için hem
Doğu’dan hem Batı’dan kimi özellikleri almış, sindirmiş, birleştirmiştir. Bu
yüzden hem Doğulular hem Batılılar için örnek olabilmektedir.” der (Herkül Millas, Çağdaş Yunan Edebiyatı, Dünya Yayıncılık, 2005, s, 76)
Modern Yunan edebiyatının temellerini atan ve Yunan
aydınlanmasının öncüsü Adamantios Korais’tir. İzmir doğumlu Korais Osmanlı
bağımlılığını ve Ortodoks kilisesini eleştirmiştir. 1821 Yunan İsyanı’na giden
süreçte yayınladığı “Hellen Nomarşisi” cumhuriyetçi
görüşleri dile getiriyordu.
Apokalips’i (Vahiy
kitabı) Yuanna sürgündeyken İsa’yı gördüğünü iddia ettiği küçük bir yunan adası
olan Patmoz (batmaz) adasında yazmıştır. Ada’daki bir mağara da Hristiyanların
haç merkezlerinden birisidir. D.H.Lawrence
de 1931’de yayınlanan “Apocalypse”
(Vahiy) adlı bir kitap yazdı. Batı uygarlığını şekillendiren politik, dini ve
sosyal yapıları eleştiriyordu. Ona göre, akıl ve ruh arasındaki sürekli çatışkı,
toplumun doğal dünyadan yabancılaşmasına neden olmuştur. Son kitabında Lawrence, insanların doğadan ve
evrenden koptuğunu ileri sürerek, insana ve kozmosa dair umut aşılamaya
çalışıyordu. Lawrence, Mina Urgan’a göre beden içgüdülerini yadsıyan sadece ruhu
önemseyen Hristiyanlık ruhçuluğunu eleştiriyordu; “The Dark Gods” (Karanlık Tanrılar)
dediği cinsel dürtüler gibi bedensel dürtülere egemen kozmik güçlere
inanıyordu.
Mina Urgan,”Lawrence,
sanayileşmeyi yaşadığı çağın başlıca felaketi sayardı.” demektedir.
(D.H.Lawrence, İnceleme, YKY, 2016, s. 9)
Tetrarşi (4’lü
yönetim), M.S. 3.Yy da Roma İmparatoru Diocletianus’un ülkeyi daha kolay yönetilir hale getirmek için
2’ye bölüp başına birer Augustus (imparator)
getirmesi ile ortaya çıkan yönetim şekli idi. Ve böylece ülkeyi bir Caesar
(Kayser) daha kolay yönetebilecekti.
Apollon’a (Güneş
Tanrısı) tapan kendisi de ordusu gibi pagan olan 1.Constantinus Roma’daki kötü
yönetime duyulan tepkiden faydalanarak Maxentius’la savaştı. Romalı iki
tetrarkın karşılaşmasında Maxentius’a karşı zafer için Hristiyanlığı
kullanacaktı (M.S. 312).
Yunan kolonileri (kentleri)
aslında birer “Paroskia” yani Yunan ticaret şirketleri tarafından
kurulan ulusal yöre dışında yeralan ulus bilinç taşımakla birlikte ekonomik ve
toplumsal niteliği olan sömürgeci ve burjuva işbölümüne dayalı insan
topluluğundan oluşan (Selanik, İzmir, Odesa gibi) kolonilerdi. Bu kentlerden biri de adını
kurucusu efsanevi kahraman Byzantas’tan alan Byzantion’du (İstanbul). 1.
Constantinus bu Eski Yunan kolonisini imparatorluğun yeni başkenti ilan ederek
(13 Mayıs 330) “Nova Roma” (Yeni Roma) adını vermişti. Ölümünden sonra adıyla; “Constantinopolis”
olarak anılacaktır.
1.Constantinus (M.S. 272- M.S. 337), Hristiyanlara hoşgörü
gösterilmesini buyuran ve “inanç özgürlüğünü” dile getiren Milano Fermanı’nı (M.S.
313) yayınlar ve Roma İmparatorluğu'nda resmî din olacak Hristiyanlığın
içerisinde tartışılan bazı konuları netleştirmek amacı ile (İnanç Bildirgesi) Birinci İznik Konsili’ni toplar. Konsilde Athanasius’un
karşı çıktığı İskenderiyeli Papaz Arius’un 3’lü teslisi (ve İsa’nın Tanrı’nın
oğlu olduğunu) reddettiği teori tasfiye
edilerek aforoz edilir. Paskalya Bayramı İznik Konsili’nde kararlaştırılmıştır
(Her Pazar). İkinci İznik Konsili (7.konsil) ikona kırıcılığı konusunda 787’de
tekrar toplanır.
Osmanlı Devleti ulus yerine dinsel ayrım güttüğünden Ortodoks
Yunanlılar kendilerini Hristiyan olarak tanımlardı. Merkezi İstanbul’daki Fener
Rum Patriği olan Doğu Ortodoks Kilisesi 3 büyük Hristiyan mezhebinden birini
oluşturur (diğer ikisi Roma Katolik Kilisesi ve Protestan Kilisesi). Yunanistan
Ortodoks Kilisesi Doğu Ortodoks kiliselerinden birini oluşturur. Ve Doğu Ortodoks Kilisesi İznik,
Konstantinopolis ve Efes Konsili’ni
tanıyan oryantal Ortodoks kilisesine karşı
ilk 7 konsildeki tanımlamaları kabul eder.
Monistik Tekçilik evreni tek bir "ilke"ye
dayandırarak açıklamaya çalışan öğretidir. Özellikle ruhu maddeye, maddeyi de
ruha irca eden, diğer bir ifadeyle, ruh ile maddeyi özdeş sayan öğretilerdir. İznik
Konsili’nde Arius’un aforoz edilmesi monofizizmin yani İsa’nın tanrının oğlu
olduğunun temel akide olarak benimsenmesi İsa'nın varlığında, insanlıkla tanrısal
özün birleştiği ile ilgili kararlar alınmıştı. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu
İznik Konsili’nde de (M.S. 325’te) temel akide olarak benimsenmişti. Kutsal
Ruh’un Tanrı olduğuna inanırlar. Aya Triada, kutsal üçlü demektir. Bazı Rum
Ortodoks kiliselerine verilen addır. Transfigürasyon; Tanrı’nın oğlu İsa’nın
dönüşümü gibi İsa’nın dirilip göğe yükselmesiydi. Tanrı’nın İsa’nın vücudunda
beden bulduğuna ve yol gösterdiğine inanırlar. Ortodoks kilisesinde bu kavram
“Teofani” (Hierosphainein), Batıda ise “Epifani” yani tanrı kudretinin tezahürü anlamına da
gelmekte…
Katolik evrensel manasına gelirken, Ortodoks, doğru inanç
anlamındadır. Ortodoksların batı kiliselerinden farklı akideleri de (Paradhosis)
vardır. Ortodokslar resimlerle yetinirler. İkonostaz, İkonlu duvar ve
tablolarına denir. İsa, Meryem Ana ve
diğer ermişlerin tahta üstüne yapılmış heykel ve resimlerine de ikon veya ikona
derler. Yunanca sözcüklerdir.
Ortodoksların ayinleri Yunanca olur. Keşişler manastırlarda
yaşayıp hiç evlenmezlerdi fakat Ortodokslarda rahipler evlenebilirlerdi.
Kitonik dünyevi,
kozmik evrenseldir. Ekümenik ise, evrensel, ikamet eden dünya manasında
yunanca bir sözcüktür. Bütün kiliseleri kapsayan kavramla Ortodoks
kiliselerinde birliktelik ve eşitlik kastedilmektedir. Apostolik, 12 havariyle ilgili ve onların
kurduğu kiliseler manasındadır.
Agios aziz, agia
azize demektir. Taksiyarhis
çağdaş Yunancada başmelek demektir. Başmeleklerin kimliği kesin
olmamakla birlikte 4 büyük başmelek ismi geçmektedir: Michael, Gabriel, Raphael
ve Uriel. Michael tanrının kendinden
yarattığı ilk melek kabul edilir, ikonografide elinde kılıç ve ölü ruhları
tartan teraziyle tasvir edilir.
Ayazma Türkçeden türetilen bir sözcüktür soğuk su demektir.
Ortodos hristiyanlar kutsal su anlamında ayazmalara hagia derler. İsa’ya inananların
yıkanması (vaftiz) İsa ile bütünleşmek anlamına
geliyor. Çocuğa vaftizde kutsal sayılan bir isim de konuyor. Benzer bir sözcük
olan takdis öldükten sonra huzur içinde yatması için günahların bağışlanması
için yapılan bir işlemdir.
Noel doğuş demektir (Fransızca). Hristiyanlık inancına göre
Noel yortusu paskalyadan sonra gelen ikinci önemli yortudur. İsa’nın, doğumunun kutlandığı bu yortu gününe Yunanca “Xristougenna” (Mesih doğdu)
denir. Batı kilisesi 25 Aralık’ta
kutlarken Noeli Ortodoks Kilisesi Julyen takvimini esas aldığı için 7 Ocak'ta
kutlar. Teofani bayramını (Haçı suya atma bayramı) 6 Ocak yerine 19 Ocak'ta kutlar
(Gregoryen takvimle Julyen takvim arasında 13 gün fark olduğundan).
Uruc orucu 1 Ağustos-15 Ağustos (Uruc Günü) arasında Meryem
ana adına tutulan oruçtur. İsa’nın dirilişinin kutlandığı Paskalya yortusu
öncesinde olduğu gibi, Noel yortusundan önce de 15 Kasım’dan sonra 40 gün oruç
tutulur. Paskalya dönemindeki 40 günlük oruca “Büyük Perhiz” denir. Rumlar
kırk gün tutulan oruca “Megali Sarakosti" (Büyük Kırk Gün) derler.
Kristoloji yani Mesih anlayışına göre enkarnasyon
(hulul) tanrının cisimleşmesi ve insan
biçiminde görülmesidir.“Golgota”
(Calvary), İncil'deki anlatımlara göre Kudüs surlarının hemen dışında yer alan
ve İsa'nın çarmıha gerildiği bir tepedir. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra 3.
günde dirilişini (paskalya bayramı) mart-nisan
ayında kutlarlar. Ortodokslar için en önemli kutsal bayramlardan (yortu)
sayılan günlerde İsa, havarileri ve diğer azizler anılırlar. Hristiyanlar
İsa’nın doğumu, vaftizi ve peygamberliğe başlangıcını 25 Aralık-6 Ocak
arasında, göğe yükselişini (mihracı) ise Nisan’dan Temmuz’a kadar kutlarlar...
***
(2)
Uludağ’ı en güzel, İnegöl’den görürsün
Hele bulutlar
sarsın, tepesini örülsün
Lodoslu havalarda,
sanki devler dirilir
Uludağ’ı uyanık ve
ayakta görürsün
(Yaşar Faruk İnal)
Yaşar Faruk İnal, İnegöl doğumlu bir şair. Balkan göçmeni
şair, tıpkı Rumeli kökenli diğer şairler, M. Niyazi Akıncıoğlu ve Uluğ
Turanlıoğlu gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi Bursa’nın tarihsel ve mistik
dokusundan etkilenerek Bursa’yı dizelere döken, şiirleştiren bir şairdi. Bursa’nın kolay geçit vermez ve zirvesi
çoğu zaman karlı Uludağ’ını Bursa’ya ait öteki zengin imgeler arasına katıp
işliyordu. İnal, “Uludağ (2)” şiirinde Uludağ ile ilgili hislerini bu dizelerle
ifade ediyordu. (Nilüfer Çiçeği Bursa Şiirler, 2007, s.21)
Çocukluk yıllarımda Uludağ’ı Ankara dönüşlerinde İnegöl’e
yaklaşırken bir Bursa habercisi gibi görürdüm.
Bu sıra dağlar, bütün azamet ve
haşmetiyle yolculuk boyunca İnegöl’den başlayarak ta Bursa’ya kadar eşlik
ederdi. Pencereden kuzeye bakmak
hatırıma bile gelmezdi çünkü sol yanım boylu boyunca karlı dağlar sıra sıra
zirvelerle çevriliydi. Onlar bana ürkütücü de gelirlerdi ama güzeldi. İnegöllü
öykücü Yazar Cemil Kavukçu’nun “Angelacoma'nın
Duvarları”nı okuduğum zaman çok etkilenmiştim. Angelacoma, İnegöl'ün Bizans
dönemindeki adıydı. Yazarın İnegöl’de geçen çocukluk yıllarını anlatan bu
kitap bana hemen Uludağ’ı anımsatmıştı. Bursa için Uludağ ilk sıradaki bir
simgedir.
Uludağ, kuzeybatı ve güneydoğu yönünde uzanan büyük bir dağ
silsilesidir. Kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda uzanan Uludağ'ın
uzunluğu 40 km'yi genişliği ise 15–20 km'yi bulur. Bu dev kütlenin
dokusu granit serpantin ve gnays ile kolemanit, krom ve volfram (tungsten) gibi
madeni taş ve kayaçlardan (şist) oluşmuştur. Jeomorfolojik açıdan volkanik
olmayan tektonik (fay hareketleriyle oluşmuş) bir dağ olan Uludağ, dağcılık
açısından da masif yapılı bir sıradağ kütlesidir, yani tırmanması çok kolay
fazla çıkıntılı olmayan yer yer düzlüklerden de oluşan yüzeylere sahiptir.
Uludağ bu uygun topografyayla (yer şekilleri)
daha sonra kurulmuş benzerleri için de Türkiye’de bir örnek, bir
prototip kışlık turizm merkezi olmuştur.
Yollar, patikalar, teleferik, telesiyej, kayak merkezi, yaylalar, vadiler,
Sarılan, Çobankaya, teleferik ve telesiyej istasyonları, oteller, seyir
tepesi… Bugün bunları içinde barındıran
Uludağ’da, “Milli park” 1961’de ilan edildi. 2006’da ise 1600 hektarlık bir
alan milli park alanının dışına çıkartıldı.
Övülmeyi mi istemiyor, yoksa bunu hakketmiyor mu Uludağ? M.Ö.4.Yy’da
kutsal Lykeion tepesi’nde bir okul (Akademia) kuran Aristo, sanatta doğayı
taklit (mimesis) olarak kavramlaştırmıştı tiyatro sanatının temel özelliğini.
İdil, kır huzurlu yaşam şiiri. Uludağ için yazılmış böyle şiir pek yok, mesela
Ilgaz Dağı için yazılmış çok bilinir olmuş bir şiir var da acaba neden kutsiyet
ve ululiyet atfedilmiş Uludağ’a şan verecek pek öyle şiir yazılmamıştır.
Hapisteki çınar Nazım’dan, hemen akla düşen
“Uludağ’a Dair” şiiri:
Yedi yıldır Uludağ’la
göz göze bakışıp dururuz.
Ne o kımıldanır yerinden,
ne ben,
lâkin birbirimizi yakından tanırız.
Gerçekten yaşayan her
şey gibi gülmesini ve kızmasını bilir.
Bazan,
hele kışın, hele geceleri,
hele rüzgâr kıbleden estiği zaman,
karlı senaberlikleri, yaylaları, donmuş gölleriyle
uykusunun içinde şöyle bir kıpırdanır,
ve orda, en yukarda, en tepede oturan keşiş,
uzun sakalı darmadağın
ve etekleri savrularak,
rüzgârın önünde haykıra haykıra iner ovaya.
Türkiyedeki linyit kullanan termik santrallerden biri de
Orhaneli’de bulunuyor. 2006’da bölgede yapılan bir araştırmada solunum yolu
hastalıklarına yol açtığı belirtilen santralde ama ne zaman 1998’de
desülfirizasyon ünitesi ve elektrostatik filtre gibi çevreci sistemler ancak
devreye sokulmuş, böylece doğaya salınan kükürtdioksit, toz ve küllerde bir
nebze azaltılma olmuştur…
5177 sayılı yasa kapsamında 2004’te, madenlerin yabancılara
satış ve özelleştirilmesi ne yol açan maden yasası yürürlüğe girmişti…
“İnsan, bir kez
tarihi, ruhsuz ve yabancılaştırılmış bir
sisteme dönüştürdü mü; bu tarih makinesinin işleyebilmek için ihtiyaç duyduğu
şey, insan yaşamının kalıntıları olur.” Andrey Tarkovski
Alman Sosyolog Max Weber, “Şehir konusundaki pek çok tanımın yalnızca bir ortak boyutu var: Şehir, basit olarak, bir veya daha fazla ayrı evler kümesinden
oluşur ama görece kapalı bir yerleşim bölgesidir. İktisadi tanımlamayla
şehir, sakinlerinin hayatlarını tarımdan
değil, esas itibariyle sanayi ve alışverişle kazandıkları bir yerleşim
yeridir.”diyordu. ( Şehir, Modern
Kentin Oluşumu, Yarın Yayınları, 11.
Baskı, 2015, s. 73-74)
Ancak Andre Malraux bilindiği gibi fonksiyonel
şehircilik anlayışı yerine bir şehirde tarih, doğa ve kültür gibi kaliteli
yaşam arttırıcı öğelere göre planlama yapılmasını önermektedir.
Aslında çok açık
kimliği var Bursa’nın: Tarihsel ve doğal kimlik. Bursa zengin bir kültürel birikim ve tarihsel
dokuya sahip, bu dokusunda çeşitli uygarlıklardan izler taşır. M.Ö. 1200’lerde
Frigler, M.Ö. 550’lerde Bithynia’lılar
gelmiş M.Ö. 70’lerde Romalılar egemen olmuş. 1080’de Selçuklular, 1097’de
Bizans, 1326’da da Osmanlı Devleti egemenliğine geçmiş. 1402’de (Ankara Savaşı) Moğol istilasına
uğrar. Milli Mücadele sırasında 2 yıl 2 ay 2 gün işgal altında kalır. Sonra
Cumhuriyet’le eklenen tarihsel ve kültürel yapı. Yüksek mahalleleri doğal seyir terası. Uludağ eteklerinde hemen hepsi tarih dokulu
taraça semtlerden mahallelerden oluşuyor: Yıldırım, Emirsultan, Yeşil, Tophane
(Hisar), Muradiye ve Çekirge…
Bursa hakkında yazanlar için Uludağ bir simge ancak
sınıflaşmanın en belirgin göstergesidir de; Türkiye siyasetine egemen liberal
sol-liberal muhafazakâr iki kutbu için rüştü ispat aracıdır da. O hale
gelmiştir getirilmiştir Bursa’da Uludağ…
Ülkenin bir yanında kardan kapanmış yerleşimlerin bilhassa
Bahçesaray haberleri verilirken bir yandan da Uludağ’daki kayak ve eğlence
haberlerinin verilmesi çelişkili gelirdi bana. Yıllar sonra haberlerin içeriği
çok değişmişti, Bahçesaray’dan pek bahsedilmiyordu artık belki ama Uludağ’a kar
yağdırmak için belediyelerin seferber olması ilginç geliyordu. Çünkü bütün çaba topu topu 3-5 metre
genişlikte kar pisti içindi. Doğu Anadolu’da 8-10 metrelik karları kaldırmak
yaşamsal bir sorun haline gelirken kimi için kış Uludağ’da kayak mevsimi
demekti…
2002’deki belediyeler kaçak yapılaşmayı önlemek için Uludağ
orman alanı içinde kalan bölgeleri “mücavir alan” ilan edip yıkımlar yaparken, 2012’de
6831 Sayılı Orman Kanunu’nda yeniden değişiklikle kentsel dönüşüm ileri
sürülerek 2B yani “Orman vasfını
kaybetmiş hazine arazileri”adı altında işgal edilmiş
varsayılan arazilerin ormanlık vasfının ortadan kaldırılmasına ve 7 Şubat 2013’te
de Maliye Bakanlığı’nın talimatıyla satışına onay verildi. Bu bölgeler uzun bir
süre bazı sektlerin ve yabancıların işgaline uğramış olduğu kamuoyunda da
tartışma yarattı ve yapılaşma İnkaya, Kirazlı ve Yiğitali (Congara) gibi dağ
köylerinin çok daha yukarısına Milli Park sınırlarının 5 km yakınına
(Hüseyinalan köyü) kadar yayıldı.
Çiçek deyip geçme
Ben sığmam diyor
Ovalar varken
saksılara…
(Hüsam Kurt)
Ekoloji (Ecology), canlıların diğer canlılar ve çevresiyle
ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır. Bitki ekolojisi, (plant Ecology), bitkiler
arasındaki etkileşim, yaşadıkları ortamla ilişkilerini inceleyen bilim dalı,
bitki sosyolojisi (plant sociology) ise
bitki kuşaklarının yayılışını ve sınıflandırılmasını inceleyen vejetasyon
bilimidir.
Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim üyesi Prof.
Dr. Gürcan Güleryüz , “Uludağ, sadece kar
cenneti olarak mı anılmalı? “diye soruyordu. Güleryüz’e göre, “Ne yazık ki, günümüze kadar ağırlıklı
olarak bu yönü dikkate alınmıştır. Buna
bağlı olarak da turizm yatırımları bu yönde olmuştur. Kış mevsiminde açık olan turistik tesisler, yaz
sezonunda etkinlik göstermemişlerdir. Son yıllarda bir iki işletme doğa turizmine
yönelik olarak yaz sezonunda da hizmet vermeye başlamıştır.” (Gürcan
Güleryüz, Uludağ Alpin Çiçekleri, Uludağ Turizmini Geliştirme Derneği, 2000, s.
4)
Alman Botanikçi Ernst Mayr, Uludağ’da 7 ayrı bitkisel
kuşak (zone) bulunduğunu ortaya koymuştu. Buna göre, Uludağ’da 350 metreye
kadar olan rakımda defne, zeytin, ardıç, kızılçam (Akdeniz maki ve frigana
bitki örtüsü), 350-700 metreler arasındaki kuşakta Anadolu Kestanesi (Castanea Sativa),
erguvan, kayın, karaağaç, kızılcık, meşe, karaçam, 700-1500 arasında sık Doğu Kayını (Fagus Orientalis)
ve lokal olarak Sapsız Meşe (Quercus Petraea) ormanları, 1500-2100 metre
arasında nemli Uludağ (Batı) Göknarı (Abies Bornmülleriana) ve gürgen,
zirvelere doğru subalpin (1800-2200) ve alpin (2300-2500) kuşak çayır ve bodur
çalı bitkileri yayılış gösteriyor…
Uludağ’da farklı yüksekliklerde bazıları endemik renk renk
çiçek ve şifalı bitki (fitoterapik) toplulukları boy gösteriyor. Bursa’ya bakan
alçaktaki yamaçlarda ayrı yukarıdaki vadi ve yaylalarda ayrı Bursa Ovasına
bakan zirve ve tepelerde ayrı bir güzellik, farklı renklerden oluşan bir tablo
hâkimdi. Bursa ve Uludağ adeta bir renk
kataloğu (pantone), bir renk cümbüşü gibiydi.
Uludağ Üniversitesi Fen Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr.
Gönül Kaynak da Uludağ’daki çeşitliliğe dikkat çekerken başka ülkelerle
karşılaştırmış. Türkiye’de 12 bin civarında bitki türüne karşılık bütün Avrupa
florası 12 bin civarında; İtalya’da 5.600, Fransa’da 4.900, İngiltere’de 1.400,
Hollanda’da 1300 ve Danimarka’da 1000 civarında bitki türü mevcut.
Güleryüz, Uludağ’ı doğa turizmine açmak için hem bilimsel
yönden hem de doğa turizmi açısından ele alınmasının bir gereklilik olduğunu
vurguluyordu. Bir bilim insanı olarak
jeomorfolojik yapısı ve bitki sosyolojisi hakkında bilgi veren Güleryüz, kar
cennetinin yani Uludağ’ın öbür yüzüne de dikkat çekerek mart-ağustos arasındaki
yaz döneminde adeta bir “çiçek cenneti”ne dönüştüğünü
belirtiyordu. Uludağ’daki bitki örtüsü mutlaka korunmalıydı.
Avrupa Alpin, Asya, İran ve Doğu Akdeniz ikliminin
etkisindeki Uludağ’da farklı rakımlarda iklim, yerşekilleri ve bitki örtüsü
değişiklik sergilemektedir. Türkiye’deki en önemli bitkisel alanlar arasında
yer alan Uludağ’da kar örtüsünün yavaş yavaş kalkmasıyla adeta bir çiçek
şenliği başlar. Uludağ’da bulunan toplam 1320 bitki türünden; Dön baba (Erodium
Olympicum), Labada (Rumex Olympicus), Benli Yumak Otu (Festuca Punctoria), Bit Otu
(Pedicularis Olympica), Yumuşak Tüylü Sığır Kuyruğu (Verbascum Bombyciferum),
Bursa Sığır Kuyruğu (Verbascum Prusianum), Ulu Sığır Kuyruğu (verbascum Olympicum),
Çöven (Gypsophila Olympica), Altuni
Hindiba (Crepis Aurea), Kirpikli Kanarya
Otu (Senecio Olympicus), Obrizya (Aubrieta
olympica), Geven (Astragalus Sibthorpianus) gibi
33 tanesi sadece Uludağ’da yayılış gösterir.
Kanarya Otu (Cineraria), Şincar (Onosma Velutinum), Kaz Otu (Arabis Drabiformis), Lefkoje (Matthiola
Montana), Asyneuma Rigidum ve Asyneuma Virgatum, Kum Çamı (Jasione Supina), Dağ
Karanfili (Dianthus Leucapheus ve Dianthus Recognitus), Kestere (Stachys Tmolea), Sarı Sarımsak (Allium Flavum), Dağ Soğanı
(Allium Olympicum), Misk Soğanı (Muscari Bourgaei), Keten (Linum Olympicum), Çilek
Otu (Patentilla Buscoana), Çok Çiçekli Gelincik (Papaver Pilosum), Tilki Kuyruğu
(Alopecurus Lanatus), Ulu Yumak Otu (Festuca Cyllenica), Yavşan Otu (Veronica), Altuni Çiçekli Safran
(Crocus Chrysanthus) gibi 171 tür bitki Uludağ’da endemiktir. Yani
Uludağ’da da yetişebilen nadir taksonlardır (benzer özelliklere sahip
türler).
Bursa ve Uludağ’daki endemik bitkiler de tıpkı ilk
tanımlandıkları coğrafi bölgelerin antik isimleriyle nitelendirildikleri gibi
isimlendirilmişlerdir. “Flora
Orientalis”in (Doğu Florası) yazarı İsviçreli
Botanikçi Pierre Edmond Boissier (1810-1885), 1842’de geldiği Anadolu’da 3 ay
kalarak Uludağ’ı da dolaşmış, çok sayıda bitki örneği toplamış ve
isimlendirmiştir. Kurutulmuş bitki örnekleri Cenevre Boissier Herbaryumu’nda
bulunmaktadır. Fransız Gezgin ve Doğa Bilimci Benjamin Balansa (1825-1891),
1857’de ailesiyle birlikte İzmir’e yerleşerek drog ticareti yapmış ve
Avrupa’daki bazı herbaryum ve bitki koleksiyonlarına örnekler yollamıştı.
Anadolu’da kaldığı 10 yıllık sürede yaptığı botanik seferlerinde topladığı 2858
örnekle bu kitabın hazırlanması sırasında da katkısı olmuştur. Ruhban George Wheler (1651-1724) Uludağ’a
yaptığı gezide gördüğü bitkiler hakkında bilgiler vermiştir. 1700-1702’de
yaptığı gezilerde Uludağ’dan bitki örnekleri toplayan Fransız Doğabilimci
Joseph Pitton de Tournefort (1656-1708) da, Boissier'in Flora Orientalis'te
çalışmalarından faydalandığı botanikçilerdendir. Fransız Eczacı Pierre Martin
Remy Aucher-Eloy (1793-1838), 1833-1836 arasında 4 kez Uludağ’a çıkarak bitki
örnekleri toplamıştır. İngiliz Arkeolog Frank Calvert’in (1828-1908) Bursa’dan
topladığı örnekler “Flora of Turkey”de yeraldı. Ayrıca Sibthorb 1786 ve 1794’de,
Clarke 1799 ve 1802’de, Thirke 1839 ve
42’de, Clementi 1849 ve 1850’de, Grisebach 1839’da, Barbey 1873’te, Bornmüller 1886-1899’da,
Formanek 1890’da ve Nemetz de 1894-1897’de Uludağ’ı gezmiştir...
Uludağ Göknarı (Abies Bornmülleriana) doğal olarak dünyada
sadece Kızılırmak ile Uludağ arasındaki bölgede yetişmektedir ve adını Alman
botanikçi Joseph Friedrich Nicolaus Bornmüller’den (1862-1948) almaktadır. Bornmüller, Weimar'daki Haussknech
Herbaryumu'nda kuratörlük yapmış ve bitki örnekleri Flora of Turkey’de de yeralmıştır.
Bursa ve Uludağ’da 1844 yılında Boissier tarafından toplanıp
tanımlanan üç sığırkuyruğu türüne bölgenin antik dönemdeki isimleri
verilmiştir. Yumuşak Tüylü Sığır kuyruğu “Verbascum Bombyciferum”, ipek böceği taşıyan anlamında “bombyciferum”
olarak isimlendirilmiştir. Özgün bir Bursa çiçeğidir; bahar aylarında Bursa
içindeki parkları yol, kenarlarını, tarihi alanları süsler. 550 metreye kadar
yayılış gösterir. Beyaz tüyler içine gömülü sarıçiçekleriyle tanınıyor.
Sığırkuyruğunun tüysüz türü ise Bursa Sığır Kuyruğu “Verbascum Prusianum”dur. Mayıs ile Ağustos ayları arasında
750-2100 rakımlarda volfram maden işletmesinin çevresinde yayılış göstermektedir.
Ulu Sığır Kuyruğu “Verbascum olympicum”
ise bir Uludağ çiçeği (endemiği) olup 1000-2300 metreler arasında Haziran ve
Ağustos ayları arasında Oteller Bölgesi civarında ayrıca piknik yapılan
alanlarda görülmektedir.
Endemik bitkiler doğanın ve suların temizlenmesinde büyük
katkı yapar. Doğadaki nitratı protein olarak organik maddeye dönüştürür. Nitratın
suları kirletmesine ve azot emisyonuna (salınım) engel olur ve küresel
ısınmanın önlenmesine katkıda bulunur.
Ancak bütün bu Bursa ve Uludağ’a özgü türler tehlike altındadır.
Uludağ’ın zirve bölgesinde
kar yağışlı günlerin ortalaması 66,7 gün, karla örtülü günlerin sayısı
ise 179,2 gündür (a.g.e., s.10.) 6 ay boyunca
kalan beyaz kar örtüsü ile Bursa
ovasını da besleyen Uludağ Bursa’nın en
temel su kaynağı.
Dünyanın su kaynakları deniz dışında kalan yüzde 2’si
buzullar, yüzde’ 1’i yer altı sularından oluşuyor. Bursa’yı dikine kesen
derelerin kaynağı Uludağ’dır. Bursa
topraklarının yüzde35’i dağlık ve yayla, yüzde 48’i platolarla, yüzde 17’si
ovalarla kaplıdır. Bursa Ovası derelerin sürüklediği alüvyonlardan meydana
gelmiştir. Arâzisi volkanik bir yapıya sâhiptir.
Bursa kaplıcaları yer
kabuğunun iki bin metre derinliğinden yeryüzüne çıkan sıcak su kaynaklarıdır. Bizanslıların bir “su kenti” haline getirdikleri
Pythia’da (Çekirge) 1.Justinianus döneminde (M.S. 6.Yy) büyük bir saray ve kaplıca
yaptırılmıştır. Ve uzantısı olan
radyoaktivitesi yüksek ( 55,4) kaplıcasıyla Kükürtlü semtiyle adeta önemli bir sağlık
(balneoterapi) ve turizm merkezi olarak Uludağ ile bütünleşmiş gibidir…
Alpin kuşağı Avrasya’nın (Asya ile Avrupa) güneyi boyunca
uzanan bir sıra dağ sistemidir. Dünyanın ikinci büyük sismik (depremsel)
alanıdır. Avrasya levhası ise dünyanın
ana tektonik levhalarından birisidir. Alpin kuşağı bu levhanın güneyi boyunca
uzanan sınırdır ve güneydeki Arap- Afrika-Hint levhalarının çarpışmasıyla
oluşmaktadır.
Uludağ’daki habitat (yaşam alanı) zengin bitki örtüsü çoğu
ormanlık alan ve çayırlık, sulaklık, turbalık alanlar olmak üzere, tilki,
çakal, yaban kedisi, porsuk, sincap, ayı, kurt, yaban domuzu, bukalemun, kaya
kartalı, çalıkuşu, keklik saka, baykuş, bülbül gibi birçok hayvan türüne de ev
sahipliği yapıyor.
Apollo kelebeği (Parnassius apollo)ise adeta Uludağ’ın
gözbebeği; Bursa’nın simgesi Uludağ’ın simgelerinden en başta gelenidir. Apollo
kelebeği, dünyada da nadir görülen Türkiye’de sadece Uludağ’da yaşayabilen
Uludağ’a özgü güzelliklerden biri. Uludağ’da 150 milyon yıldan bu yana
varlığını sürdürüyor. Yüksek rakım şartlarına adapte olmuş, 1-2 bin metre
yüksek dağlarda yaşayan ancak nesli tükenmekte olan bu kelebek türü sadece
temmuz-ağustos aylarında 5 gün civarında uçuyor. Apollo kelebekleri 12 cm’ye
kadar büyüyor ve ölmeden önce yavruların aynı şekilde beslenmesi için dam
koruğu (sedum) bitkisine eşit aralıklarla 100 adet civarında
yumurta bırakıyor.
Uludağ’da nesli tehlike altındaki başka tür de Sakallı Akbaba (Gypaetus
Barbatus)…
Uludağ’da izcilik 1914 yılında Ceyhun Atuf Kansu'nun babası
Nafi Atuf Kansu tarafından başlatılmış. Bursa Öğretmen Okulu Müdürü
olarak göreve başladıktan sonra okulun öğrencilerinden izci birlikleri
oluşturmuş ve ilk Uludağ kampını Kirazlıyayla'da şimdiki piknik alanı olan yerde
kurmuş. Uludağ’da doğa yürüyüşleri (trekking) dinlenme (rekreasyon) ve eğlence
(entertainment) yanı sıra dağcılık
(climbing, bouldering, abseiling) ve
kayak ( Snow board, Cross cauntry, Heli skiing) gibi dağ sporları da yaygın
olarak yapılabilmekte ancak extrem ve pahalı sporlar elit zümrenin tekelinde
görünmekte…
Türkiye’deki ilk Dağcılık Kulübü (1932) Bursa Halkevi
bünyesinde Bursa’da kurulmuş. Dağa kayakla çıkan ilk kişi Abraham adlı bir
Alman (1933) 29 Ekim 1963’te tamamlanıp hizmete açılan Teleferik de bir ilktir
ve bir İsviçre şirketi (Von Roll AG)
tarafından yapılmış. Yolculuk 3 hatta; 1.bölge Teferrüç-Kadıyayla arasında
(375-1271 m.)10 dakika, ikinci bölge Kadıyayla-Sarıalan arasında (1231-1635 m.)
10 dakika ve 3.bölge Sarıalan-Çobankaya arasında (1635-1760 m.) 20 dakika olmak
üzere toplamda 40 dakika sürmekteydi. Oteller bölgesinin eklenmesiyle, toplam
8.84 km ile 8’er kişilik gondol tipi 175 adet kabinle dünyanın en uzun
teleferik hattı olacaktır…
Bursa’da çekirge caddesi üzerindeki Ormancılık Müzesi bir
ilk olmanın yanı sıra tek olma sıfatı da taşıyor. Bursa’daki orman varlığı göz
önünde bulundurularak 1934’te açılan Orman Okulu -1950 arası lise düzeyinde
Orman Okulu 1950’den sonra Orman Müdürlüğü olarak kullanıldıktan sonra 1989’da
müzeye dönüştürülmüştür.
Uludağ’daki “Büyük
Otel” Atatürk’ün emriyle 1933’te açılmış. Cumhuriyetin ilk sanayi
kurumlarının kurulduğu Bursa’da İpek-İş,
Sümerbank Merinos ve Bursa Atatürk Stadyumu yıkılmalarıyla Bursa
kamuoyunda tartışma yaratmıştı. Uludağ’daki yapılaşma ile ilgili olarak 2008’deyapılan
siyasi açıklamalardan sonra ilk hedef tahtasına konan kurum Büyük Otel olmuştu.
Bu kadar çok filmde mekân olarak kullanılmış tarihi öneme sahip Büyük Otel’in
yıkılmak istenmesi de düşündürücü…
1963’te ödüllü Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” filmiyle büyük
üne kavuşan Hülya Koçyiğit şöyle diyordu: “Henüz
evli değildim. Sanırım 16 ya da 17 yaşındaydım. İlk defa Uludağ’a gittim.
Öylesine bir kar vardı ki ilk defa görüyordum öylesine yoğun bir karı. O
zamanlar öyle bugünkü gibi tesisler yok. Kayak evleri var daha çoğunlukla. Bir
tek otel var, o da ‘Büyük Otel’…”(Yücel Sönmez, Hürriyet, 5 Şubat 2016)
Uludağ gibi doğal ve tarihsel kimlik açısından korunması
öncelikli alanlarda farklı kurumsal yönetim ve uygulamalar bilhassa planlama
gibi önemli bir konuda topu turizmcilere ya da inşaat sektörüne atmak çevre
konusunda istenmeyen sonuçlara yol açabilir. Zira hem yapılaşmaktan yana olup
hem de doğa ve çevreyi korumaya dönük sistemlerin pratikte pek geçerliliği
yoktur. Tarihi yapıların tamamen yıkılıp yeniden yapılması ise tarihi koruma
açısından uygun olmayıp hiçbir yerde tercih edilen bir yöntem de değildir. O
yeri yeniden canlandırmak, hayata döndürmek (resüsitasyon) demek olmuyor.
İlk özel işletmeler, Yeşilçam filmlerinde sık sık kullanılan
Beceren Cafe 1963’te, “Beceren Otel”
ise 1970’te açılmış. Beceren ilk modern
teleskiyi de 1963 yılında kurmuş. Teleski, kayakçıyı T bar (çekici) denen
ekipmanlarla pistin başına kadar götüren bir düzenek…
Kasım Mart ayları Uludağ’ın ana-baba gibi olduğu dönem;
okullar sömestr tatiline çıkınca doluluk oranı da bir hayli yükseliyor. Sadece Uludağ mı? Bu dönemde gazete sayfaları
da reklam kokan boy boy Uludağ resimleriyle,
tanıtım yazıları ve Uludağ haberleriyle dolup taşıyor; yılbaşı gibi tam
cümbüş zamanı.
Haber demişken…
“Her güzelin kusuru
olur”!..
1988’de Basın yayın Yüksekokulu’ndan mezun olup yerel bir
gazeteye müracaat etmişim. Amacım hem pratik yapmak hem bilgilerimi
pekiştirmekti, kısacası mesleğe ısınmak. Bu gazetedeyken bir gün Uludağ’a
gönderilecek, 27 yıl sonra Çobankaya’da yeniden kurulan bir Kızılay Kampı’nın
açılışını haberleştirecektim. O zaman
Milli Park Müdürü Yüksek Orman Mühendisi Sinan Karakuzu, Orman Bölge Şefi Cemal
Gürpınar, Kamp Yöneticisi Ahmet Baytekin idi. Kızılay Şube Başkanı Recep Sezer’in
de katıldığı yemekte hep birlikte Uludağ’a dair sohbet ettik. Haberin gazetede yayınlanmasından sonra Sinan
Bey beni telefonla aramıştı “Her güzelin
kusuru olur” demişti. Bir de teşekkür etmişti.
Niçin mi?
Başka bir gazetenin muhabiri de bana refakat etmiş ama
farklı bir haber yazmıştı o yüzden. O gazetede çıkan haberde oteller
bölgesinden bir dereye kirli suların karıştığı ve o derenin içme suyu kaynağı
olarak kullanıldığı yazılmıştı.
Halbuki kamp sakinlerinden birisi bahsi geçen dereye
birlikte beni de götürmüştü. Ancak benim gazetemde sadece kampı öven yazım
yayınlanmış ve bu konuda yazdığım haberse kayda değer bulunmamıştı. Açıkça
muhabir olduğum gazete milli park yönetimine bir kıyak yapmış, haberi sadece “iddia” olarak kabullenmişti,
belki de…
1988 yılında genç bir gazeteci adayı olarak o yaşın verdiği
deneyimsizlikle ipince kıyafetle Uludağ’ın çok farklı havasını hesaplamadan
çıkmışım dağa. Orada hava Bursa’dan
farklı, insanlar yakılan kamp ateşinin etrafında ısınıyorlar, hem de buz gibi
bir hava. Tam üç gün hasta yattığımı anımsıyorum.
Şimdi geri dönüp o yılları düşünüyorum da ne o kıyafetle
giderdim Uludağ’a, ne o haberi es geçerdim. Sinan Bey’e gelince, ya haberi yediremedi kendisine ya da bu kadar
çabasına karşılık Uludağ’ın güzelliğine bir halel gelmesini sindirememişti. Belki
de…
Bir gün Uludağ ile ilgili bir sürü poster ve broşür
göndermiş. Merak üstüne sorduğum suale karşılık Yazı İşleri Müdürümüz, “Al, soba borusu gibi bir şey” deyip atmıştı
önüme. Açar açmaz hepsi gazetede
kapışıldı. Sonraki yıllara bazılarını saklamıştım, arada açıp bakardım onlara.
Uludağ güzeldi gerçekten. Ve hep öyle de kalsın.
***
(3)
“Sinema geldi ve
zindandan oluşma bu dünyayı saniyenin onda biri uzunluğundaki zaman
parçalarının dinamitiyle paramparça etti;
şimdi bu dünyanın geniş bir alana dağılmış yıkıntıları arasında
serüvenli yolculuklara çıkmaktayız.”
(Walter Benjamin)
Kentsel dönüşümlerin yaygınlık kazandığı bir zamanda
tarihsel dokusu korunması gereken yerler hem turizme hem sinemaya hizmet
veriyor. Uludağ doğal yapısıyla bunlardan bir tanesi; Türk sinemasında rakipsiz
ve popülaritesi çok yüksek. Ünlülerin ve kalburüstü zümrenin pek alternatifi
olmayan en itibarlı uğrak yeri; Yeşilçam için milli park kuruluşundan bu yana
hem bir tatil mekânı hem de bir set ve işyeri…
Yeşilçam’ın Bursa macerası 1930’larda başlıyor. İlk film “Aysel Bataklı Damın Kızı” 1934’te
Çalı’da çekilmiş. “Halıcı Kız” ise
1953’te; ikisinin de yönetmeni Muhsin Ertuğrul... 1945’te çekilen “Köroğlu” var; Mümtaz Ener ve Refik
Kemal Arduman birlikte çekmiş, ama o
İnegöl ilçesinde çekilmiş, Bütün bu filmlerin kıyıdan köşeden Uludağ ile
ilişkili oldukları anlaşılmakta. Yeşilçam’ın
Uludağ’daki zirve macerası ise 1955’te başlıyor.
3 boyutlu ve görsel efektleri bolca kullanan filmlerin
yaygınlık kazandığı günümüzde saklama ve arşiv koşulları iyi olmayan
sinemamızda filmlere ulaşmak kolay olmuyor.
Bazılarını sinema-TV’den, bazılarını vcd’den izlemiştim, bunlar çok
sınırlı. En büyük yardımcım bilgisayardı.
Bilgisayar kanalıyla ulaşmaya çalıştığım filmlerin yüklü olmayanlarına ulaşamadım,
bazılarında kısa tanıtımlarla(trailer) yetinmek zorunda kaldım, çünkü filmin
bütünü (video stream) mevcut değildi ne yazık ki. Bulamadıklarım hakkında
yazılanlara göz attım anımsamaya çalıştım. 1980 öncesi filmler özellikle siyah beyaz
çekilmiş eski filmlerde yer belirlemek çok zor oluyor, bazı filmlerde ise kolay.
Örneğin “Çile” gibi restorasyonlu ve
fazla eskice olmayan filmlerde görüntü hem çok kaliteli hem çok net idi. Bir
film şeridi saniyede 16-25 kare akar bu yüzden restorasyon; çizilme ile renk
bozulmalarından dolayı meydana gelen kusurların onarılması zahmetli bir işlemdir.
1980 sonrası çekilen filmleri daha önceki bir yazımda (Bursa: Beyaz Perdedeki
Kent) ele almıştım; Yine bazısı kıyıdan köşeden Uludağ’yla ilgili, Bora Tekay’ın
“Fasulye” (1999), Serdar Akar’ın “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” (2000) ve
Ezel Akay’ın “Hacivat Karagöz Neden
Öldürüldü?” (2005)filminden o yazıda uzun uzun bahsetmiştim. Burada daha çok o yazıda eksik kalan 1980 öncesi yapımları da
araştırdım. Bu filmlerin nereden bakılsa en yenisi en az 40 senelikti, dile kolay…
Dekupaj film öncesi mekânlarda çalışma ve çekim öncesi ön
hazırlıktır. Memduh Ün, “Yanlış mekânla
doğru film yapılmaz. Mizansen ve oyuncu psikolojisinin mekâna uyması gerek.”
der. (Türkiye’nin Ustalarından Sinema
Dersleri, İnkılap Kitabevi, 2006, s. 72) Ömer Kavur da, “Filmin mekânları başrol oyuncusu kadar önemlidir.” demiştir (a.g.e.,
s. 97). Mekân seçimi yönetmenin sinema anlayışını da belirliyordu. Örneğin
Yavuz Özkan, “Filmin hikâyesinin aktarılmasında,
hatta derinlik kazanmasında önemli bir işlevi de vardır.” (a.g.e., s. 170)
demekte idi. Yani sinemada temel malzeme görsellikti.
Sinemada da diğer (roman, öykü, tiyatro gibi) sanatsal
metinlerde (kurmaca) olduğu gibi mekân
öyküyü (anlatı) tamamlayan bir unsurdur.
Ancak Polonyalı yönetmen ve senaryo yazarı Krzysztof Kieslowski, “Sinema hiçbir şeyi değiştirmez; ama
insanların birçok şeyi anlamalarını sağlar. Dünyayı değiştirecek olan
şey filmler değil, o filmleri izleyen insanlardır.”demişti.
Konvansiyonel sinema dikkati günlük sorunların dışına
çıkartan uyuşturarak eğlendiren sinema anlayışı; belli bir dönem sinemamıza da
egemen olmuş anlayıştır ve bir ölçüde hala da sürmektedir. Aşk romanları yazan Muazzez
Tahsin Berkand ve Kerime Nadir gibi yazarlardan adapte öyküler ve Bülent Oran
ile Safa Önal gibi birkaç senaryo yazarının çevresinde gelişen Yeşilçam
sineması daha çok melodram (aşk) filmleri ağırlıktaydı. Hem ticari kaygılar,
hem de sansür kurullarınca getirilen kısıtlamalardan dolayı milli rejime (resmi
ideolojiye) aykırı görülen filmler yasaklandığından melodram sineması dışında
konu çeşitliliği çok sınırlandırılmıştı.
Ya aşk romanı kaleme alan muharrirler çok fazla Yeşilçam
filmi izliyordu ya da sinema rejisörleri çok fazla aşk romanı okuyorlardı;
senaryo olacak kadar uygun yazılıyordu eserler. Ne demişti Muazzez Tahsin
Berkand, “Aşkın kudretine inanmak
istemiyor, bunu edebiyatçılar tarafından romanlara sokulan bir kelime
addediyorum.” (Muazzez Tahsin Berkand, Kezban, Elips Kitap, 1.Baskı, 2014 s.147).
Tapınılacak ölçüde gösterişli iki beden ve kusursuz ruh (iç güzelliği) melodram sineması için en gerekli
malzemelerdi, tabi bol bol gözyaşı için
de. Türk jön ve mabudeleri için bir de çok etkileyici ses gerekti. Abdurrahman Palay ve Adalet Cimcoz gibi
dublaj (seslendirme) sanatçıları bu iş için biçilmiş kaftandır. Hollywood gibi
endüstrileşemeyen sinemamız kendine özgü bir üslup, birkaç senarist ya da
edebiyat uyarlamasıyla, birkaç yönetmen
ve oyuncuyla birbirine benzer hızlı seri filmler çekerek Yeşilçam sinemasını
yaratmış oldu…
Oysa Federico Fellini’ye göre, “Yönetmenlik, bilinmeyen, tanınmayan dünyalar yaratmak” demek değil
miydi? (Hakan Savaş, Sinema ve
Varoluşçuluk, Altıkırkbeş Yayın, 2003, s.23)
Başka bir kitapta ise Dziga Vertov’un (Roger Vadim’den alıntı; Bir Kent Gezmek, Bir
Film İzlemek) bir sözü aktarılıyor. “Bir
kent gezmek, bir film izlemek, bir
dünyaya girmek ya da doğru bir ifadeyle bir dünya; anlatılan öyküye dair bir
evren (diegese) yaratmaktır.” (Sinematografik Kentler,
Derleyen Mehmet Öztürk, Agora kitaplığı, 2008, s. 430)
Bursa veya İzmir genel olarak İstanbul yanında bir arka fon
gibi kullanılmıştır. Hemen akla geliveren ilk yerler İzmir-Kordonboyu ile Bursa-Uludağ’dır.
Hatta bazı filmlerde İstanbul dışına da taşmış havası katmak için olsa gerek Bursa
ile ilgili görüntüler eklenmekte; Uludağ’da çekildiği pek anlaşılmayan bir
sahnede Uludağ’dan söz edilmekte; film sanki Uludağ’da da çekilmiş gösterilmektedir.
Ve 1973’te çekilen “Aşkımla Oynama”
(Aram Gülyüz) filminde olduğu gibi filmde Uludağ’dan söz edilmekte ancak Kirazlıyayla’daki
Sanatoryum görünmekle beraber alelade karlı dağ sahneleri dışında çekimin
Uludağ’da yapıldığı pek anlaşılmaz.
Fuat Uzkınay’ın ilk filmi çektiği 14 Kasım 1914’den bu yana
6000’den fazla filmin çekildiği ki Türkiye sineması 1966’da dünyanın en fazla (241)
film çekilen 4. Ülkesi olmuştur. Bu yüzden Türk sineması hakkında eksiksiz bir
derleme yapmak, bu konuda girişimde
bulunmak hiç de kolay değildir.
1960’lı yıllar Türk sinemasında “Altın yıllar” olmuştu. 1980’ler
ise yıldız sistemi çökmüş ve yönetmen sinemasına geçiş dönemi olmuştur. İlginç
ama 1980 sonlarında Bursa’da çekilen filmler de adeta bıçakla kesilmiş gibi
bitiveriyor. 90’larda da Bursa’da
çekilmiş bir filme rastlamak mümkün değil.
1990’lı yılların ilk yarısı video-VCD-DVD’lerin adeta altın çağı
olmuştur.
Türk sinemasında 1922-1949 arası özel yapım evleri dönemi, 1922-1930
arası ise Tiyatrocular dönemi kabul edilir.
Geçiş döneminden (1939- 1952) sonraki dönem Sinemacılar dönemi
(1952-1963) olarak adlandırılmaktadır. 2013’e gelindiğinde Türkiye’de 620
sinema binası, 2170 sinema perdesi ve 271.250 koltuk sayısından bahsedilmekte…
Sinema mekândaki değişim ve yaşamdaki akışı sergiliyorsa
Uludağ’ın buna ne yönde ve ne kadar katkısı olmuştur?
Yeşilçam’ın Uludağ’daki zirve macerası 1955’te başlıyor, demiştik.
1955 yapımı “Düşman Aşıklar” karlı
sahneler görünen Uludağ'da çekilmiş ilk film. Daha önce oyunculuk da yapmış Memduh
Ün’ün ilk yönetmenlik denemesi.
Ün, Sinema Yazarı Pınar Tınaz Gürmen’e anlatıyor önce filmin
hikâyesini: “Artık dünya çapında bir
film çekebilirim duygusu geldi ‘Hacı Şakir Ailesi’nin Esrarı’ diye kitabını
bulmuştum. Doğu’da geçen, kan davasını anlatan.
Uludağ’da yapıyoruz çekimleri. Tabii dünya çapında bir film yapacağım
için korkunç kaprisliyim. Oysa her tarafta görüntü aynı. Kar tutmuş çamlar,
kayalar vb. Filmi Mehmet Muhtar tamamladı. “ (Türkiye’nin Ustalarından
Sinema Dersleri, İnkılâp Kitabevi, 2006, s. 64-65).
Ün, kaleme aldığı “Memduh
Ün Filmlerini Anlatıyor” adlı kitapla ilgili “Küçük Dünyaların Büyük Yönetmeni” başlıklı söyleşide de, “Film sinemalarda çok kötü iş yaptı. Bugün
için filmi görmek olası değil, belki
belediye depolarında çıkan yangınlarda yandı ya da gümüş çıkarmak için katillerin (!) elinde birçok negatif gibi yok oldu gitti.” diyordu.
(Fatma Oran, Cumhuriyet Kitap, 2010, sayı: 1042, s. 4-5)
Ün’ün yarım bıraktığı çalışma ve kötü deneyim; “Düşman
Aşıklar”ın zayi olması bizi 1955 yılının Uludağ manzaralarından tarihsel bir
belge olarak yoksun bırakmıştı belki ancak en azından 1955 yılının Uludağ’ını Memduh
Ün’den okuyabilmiştik: “Mine Coşkun 1954 yılında kurdukları Coşkun
Film’in ilk filmini benim çekmemi istedi. İlhami Sefa'nın, Doğu'da geçen ve bir
kan davasını anlatan Hacı Şakir Ailesinin Esrarı başlıklı romanını seçtim.
Senaryoyu kimin hazırladığını hatırlamıyorum, ama çoğu filmimde olduğu gibi,
birçok bölümünü sette kendim yeniden yazmıştım zaten. Filmin hikâyesi karda
kışta, doğuda geçiyordu. Ama Doğu'ya gitmedik, daha ekonomik olması açısından,
olaylar Doğu'da geçiyormuş gibi Uludağ'ı seçtik. Uludağ'da o dönemde yalnızca
Büyük Otel vardı, ama çok pahalı olduğundan Kirazlı Yayla'da bir motelde
kalmıştık. On dokuz gün çalıştım, yapımcının parası bitti; İstanbul'a döndük,
para bulundu. Sonra yeniden Uludağ'ın yolunu tutup bir on günlük çalışma
daha yaptık. Bir de Uludağ'daki bazı mekânları filmde hem karlı, hem de karsız
görmemiz gerekiyordu. Bu nedenle karda çektiğim sahnelerin yaz geldiğinde çekilecek
karşılıkları da kalmıştı. Filme devam edemeyeceğimi anlamıştım.” (Cumhuriyet, 4 Şubat 2010)
“Benim uçsuz bucaksız denizim bir ağaç kümesi arasında,
kuru bir ırmaktan kalma bir avuç sudan başka bir şey değildir.” (Reşat Nuri
Güntekin, Çalıkuşu, İnkılâp Kitabevi, 2016, 15.Baskı, s. 12)
“Çalıkuşu”
(1966), Konusu Bursa’da geçmekle birlikte Bursa’da çekilmemiş bir
romandır. Zeyniler Köyü, Bursa’da Teleferik
Mahallesi'nden daha yukarıdaki bir köydür. Çalıkuşu, Yönetmen Osman Faruk Seden
tarafından bir kez filme (1966), bir kez de TV dizisine (1986)
uyarlanmıştır. 2013’te ise Yönetmen
Doğan Ümit Karaca ve Çağan Irmak tarafından TV dizisine çekilmiştir. Ayrıca, Güntekin’in,
“Tanrı misafiri” adlı öyküsü de Setbaşı'ndaki bir konakta geçer…
Reşat Nuri Güntekin’in bazı roman ve öyküleri 1913 yılından
itibaren öğretmenlik yaptığı Bursa’da geçer. Yazarın en tanınan romanı “Çalıkuşu”dur (1922). Reşat Nuri Güntekin, romanın bir bölümünde dağın
eteğindeki köy ile Uludağ’ın başka bir yüzünü tasvir etmektedir: “Taşların arasından minare merdiveni gibi
dik bir yoldan inmeye başladık. Aşağıda, akşamın alacakaranlığı içinde kapkara
bir servilik, etrafı çitle çevrilmiş,
çıplak bahçeler arasında tek tük kulübeler, tahta evler görünüyordu.
Altlarında dört direkten ibaret ahırlar, üstlerinde asma merdivenle çıkılan bir
iki oda. Herhalde, bu Zeyniler şimdiye kadar işittiğim ve resimlerini gördüğüm
köylerden hiçbirisine benzemiyordu.” (a.g.e., s. 214).
“Ateşten Günler” (1987). Ateşten Gömlek romanından uyarlanan TV dizisindeki
bazı sahneler Uludağ eteğinde 700 yıllık Osmanlı köyü olarak bilinen
Cumalıkızık’ta çekilmiştir: “Ovada, üç
yüz hanelik bir köy; sarı, çorak topraklar arasında, sarı topraktan yapılmış küçük bir sırtın
üzerinde, önü yeşil bir Anadolu nahiyesi.” (s. 132). Bu kısımda olup biten
olaylar Cumalıkızık’ta; Binbaşı İhsan (Can Gürzap) ve Anzavur Ahmet (Gökhan Mete) karşılaştıkları sahne,
Cumalıkızık Köyü girişindeki meydanda ve köyün içinde çekilmiştir. Köy
meydanındaki sahnede İngilizlerden para desteği alan Anzavur, Kuvayi Milliye
Subayı Binbaşı İhsan’ı yargılamaktadır. Binbaşı İhsan’ın arkasında geniş açıdan
Köy görünmektedir. Köylüler de filmde rol almıştır.
“Ateşten Gömlek”
(1922), Halide Edip Adıvar'ın yazdığı ve
Türk edebiyatında Kurtuluş Savaşı üzerine yazılan ilk romandır. Selim İleri,
roman hakkında yazdığı makalede “Güzel ve önemli Kurtuluş savaşı romanları sonradan
yazılmıştır. Birçoğunu bugün de tutkuyla okuyabiliriz. Ama pek azı Halide
Edip’in Ateşten Gömlek’i ölçüsünde içten tanıktır.” diyordu (Can
Yayınları, 14. Basım, 2010, s. 218)
Frances Kazan ise, Halide Edip Adıvar’ın otobiyografisini
konu alan kitapta, Kurtuluş Savaşı’ndaki
başarıya, Adıvar’ın, Anadolu Türklerinin
bir başarısı olarak baktığını aktarmakta: “Türk
ordusu askerlerinin figüran olarak kullanıldığı film büyük ölçüde yazarın
istekleri doğrultusunda çekildi. Bakir Anadolu topraklarının arka fonu
oluşturduğu filmde, Peyami ile Ayşe
arasındaki aşk, bunların ‘İzmir Davası’ uğruna kendilerini feda edişlerinin dokunaklı
öyküsüyle iç içe veriyordu.“ (Halide
Edip ve Amerika, Bağlam Yayınları, 1995, s. 58)
İngiliz Tarihçi Arnold Joseph Toynbee’ye göre milliyetçilik
ırksal değil, zihinsel bir durumdur (a.g.e.,
s. 64). Halide Edip’e göre de Osmanlı Bizans’ın (Doğu Roma İmparatorluğu) bir uygarlığıydı ve Osmanlı kurumları da
(yönetici azınlık) sıradan
(Anadolu) Türkleri üstünde ince bir
zırhı andırıyordu. Osmanlı Bizans’ın isim değişikliğinden ibaretti (a.g.e., s.
68).
“Küçük Hanımın
Şoförü” (1962). Film aynı isimle üç kez çekilmiştir. İlkini Nejat Saydam
1962’de Uludağ’da siyah beyaz olarak çekmiştir. Senarist Nejat Saydam,
oyuncular Belgin Doruk, Ayhan Işık ve Sadri Alışık’tır. 1970’de renkli olarak
Tunç Başaran filmi Belgin Doruk ve Ayhan Işık’la tekrar çekmiştir. 2007’de ise
Nejat Saydam’ın oğlu Sabri Saydam TV filmi olarak çekmiştir.
“Son Mektup” (1969) ve “Soyguncular” (1974). Türker
İnanoğlu Filiz Akın ve Ediz Hun’u iki filmde buluşturdu Siyah beyaz çekilen
filmden sonra Uludağ’daki iki oyuncunun birlikte oynadığı ikinci film renkli
dağ manzaralarıyla dikkat çekiyordu.
“Unutulan Kadın” (1971).
Atıf Yılmaz’ın çektiği Türkan Şoray ve Kadir İnanır’ın beraber oynadıkları
klasik bir Yeşilçam öyküsü. Unutulan Kadın, Selvi Boylum Al Yazmalım (1977) filminin
habercisi adeta iki başrol oyuncusunu Uludağ’da buluşturmuştur. Yeşilçam’ın
kayak ve kar manzaraları eşliğinde tutku dolu bir aşk öyküsü. Uludağ,
mutluluğunun bozulmasına engel olmak için cinayet işleyen bir kadının daha önce
sevdiği erkekle geçirdiği mutlu günlere sahne oluyor.
Yeşilçam’ın kısıtlı olanaklarından sinema oyuncuları da bazı
giysi ve kostümleri kendileri hazırlamak zorundaydı. Türkan Şoray, “Unutulan Kadın filminde kısacık bir sahne
için hazırladığım Uludağ’da çekilen bir sahnede giydiğim, mor pelerin beyaz
takım, kürk şapka da benim tasarımım.” demişti.
(Sinemam ve Ben, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Baskı, 2017, s. 396)
“Ömrümce Unutamadım”
(1971). Süreyya Duru’nun yönettiği film aynı fabrikada çalışan iki gencin
öyküsü. Başrollerde Filiz Akın ve Kartel Tibet oynuyor. Karlı dağ
manzaralarıyla dikkat çekiyor.
“Satın Alınan Koca” (1971). Filmin yönetmeni
Duygu
Sağıroğlu, başrol oyuncuları Fatma Girik ve Cüneyt Arkın. Filmin
başlarındaki karlı evli çiftin balayı için uğrak yeri olan Uludağ manzaraları
ve sahneleriyle dikkati çekmektedir.
“Önce Sev Sonra Vur” (1971). Yeşilçam’ın ne yazık ki kötü hatırlanan filmlerinden
birisidir. Suphi Özkaya isimli figüran çıktığı elektrik direğinde 2100 voltluk
cereyana kapılarak ölmüştü.
Film
teleferikte çekilen tehlikeli teleferik sahneleriyle dikkat çekiyordu. Filmde
Meral Zeren, Figen Han ve Yılmaz Köksal oynuyordu. Filmin yönetmeni ise Natuk
Baytan’dır.
“Köle” (1972). Filmin
Yönetmeni Atıf Yılmaz, başrol oyuncuları Gönül Hancı, Tufan Giray ve Ferit
Şevki. Filmde Uludağ ya da Bursa’dan söz edilmiyor, yer adlarına ilişkin de çok
belirgin sahneler görüntülenmemiş.
1970’lerin başındaki Bursa’yı renkli görme şansını kaçırmış oluyoruz.
Sadece kar, kayak ve bazı otel sahneleri var. Filmin Uludağ’da geçen
sahnelerinde kıskançlık krizi geçiren Paçavra Kara Osman (Fethi Giray)
Yasemin’i (Gönül Hancı) tokatlar. Yasemin de arabasına atlayıp kaçar, ancak
arabası yolda kara saplanır. Kendisini bulmak için yola çıkan Kara Osman’ın
bindiği araç Bursa plakalı yeşil renkli bir Jeep’tir.
“Acı Hayat”
(1973). Kerem ile Ebru isimli iki genç birbirine aşık ancak düşman aile
çocuklarıdır. Filmin uzun kısmı Uludağ’da çekilmiş bir Uludağ filmidir; Uludağ
yolculuğu, karlı yollar ve karlı çamlar, Oberj Otel Ulukardeşler’in görüntüleri.
Yönetmen Orhan Aksoy, başrollerde Filiz Akın ve Cüneyt Arkın oynamıştır.
“Aşkımla Oynama”
(1973). Kumar tutkunu bir adamın aşk öyküsü. Başrollerde Ediz Hun ve Hale
Soygazi Oynuyor. Yönetmen Aram Gülyüz.
“Boşver Arkadaş”
(1974).Birbirini hala seven iki aşığın öyküsünü anlatan filmin yönetmeni Zeki
Ökten. İlhan İrem’in 1974’te seslendirdiği unutulmaz şarkıdan adını alan filmde
Selma Güneri’yi kayak öğrenirken Tarık Akan’ı da iyi kayak yaparken görüyoruz.
“Sabıkalı”
(1974). Birbirlerini seven iki insan ve onların arasına giren ruh hastası bir
adamın trajik öyküsü. Çiftin balayı için
birlikte gittikleri Uludağ'da Tunç Ayhan'a tuzak kurar ve Aysel'e tecavüz eder.
Genç kadın intikamını almak isterken yanlışlıkla kocasını vuruyor. Uludağ
görüntülerinin çok olduğu filmde Salih Güney de başrolde Filmin yönetmeni Nejat
Saydam. Ekrem bora ile Hülya Koçyiğit teleferik yolculuğu yapıyor.
“Şaşkın Damat”
(1975). 1970’lerde başlayan Yeşilçam seks furyası döneminde sıklıkla bu döneme
alternatif olarak Uludağ’da geçen balayı konulu filmler de çekiliyordu. Şaşkın Damat filmi de bu tür, dönemi atlatma
çabasındaki filmlerden. Yine balayı konulu 1975 yapımı klasik bir Uludağ
kaçamağı filmi. Başrolleri Kemal Sunal ile Meral Zeren paylaşıyor. Zeki Ökten
ise yönetmeni, senaryosunun yazarı da Sadık Şendil ‘dir.
“Can Pazarı”
(1976). Uludağ’daki karlı
sahneleri ve filmde oynayan İranlı aktrist Pouri Banayi ile dikkat çeker. Senaryo
Erdoğan Tünaş, filmin yönetmeni Orhan Elmas ve Ertem Göreç. Bursa doğumlu
yönetmen Ertem Göreç, yapımcı Berker
İnanoğlu’yla Yılmaz Güney ve Nil Kutval’ın başrol oynadığı başka bir Can Pazarı
(Öleceksin) isimli film çekmiştir (1968).
“İki Kızgın Adam”
(1976). Yapımcı Berker İnanoğlu, senaryo Erdoğan Tünaş ve yönetmen Ertem
Göreç. Kadir İnanır bu defa başrolü Perihan
Savaş ve İranlı aktör Naser Malek Motiee ile birlikte oynamıştır. Filmde Otel Beceren
yazısı Uludağ genel manzarası; kar ve
kayakçılar vs göze çarpar. Siyasal mesajlar içeren film polis-mafya ve aşk
üçgeninde ilginç diyaloglara sahne oluyor.
“Ne Umduk Ne Bulduk”
(1976). Yine Uludağlı bir Zeki Ökten filmidir. Zengin bir koca bulmak umuduyla
Uludağ’a gelen anne ve kızın öyküsüdür. Zeki Ökten Şaşkın Damat filminden 1 yıl
sonra yine Uludağ’ı başka bir aşk öyküsünde set olarak kullanmıştır. Karlı
kayaklı sahnelerle dolu filmin oyuncuları Gülşen Bubikoğlu, Adile Naşit ve
Aytaç Arman.
“Kaplanlar Ağlamaz”
(1978). Cüneyt Arkın’ın macera ve aksiyon filmlerinden biri. Cüneyt Arkın, final
sahnelerinden birisinde teleferikteki dövüş sahneleriyle dikkat çekmektedir. Filmin
Yönetmeni Remzi Jöntürk.
“Ne Olacak Şimdi ?”
(1979). Levent Kırca ile Nevra Serezli’nin başrol oynadığı Atıf Yılmaz filmi.
Oyuncuların balayı için geldikleri Uludağ’da yine Büyük Otel ‘den klasik giriş
ve önünde çekilen sahneler var. Ayrıca otel çekilmekle kalmıyor otelden de söz ediliyor.
Filmde telesiyej görüntüleri ve Uludağ sahneleri yer alıyor.
“Kadın Bir Defa
Sever” (1984). Uludağ’da da çekilen bu film Esat Mahmut Karakurt’un “Kadın
Severse” adlı romanından uyarlanan filmlerin üçüncü sürümüdür. Karlı kayaklı
Uludağ manzaraları bizi 1984 yılına götürüyor. Cafe Beceren, telesiyej, kayak alanları vs. görüntülendiği
filmin büyük bölümü için mekân olarak Uludağ seçilmiş. Zümrüt (Ahu Tuğba) bir
uyuşturucu çetesinin kuryesi. Teslimat
için Uludağ’a geliyor. Burada geçirdiği bir kayak kazasında Doktor Ekrem
(Burçin Oraloğlu) ile kesişiyor yolları. Ekrem ise bir dağ kulübesinde yalnız
tatil yapıyor. Erotizm ağırlıklı olan bir film…
“Sokaktan Gelen Kadın”
(1984). Bir hayat kadınının aşk öyküsü. Gemlik Doğumlu Mahmut Cevher filmde Banu
Alkan’la başrol oynuyor. Uludağ karlı manzaraları oldukça uzun sahnelerde
görülüyor. Filmin yönetmeni Orhan Aksoy.
“Herşeyim Sensin”
(1985). Yeşilçam filmlerinde Bursa’ya ayrılan sahneler konuları benzemekte.
Filmin başkarakterleri balayı ya da tatil geçirmek için gelirler, yine kısa bir
Bursa turuyla tekrar İstanbul’a dönerler.
Çoğunlukla soğuk ve kar manzarasının yerini İstanbul’daki Boğaziçi ve
deniz manzaraları alır. Bu film de aynı örneklerden birisi. Filmin yönetmeni Ümit Efekan, oyuncular Ferdi
Tayfur ve Necla Nazır. Yapımcı Selim Soydan. Uludağ manzaraları; kayakçılar,
oteller bölgesi ve karlı sahneleriyle dikkat çekmektedir.
“Sekreter” (1985).
Zengin erkek fakir kız konulu Yeşilçam klasiği. Film Uludağ sahneleriyle
başlıyor. Otel ve şömine ateşindeki
klasik gitar dinletisi ve dansla sürüyor. Genel olarak kış mevsiminde sisli ve buzlu
olan Uludağ yolu bu filmde de karlı. Uludağ iki kısım verilmiş. Birinci Uludağ
macerası İstanbul dönüşüyle otobüste geçen sahnelerle sona eriyor. İlerleyen sahnelerde Uludağ’a tekrar
dönülüyor. Âşıklar arasında buzlar da erimiş; zengin kötü babanın ayırdığı
âşıklar zengin iyi patron araya girince tekrar kavuşuyor. Yazıcı ve Beceren otel görüntüleri ile
Uludağ’da başlayıp Uludağ’da mutlu sonla biten bir film. Filmin yönetmeni Temel
Gürsu. Oyuncular Hülya Avşar ve Tolga Savacı.
“Ada” (1988), Peride Celal’in bir uzun öyküsünden
uyarlanmış. “Bir Hanımefendi’nin Ölümü” adlı öykü kitabındaki iki uzun öyküden
biri. Peride Celal, başta aşk romanları
kaleme alırken 1950’lerden sonra gerçekçilik çizgisinde bireyin iç sorunlarına
eğilen öykü ve romanlara yönelmiştir. Ada, böyle bir dönemin ürünü ve 1981’de
basılmıştır. Selim İleri “Peride
Celal’i ‘Ada’yı okuduktan sonra tanıdım.”
demiştir. (Radikal Kitap, 21 Haziran 2013)
Ada, Yaşanıp bitmiş bir aşkı sorguluyor. Yönetmen Süreyya
Duru, filmin son sahnelerini bitirmek üzereyken ne yazık ki bir kalp krizi
sonucu yaşamını yitirmiş filmi kızı Dilek Duru tamamlamıştı. Uludağ çok az,
Beceren Otel, kayak yapanlar, kış manzaralarıyla görünür. Türkan Şoray’ın artık
kendi kanunlarına son verdiği filmlerden birisidir. Film görüntü kalitesine
rağmen Bursa için belgelik değer taşımıyor (Çoğunluğu Burgazada’da çekilmiş) Bu
filme de Bursa’da hatta Uludağ’da çekilen bir film demek zordur.
Toplam 222 filmde rol alan Türkan Şoray, dünyanın “en çok film çeviren” kadın
oyuncusudur. Rutkay Aziz, “Benim ilk
filmim ‘Ada’da Türkan Hanım’dan adeta ders aldım; set disiplini nedir, sette ilişki nasıl
korunmalı, gibi konularda çok şey öğrendim.
İşe olan tutku ve saygı yoksa kolay kolay ayakta durulmaz bu işte.
Yapısında değişime açık yanlar, oyunculuğunda yeni boyutları beraberinde
getiriyor. İki filmde de birbirimize
yardımcı olarak, sırt vererek, uyumlu
bir çalışma yaptık.” demişti.
(Türkan Şoray, Sinemam ve Ben, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1.
Baskı, 2017, s. 377)
Bursa’da çekilen filmler başka bir yazı konusu. Uludağ’ın Bursa’yla
birlikte çekildiği filmlere gelirsek…
“Kadın Severse”
(1955). Esat
Mahmut Karakurt’un aynı adlı romanından üç film uyarlanmış. Bu aşk ve melodram
türü filmlerin ilki 1955’te siyah beyaz çekimli olarak Uludağ ve daha sonra bursa
manzarası ile dikkat çekmektedir. 1955 yılının Bursa’sı küçük bir
kasaba görünümünde dağ ve ova birbirine
karışmış Uludağ yolu şose, yemyeşil ve arada büyüklü küçüklü Bursa evleri
. Filmin
başındaki dağ sahnesi kar fırtınası stüdyoda çekilmiş, romanda geçen dağ
sahneleri için filmde Uludağ mekân olarak kullanılıyor. Romanın daha
sonraki uyarlamalarında da Uludağ yer almış. Filmin başrol oyuncuları Muzaffer
Tema, Gülistan Güzey ve Leyla Altın.
“Mavi Boncuk”
(1958). Bursa siyah beyazda olsa oldukça geniş açılardan yansıtılıyor. Bursa
ovası, Uludağ ve etekleri, Atatürk
Heykeli ve Meydan, Çelikpalas Oteli, Yeşil Türbe, Reşat Oyal Kültür Parkı, Süleyman Çelebi
Türbesi. Yeşil Türbe ve Süleyman Çelebi hakkında da ayrıntılı bilgi verilir
seyirciye. Yönetmen Esat Özgül, oyuncular Peri Han, Hüseyin Peyda ve Ekrem
Bora.
“Öldüren Bahar”
(1962). Süha Doğan’ın çektiği siyah beyaz filmin sonlarına doğru Bursa ve
Uludağ manzaraları da var; Uludağ Büyük Otel’den sahneler ve Bakacak Tepesi’den
çekilen Bursa panoramasında Bursa ovasının peyzajı siyah beyaz da olsa
Uludağ’ın yemyeşil doğasıyla bütünleşmiş o zamanki yeşil haliyle görülüyor.
Başrollerde Göksel Arsoy, Leyla Sayar ve Turgut Özatay oynamış.
“Beyaz Güvercin” (1963). Siyah beyaz
çekilen filmde dağ sahneleri var. Zengin babasının, iyileşmesi için tuttuğu
gençlerden birine âşık olan hasta bir kızın öyküsü. Filmin yönetmeni Nejat
Saydam. Uludağ’daki sahnelerin oyuncuları ise Filiz Akın, Göksel Arsoy ve Reha
Yurdakul.
“İstanbul
Kaldırımları” (1964). Metin Erksan’ın yönettiği, Heykelönü Teleferik’ten
görüntülerin sergilendiği siyah beyaz filmde Zeki Müren ile Belgin Doruk
başrollerde…
“Kadın Severse” (1968).
Esat Mahmut Karakurt’un (1939) aynı isimli romanının ilk uyarlaması 1955’te
siyah beyaz olarak çekilmişti. Ülkü Erakalın’ın renkli çekilen ikincisinde de
filmin başındaki karlı Uludağ sahneleri dışında Teleferik yanı sıra Yeşil
Türbe’deki ilginç sahneyle dikkat çekmektedir. Filmin başrol oyuncuları Türkan
Şoray, Ekrem Bora ve Mine Mutlu.
“Karlı Dağdaki Ateş” (1969). Refik Halit
Karay’ın aynı isimli romanından (1956) sinemaya uyarlanan senaryosunu Safa
Önal’ın yazıp yönettiği filmin başrol oyuncuları Filiz Akın, Ayhan Işık ve
Önder Somer. Uludağ ve Heykel Meydanı sahneleri ile dikkat çekiyor.
“Kalbimin Efendisi”
(1970). Uludağ görüntüleri kar manzaraları Beceren (Teleski) Otel umum görünüşü
ve teleferik yolculuğuyla; Hülya Koçyiğit, Ediz Hun, ve Münir Özkul’la başlıyor
film. Daha sonraki Ediz Hun’un Zeynep Tedü ile karşılaşıp ayaküstü konuştuğu
sahne ise Setbaşı Köprüsü’nde çekilmiş. Arka fonda önce şimdiki şehir
kütüphanesinin bulunduğu eski belediye nikâh dairesi görünüyor, uzaktan görünen
ise Yeşil Camii’dir. Filmin yönetmeni Ertem Eğilmez.
“Seks Fırtınası”
(1971). TV lerin yayına başlamasıyla ilginin azaldığı 1970’lerde Türk
sinemasında İtalya sinemasından etkilenerek seks furyası başladı. Nazmi Özer‘in filmi bu dönemin ilk örneklerinden
biri. Siyah beyaz filmin Bursa sahnelerinde de Mine Mutlu, Sami Tunç, Aynur
Aydan ve Piraye Uzun oynamış Bursa Heykel ve teleferik yolculuğu görüntülenmiş.
“Çile” (1972), Dinsel
temalı, renkli ve restorasyonlu filmde gözalıcı dağ manzaraları var. Yönetmeni
Yücel Çakmaklı. Filmin son bölümleri ve finaline ilişkin çekimler Yeşil
Camii’de başlayıp Uludağ’da geçiyor karlı manzaralarda sadece bir dağ Köyü ile
bir dağ evi görünüyor. Filmin başrol oyuncuları Türkan Şoray ve Ediz Hun.
2010’da bazı Hollywood yapımlarında yönetmenlik yapan
Polonyalı yönetmen Andrzej Bartkowiak da "Karanlık Hesaplaşma" isimli sinema filminin hazırlıkları
kapsamında Uludağ'a gelmiş fakat film çekilmemişti.
Aynı yıl içinde ABD`de, Los Angeles Belediyesi ve Trust For
Public Land adlı kuruluş etrafında birleşen bir çevreci grup, dünyaca ünlü “Hollywood”
yazısının üzerinde tepkilerini dile
getirmiştir. Ünlü sembolün üzerine, yazının olduğu bitişikteki tepeyi
yapılaşmadan kurtarmak ve bölgede lüks konutlar inşa etmeyi planlayan şirketi
engellemek için “Save the Peak” (Dağı Kurtarın) yazısı geçirmişti.
Pera kitabında ilhan Berk Yeşilçam’a Türk sinemasının
Hollwood’luğunu yakıştırmıştı. Sinema açısından Uludağ elbette bir Hollywood
değil. Fakat tarih boyunca da çeşitli uygarlık ve kavimlere yurt olmuş doğal
güzellikleriyle her türlü canlıya ev sahipliği yapan yönüyle de uluslar arası
değer taşıyor.
Sinema, dizi ve reklam filmlerinde de set olarak kullanılan
Uludağ’ı kar ve kış merkezi olarak tanınmasından öteye doğal ve tarihsel
özellikleriyle de tanıtmak gerekiyor. Her film geçmişten geleceğe bırakılan bir
belge değeri taşıyor.
Tamer Uysal