Bütün dünya kriz sonrası kurtarma paketleri açıklarken Türkiye ve özellikle İstanbul hediye çeklerini, doğalgaz abonelerine yaz ortasında verilen kömür torbalarını konuşuyor. Zamlar ve zehir de cabası. Kamu ve dış ticaret bütçesi açıkları gibi gerekçelerle İMF’ye kredi için başvurulması ise seçim öncesi uygulanan sadaka ekonomisiyle çelişiyor…
Kapitalizm Kriz ve Sadaka Kültürünün Temelleri [Tamer Uysal]
(1)
Monthly Review, 1949’da Paul Marlor Sweezy ve Leo
Huberman tarafından çıkartılan sosyalist bir dergidir. Özellikle ABD ve Batı
dünyasında Marksizm ile radikal devrimci akımları canlı tutan ana kaynaklardan
biri olarak gösterilmekte. Sweezy, Paul Baran’la birlikte kaleme aldıkları “Tekelci
Sermaye” (1966) adlı kitapta kapitalizmin kronik krizlere yatkınlığından söz
etmiş dev şirketlerin egemenliğinin dünya kaynaklarını insafsızca kullanması,
israfçılık, ve savaş ekonomisiyle bağlantılarını açıklamıştı. Monthly Review
Dergisi’nin editörü John Bellamy Foster ise “Neoliberalizm ve Kriz” adlı
kitapta (Kalkedon Yayınları tarafından derlenip yayına hazırlanmış) kapitalist
sistemin egemen olduğu dünyanın kimsenin nasıl “başa çıkılacağını” ya da
durduracağını bilmediği yeni bir krizle daha baş başa kaldığını belirtiyor…
Bütün dünya kriz sonrası kurtarma paketleri açıklarken Türkiye ve özellikle İstanbul hediye çeklerini, doğalgaz abonelerine yaz ortasında verilen kömür torbalarını konuşuyor. Zamlar ve zehir de cabası. Kamu ve dış ticaret bütçesi açıkları gibi gerekçelerle İMF’ye kredi için başvurulması ise seçim öncesi uygulanan sadaka ekonomisiyle çelişiyor…
Peki AKP’nin seçim öncesi jestleri ne anlama geliyor? Hiç
gündemde yokken birden ortaya atılan yasa tasarısı ile dağıtılan yardımlar
tipik bir diğerkâmlık (Comte’cu altruizm) mı yoksa oylara konulmuş ipotek mi
sayılmalı? Krize teskin edici ilaçlar kullanarak sadece vicdanlarımızın
harekete geçmesi mi yoksa sadece burjuva hukukuyla aklıevveline mi güvenmemiz bekleniyor?
AKP ekabirlerinin kendine has bir dili ve jargonu vardır.
Kriz tartışmalarında başbakanınkiler depreşti. Sokaktaki vatandaşa göre
pusulasız yol alan kaptan, nemelazımcılıkta bu kısır tartışmaları da bir odağa
dönüştürecek, hükümetinin somut bir önlem paketi (İMF parası, Arap sermayesi
ile işçi dövizlerini çekmek istemek yanında) sunamaması veçhesiyle yine tepki
doğurarak kendi taraftarlarının gözünde karizmayı iyice çiziktirmeye
başlayacaktı.
Sözcü gazetesinden Murat Muratoğlu “İşadamlarının AKP
aşkı sona mı erdi?” diye soruyor şöyle devam ediyordu: “Önceki dönemin
kaymağını yiyen işadamları 2007 seçimlerine geldiğimizde AKP’ye tam destek ile
yola devam dedi. Reel Kesim Güven Endeksi 112.4 iken 2.dönemine başlayan AKP
işler biraz ters gidince sağladığı güveni iyice kaybetti. Ve bu endeks Kasım
2008’de 45.6’ya kadar geriledi” (22 Aralık 2008)…
Son krizde de tartışmalar tüketimi pompalayacak ve
piyasaları canlandıracak paranın dışardan gelmesini bekleyen İMF’cilerle
Türkiye’nin kendi kendine yeter (otarşi) bir ülke olma potansiyeline inanan
karşı taraflar arasında sisteme dair ciddi açılımlar getirecek bir hissi
yaratamayacaktır.
Krizin 2007'den önce sinyallerini verdiği Türkiye’de
neler konuşuluyor; Başbakan Dünya Kadınlar Günü nedeniyle düzenlenen bir
törende genç nüfusun önemine değinip ailelere en az 3 çocuk öneriyor ve bakın
ne diyor: “Benim 4 tane çocuğum var. Memnunum, keşke daha fazla olsaydı”…
Başbakan kadın örgütlerinin büyük tepkisini çeken
açıklamasını 5 yıldızlı otelde düzenlenen Aile Şurası’nda da tekrarlıyor.
Katıldığı 5. Aile Şurası’nda Eski Almanya Başbakanı Gerhard Schröder ile
uluslararası bir toplantıda yaptıkları aile konusuna ilişkin sohbeti
anımsatarak Schröder’in Alman ailelerindeki yaşlanmadan söz ettiğini “Öyle bir
gün gelecek ki belki yine biz sizin kapılarınıza geleceğiz” dediğini anlatıyor
ve ekliyordu: “Belki herkese iş bulamayabiliriz. Bulamıyorsak (Bu ülke
demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti) diyorsak o zaman o sosyal denilen
bölüm var ya onun içini iyi dolduruyoruz. Örneğin ailelere destekler
vereceğiz'' Kasım ayı itibariyle ihtiyaç sahibi 106 bin kişiye bakım
sağlandığını itiraf eden Başbakan bu konudaki hizmetlerin artarak devam
edeceğini kaydederek bütün bu çalışmaların sadece aile kurumunun güçlenmesi için
yapıldığını savunuyordu…
19. Yy'ın sonuna doğru İngiltere’de de Türkiye’de olduğu
gibi “Yoksullara Yardım Yasası” tartışılmakta ve yasanın uygulama alanı
genişletilmeye çalışılmakta. Amaca ters düştüğü için bu yasaya karşı çıkar
Malthus ve 1798 yılında “Nüfus ilkesi Üzerine Bir Deneme (An Essay on the
Principle of Population)” adlı kitabı yazar. Ne tesadüftü ki “Ben İstanbul’un
İmamıyım” diyen R.T.E. gibi Malthus da din adamı; bir papazdır fakat
“Malthusçuluk” diye anılan görüşleri onunkilerle taban tabana zıttır.
Malthus’a göre her 25 yılda nüfus geometrik olarak artıp
ikiye katlanırken gıda maddeleri artışı ise aritmetik bir dizi izler. Yardımlar
aslında çocuk sahibi olmayı teşvik ederken, dolayısıyla nüfus sınırlanmadığı
takdirde gelecekteki yoksulların sayısını da arttırmış olacaktı. Sonuçta
Malthus da klasik bir İngiliz iktisatçısıydı, 18.Yy’da İngiltere’de de hala
imtiyazlı sınıfların hâkimiyetinde iktisadi liberalizm savunulmakta idi…
“Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu”nda Max Weber,
“Kapitalizm ve Yahudiler”de Werner Sombart üretim, birikim ve harcama gibi
davranışların kökenini Protestan ahlâkı ve Yahudi dininin değerlerine dayayarak
kapitalizmin yükselişi ve kapitalist üretim arasında bağ kurmaktadır. Günümüzde
ise “A Farewell to Alms (Sadakalara Veda)” da Gregory Clark’ta olduğu gibi
refah ve gelişimi zengin ve üst sınıfların gen farklılığına yoranlar,
yoksulluktaki sebeplerinden biri olarak Malthus tezini reddediyor olsa da
kapitalist değerlerin kalıtsal yayılmasına ilişkin ırkçı, dinci ve sınıfçı
önermeleri insanlar arasındaki eşitsizlik ve şiddeti açıklamaya yetemiyor.
Karl Marks “Kapitalist Birikimin Genel Yasası”nda “nüfus
teorisyenlerinin çoğu Protestan papazlarıdır” derken “bu nazik sorunun,
saygıdeğer Protestan teolojisinin ya da daha doğrusu Protestan kilisesinin, dün
de, bugün de tekelinde bulunması çok ilgi çekicidir” diye de ekliyordu (Kapital
cilt 1).
Dünyadaki 6,5 milyar insan ABD’deki küçük bir grubun
oligarşik (establisment) güdümündedir. Buna karşılık dünya nüfusunun yüzde 70’i
açlık ve yoksulluk koşullarında yaşamını sürdürüyor. Dünya ticaretinin yüzde 70
i çok uluslu şirketler arasında cereyan ediyor. 500 en büyük çok uluslu şirket
yabancı sermaye yatırımlarının yüzde 80’ini, dünya üretiminin yüzde 30’unu
yapmakta. Gıda maddeleri alanındaki çok uluslu şirket yoğunlaşması çok daha
büyüktür. Beş çok uluslu şirket dünya tahıl ticaretinin yüzde 90’ını
denetliyor. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) açıkladığı
rapora göre, dünyada 1 milyara yakın insan yoksulluğun en alt sınırında
yaşıyor. Maslow’un güdülere dayanan hiyerarşik sisteminin sonundaki “Topluma
Katkı gereksinimi” olarak ifade ettiği basamağı gerçekleştirmek hiyerarşik
sistemin daha ilk basamağındaki fizyolojik ihtiyaçları karşılanamayan milyarlar
için hiçbir anlam ifade etmiyor.
Krizler yoksullara ayrılan kaynakların daha da kısılması
anlamına mı geliyor? Dünyada bu konuda neler yaşandığını örneğin 1994’te
Johannesburg’ta yaşamına son veren gazeteci Kevin Carter’ın trajik
fotoğrafından anımsamalı. Kevin Carter Pulitzer ödülünü yanı başındaki
akbabayla ölümü bekleyen aç bir Afrikalı çocuğun resmini çekerek almaya hak
kazanmıştı. Edebiyat dalında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü alan
Yaşar Kemal’in davetlilere hitaben Başbakanın da hazır bulunduğu törende
yaptığı konuşmada durup dururken “milyonlarca insan açlıktan ölüyor” diyerek
“Ya insanlık yok olacak ya bu sistem yok olacak” diye de eklemesi ise boşuna
değil:
"İnsanlık çok kötü günler geçiriyor. Edebiyatım
umurumda değil namusum umurumda. Dünyamız değişti. Birçok hayvanın, bitkinin,
böceğin, kuşun soyu tükendi. Bu bir felaket. Yazık olur bu dünyaya insanlığın
sonu gelirse".
Bu sözler kaynağını Anadolu’nun börtü böceğinden ot ve
çiçeğinden alan dünya çapındaki romancının isyanıdır. Başbakan ise törende
öğrenciyken sadece İnce Memed'i okuduğunu açıklamıştı. Zeliş’i de okusaydı ve
onu da okumuş olduğunu söyleyebilseydi keşke. Çünkü Zeliş, Necati Cumalı’nın
yoksulluk yüzünden babasının borçlusuna vermeye çalıştığı genç bir kızın
öyküsünü anlatır.
Çıplak Vatandaş (Yön: Başar Sabuncu) filmindeki gibi
çarpık düzende tüm çabasına karşı ailesine para yetiştiremeyip kafayı üşüten 5
çocuklu İbrahim’in (Şener Şen) halini örnek olarak alan aklıselimler için de bu
öneriye anlam vermek zordur. Hatırlarsanız daha sonra Başbakan bu kez “En az 3
diyorum” diye ekleyip farklı bir mesaj vererek yine gündemi başka bir tarafa
çekmeyi başarmıştı.
Başbakanın 3 çocuk çağrısından sonra AKP Trabzon
milletvekili Mustafa Cumur da 4 çocuk yapılmasını önermişti. Mustafa Cumur’un
gerekçesi ise işsizlik, göç gibi nedenlerle nüfusun azalarak Trabzon’da
milletvekili sayısının düşmesini önlemekti.
Türkiye’de doğurganlık oranları ortalaması yüzde 2.5
civarında. Son yıllarda düşme görülmüştür (yüzde 6-7’lerde seyrediyordu). Doğu
ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde ise doğurganlık oranı diğer bölgelere göre
oldukça yüksektir. Batıda yüzde 2, doğuda yüzde 4-4.5 düzeylerdedir. Ortalama
yıllık nüfus artış hızı Karadeniz’de de yüksektir. Bölgedeki ortalama yıllık
nüfus artış hızı binde 3’dür. Doğurganlık oranı doğuda batıdan yüksektir.
Türkiye’nin en gelişmiş bölgesi olan Marmara bölgesinin nüfus yoğunluğunun
yüksek fakat doğurganlık oranının en düşük olması en fazla göç alan bölge
olduğunu göstermektedir. Ayrıca Karadeniz bölgesinde de nüfus azalması dikkat
çekmektedir. Bu durum doğurganlık oranı göreli olarak yüksek olan bu bölgeden
diğer bölgelere yoğun bir göçün olduğuna işaret etmektedir.
Türkiye nüfus büyüklüğü açısından dünya sıralamasında 20.
sırada bulunmaktadır. Az gelişmiş ülkeler gelişmiş ülkelerle nüfus özellikleri
bakımından karşılaştırıldığında az gelişmiş ülkelerin doğum oranı ve nüfus
artış hızının yüksek, genç nüfusun oranının fazla olduğu görülmektedir.
DİE'nin açıkladığı son nüfus istatistiklerine göre
Karadeniz bölgesi Türkiye'nin en hızlı göç veren bölgesi, üstelik bu bölgenin
doğurganlık oranı düşük de değil. Buna karşılık Trabzon kilometrekareye düşen
insan sayısı bakımından 209 kişiyle Türkiye'nin nüfusu en yoğun beşinci ili.
İstanbul, Kocaeli, İzmir ve Hatay'ın ardından geliyor. Karadeniz’de işsizlik ve
yoksulluk çok yaygın ve burası Türkiye'nin en yüksek tarımsal istihdamına sahip
bölgesi. Tarım istihdamının toplam istihdama oranı Türkiye'de yüzde 48.4 iken,
Trabzon ve Rize'de yüzde 64.3, Ordu'da yüzde 73.5, Gümüşhane'de yüzde 76.5, Giresun'da
yüzde 70.3 ve Artvin'de yüzde 60.9 düzeyinde. Örneğin Trabzon'da şehir
nüfusunun oranı yüzde 49.1, yani nüfusun yarısı hala kırsal alanda yaşıyor.
Ancak herkesin arazisi çok küçük ve doğurganlık oranının Türkiye ortalaması
düzeyine düşmesinde kente göç yanında, eğitim düzeyinin yükselmesi de etken.
(Kaynak: Karadeniz Krizini Asıl Şimdi Yaşıyor İşte Bölgenin Ekonomik Resmi,
Abdurrahman Yıldırım, Sabah Gazetesi, 03 Ağustos 2005)…
Kendi halinde yaşayıp giderken nereden çıktı şimdi yine
bu kriz diyen sokaktaki sade vatandaş bile İMF’den hayır gelmeyeceğini
anlamışken alınan bu borç niye diye de sormadan edemiyor. Kriz, kimine göre
seçim kimine göre geçim, kimine göre mikro ekonomik kimine göre makro ekonomik
sebepten ister istemez hakkında çok yazılıp konuşulan konuya dönüşünce sır ve
ezoterik bir kavram olmaktan çıktı. Tabi ki bazen sıkça başvurulan teürji ve
safsata gibi çareler kriz gibi kapitalizm için başlıbaşına sorunsal olan
konularda sökmediğinden herkes yaşamını normal akışıyla sürdürmeyi sağlayacak
bir çözüm (ya da önlem paketi) uygulanmasını istemekte. İMF’yle yapılan kredi
anlaşmasının gündeme gelmesinde ise iktidar kadar patronlar klübünün de etkisi
olmuştu.
Hükümetlerin ise önlem paketlerini açıklarken borç aldığı
IMF’nin talimatlarını göz önünde bulundurmaları kaçınılmazdır. IMF Başkanı
Dominique Strauss- Kahn, “Hiçbir ülke finansal krizden muaf değil” demişti.
Bütün hükümetler İMF’ci değil miydi zaten, AKP de diğer hükümetler gibi İMF’nin
çizdiği programa sadıktır. Başbakan’a ait “bize bir şey olmaz”, “bizi teğet
geçti” ve “kriz inişe geçti” gibi söylemler başlı başına bir anlam ifade
edebilir mi? Yeni İMF Başkanı “Borç verirken kendi ideolojik çizgimiz ve
kriterlerimizi göz önünde bulunduracağız” şeklindeki sözlerle de bunu açıkça
ifade etmektedir.
İngiltere’de yayınlanan sol eğilimli The Independent
Gazetesi de Batı’nın Türkiye'deki otoriter laiklerle Müslüman demokratlar
arasındaki gerilimde AKP'nin yanında yer alma eğiliminde olduğunu ifade
ediyordu. AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn AKP’nin kapatma
davası sırasında AKP kapatılırsa Türkiye’nin tam üyelik müzakerelerinin askıya
alınabileceğini ifade etmesi AB’ye bağımlı bir ülke olan Türkiye’de aslında
daha fazla reform bekleyen Batı için liberal AKP’nin daha akla yatkın bir
seçenek olduğunu gösteriyor…
TC sermayesinin dışa bağımlılık hali proaktif olmasına
asla fırsat tanımaz. Fakat nedense mücbir sebepten farz edilen ekonomik ve
sosyal hadiseler karşısında her daim Türkiye’de reaktiflik, emekçilere karşı
sanki haklı gösterilip kendini savunma bir tür müziç bir iztirar hali
mevcuttur. 1970’lerde otoriter ve totaliter (bütüncül) şeklinde ülkeleri
sınıflayan da ABD’dir. Totaliter yapı Amerikan tarzı propagandist bin bir hile
ve düzenle kısmen ortadan kaldırılmış olsa da otoriter (buyurgan) yapı yine ABD
tarafından dayatılmıştır. 1950’lerden sonra başlayan Amerikan destekli
kurumsallaşma (iktidar erki, medya erki vs.) 12 Eylül’den sonra tahkim edilerek
sekterizm ve sol anti-emperyalist mücadelenin sindirilmesiyle sonuçlanmıştır.
Küresel ekonomik kriz paradan para kazanma döneminin
ürününden de başka bir şey değildi. “Borç almak köleliğin başlangıcıdır” diyen
büyük yazar Victor Hugo'nun sözünü hatırlayalım. Ancak tarihin en sistemli iaşe
ve yakacak organizasyonuna karşı sedatif etki ile tepkileri bir derece pasifize
edilen biçare ve pek mümeyyiz görünmeyen toplum için hem ekonomik konjenktür
(gidişat) hem kralın çıplak olup olmadığı sonuç itibariyle anlaşılacaktır. Bir
süre daha tatlı sözlerle ve çeşitli hediyelerle oyalanmak halk tabiriyle ağza
çalınan bir parmak bal anlamına da geliyor.
Sonunda bedava sirkenin baldan mı tatlı yoksa matah bir
şey olup olmadığını zaman mutlak surette gösterecek ancak emekçiler açısından
daima kendi sırtına yüklenmesi demek de olacaktı. Çünkü İMF’den gelecek olan 25
milyar dolarlık kaynağa karşılık eski ödeme planına göre 1 yıl içinde İMF’ye
geri ödenecek 50 milyarlık borç daha var. Borcun yeni bir borçla ödenecek
olması İMF’nin asgari ücret pazarlığında da görüldüğü gibi taraflık ve ücretlere
tahdit dayatması anlamına geliyor
Din siyasette araç olarak kullanılmış, 12 Eylül ırkçı ve
gerici partilerin iktidar yolunu açmıştır. Dünya’da ve Türkiye’de sosyal devlet
ve ulusal politika arayışları gündemde ancak ANAP ve 1980 sonrası özelleştirme
uygulamalarıyla dış pazarlara bağımlılık arttırılmıştır.
İleri teknoloji transferi ve istihdam yaratmak amacıyla
baş tacı edilen yabancı sermaye gelişmekte olan ülkelerin öz kaynaklarını
(vergi muafiyeti, ucuz arazi vs.) teşviklerle ele geçirmekte şirket satın alma
ya da birleşmeler yoluyla da ulusal ekonomileri denetim altına almaktadır.
“Küreselleşme ve Direniş” adlı kitabıyla tanınan ABD’li sosyolog ve siyaset
bilimci James Petras “Türkiye Derviş ile özelleştirme ve liberalizasyon, kamu
hizmetlerinin özelleştirilmesi, emek pazarının kuralsızlaştırılması sürecini
başlatmıştı” diyordu. AKP ise “babalar gibi satarım” diyerek Halk ve Ziraat
Bankası dışında Türkiye’nin banka ve finans sektörünün yarısını yabancılara
devretti. Hizmet sektörünün yüzde 75’i yabancıların kontrolü altına girdi.
KİT’ler tasfiye edildi. Tarım, sanayi, iletişim ve enerji gibi işkollarındaki
önemli kuruluşlar yabancı sermayeye aktarıldı.
AKP’nin uyguladığı politikalar Osmanlı Devleti’nin çöküş
ve parçalanma dönemine de benzetiliyor. Türkiye ekonomisi adeta mandacılık tipi
sömürge ve vesayet altındaki ülkelerin durumunu anımsatıyor. Başbakan çeşitli
kürsülerden mütemadiyen “BOP’un eşbaşkanıyım” şeklinde müşabih lafları müftehir
tavırla dile getirirken Erol Manisalı, 10 Kasım 2008 tarihli yazısında gerçeğin
üstüne basarak “Amerikan başkanları ise kapitalist oligarşinin emirlerine
uymakla yükümlü yöneticilerdir” demekte. Ilımlı İslâm projesi Türkiye’de BOP’un
bir parçası olarak devreye sokulmuştur…
İMF (İnternational Monetary Fund), emperyalistlere hizmet
en önemli kuruluşlardan birisidir. Sermayesinde ve kararlarında ABD’nin tayin
edici rol oynadığı bir finans kurumudur. Bretton Woods Konferansı sonucunda
(ABD’de) 1945’te kurulan İMF 1947’de finansal operasyonlarına başlamış ve
1998’den bu yana neoliberal programı uygulamaktadır. Amacı doğrudan yabancı
sermaye yatırımlarını (yabancı bankalar, yabancı şirketler ve tarımsal üretimin
kısılması) teşvik etmektir. İthalat, tüketim ve yüksek faizli borçlarla ulusal
ekonomileri batağa sürükleyen İMF tekellere ve çok uluslu şirketlere bağımlı
kılarken özelleştirme, hayat pahalılığı ve işsizlik gibi sorunlara yol
açmaktadır. Güney Asya ülkelerinde siyasi istikrarsızlık ve vahim sonuçlara yol
açan başarısız bir neoliberal politika aracı olmuştur
IMF’yle yapılan anlaşmalar stand-by adını alır. Kullanmak
amacıyla üye ülkelere kota koyar. Aslan payı ABD’nindir. Japonya, Almanya,
İngiltere ve Fransa onu izler. İMF emri altına giren ülke istikrar ve ödemeyi
garanti edecek programı yani niyet mektubu (letter of intention) taahhüd eder.
Türkiye ise İMF’nin en sadık müşterisidir…
Kapitalist liberal politikalar krize girdiğinde yine
kapitalist sosyal demokratik keynesyen politikalar devreye girer. Keynesyen
model kapitalist pazarın canlandırılması için devlet harcamalarının
arttırılmasından başka hiçbir şey değildir. Aslında yaşanılan her kriz yeni
yeni tekelci oluşumlara yol açmaktadır. Bütün büyük krizler (buhranlar) büyük
kârları hedefleyen kapitalist spekülatörlerin eseridir. Ergin Yıldızoğlu, “salt
sermaye için değil sınıflar arası ilişkiler açısından kriz bir yenilenme
anıdır” diyor (Cumhuriyet, 22 Ekim 2008). Marks, kapitalist krizi yok oluş
olasılığının ortaya çıktığı an değil aynı zamanda sermayenin yenilenme ve
temizlenme süreci olarak görüyordu (Kapital Cilt 1-3). Krizler verimsiz
yapılar, fazla kapasite, fazla mallar ve fazla işgücü tasfiyesine neden oluyor.
Bazıları devlet tarafından korunmak isterken ayrıcalıklı sınıflar krizin
maliyetini ise topluma yüklüyor ve sermaye merkezileşip emek süreleri yeniden
düzenleniyor
Mustafa Sönmez “kriz son tahlilde sermaye birikimi
sürecinin aksaması, kâr oranlarının veri bir duruma göre düşme eğilimi
göstermesi demek” diyor (100 Göstergede Kriz ve Yoksullaşma, İletişim
Yayınları, 2002). Krizin aşılması demek sermayenin yeniden üretimi için yeni
bir model yeni bir format bulması demektir diyen Sönmez her krizin bir yeniden
yapılanma bir ayıklanma süreci olduğuna işaret ediyordu. Karl Marks’ın
deyimiyle sadece sermayedarların çalışanları mülksüzleştirdiği bir dönem değil
kapitalistlerin de kapitalistler tarafından mülksüzleştirildiği bir dönemdir.
İşletmeler açısından sonuç iflas, tasfiye, el değiştirme veya birleşmeler idi.
Yeniden şekillenme ekonomik olduğu kadar politik ve
sosyal alanda da yaşanır. Türkiye’de ise Anayasa, “egemenlik kayıtsız şartsız
milletindir” diyor ama milli servetin önemli kısmını paylaşan aile sayısı iki
elin parmaklarını geçmiyor. KİT ve bütçe açıkları, fonlar ve yerel yönetim
harcamaları derken 2001 krizinin Türkiye’ye faturası 130 milyar dolardı.
Sabancı (döviz spekülasyonu yapan) ve Oyak gibi (bankacılık ile finans ve
çeşitli faaliyet alanlarını birleştiren) holdingler 2001 krizini büyük kârlarla
kapatmıştı. Buna karşılık hortumlanan, döviz borcu kabarık ve öz sermaye yapısı
zayıf olan yerel ölçekli bankalar ve işletmeler batmıştır
1929’daki Büyük Buhran (The Great Depression) insanlık
tarihinde bir kez oldu bir daha yaşanmaz deniyordu. Yeni küresel krizle bu
sözler de anlamını yitirmiş oldu. 1929’da 4 bin banka batmış, 50 milyon kişi
işini kaybetmişti. Toplam üretim yüzde 42, dünya ticareti yüzde 65 azalmıştı.
Dünya’nın 1929’da yaşadığı büyük kriz 2.Dünya savaşının yol açtığı ekonomik
canlanmayla kurtulmuştur. Sıcak savaşlardan daha ucuza gelen bir yatırım olarak
ortaya sürülen liberal felsefenin “neo”su da iflas etmiştir
ABD'de geçen yıl konut piyasasında başlayan ve Birleşmiş
Milletler'in ''yüzyılın krizi'', Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) ise ''dünya
ekonomisinin 1930'larda bu yana karşılaştığı en tehlikeli finansal şok'' olarak
nitelendirdiği küresel finansal kriz, dünya gündeminin en önemli maddesi olmayı
sürdürüyor. 2008 başında petrol ve altın fiyatları yükselmiş, borsa düşmüş,
mortgage kredileri geri dönmeye başlamış ve işsizlik oranı yükselmişti.
İngiltere’de halkın önemli bölümü yoksullaşmıştı. Bankalar battı. Belçika’da
enerji ve gıda fiyatları yükseldi. Almanya’da yoksulluk 4’te 1 oranında arttı.
İtalya’da sosyal güvenlik, gelir adaletsizliği ve fiyat düzeyinin artışına
sebep oldu. Türkiye’de ise kriz üretim ve talebin düşmesi, işyerleri
kapanışları, büyümenin azalması, işsizlik, devlet ve reel sektör borçlarının
artışıyla sonuçlanmıştır.
Yabancı ülkelerde önlem paketi mevduat güvencesi ve
geçici mevduat sigortası devreye sokuldu. Dünya genelinde ülkeler toplam 5,5
trilyon doları aşkın kurtarma paketleri açıklamasına rağmen hala kontrol altına
alınamayan küresel kriz, başta otomotiv sektörü olmak üzere reel sektörü de
etkilemeye başladı. Küresel krizle baş edebilmek için Amerikan Merkez Bankası
(Fed) ve diğer merkez bankaları tarihte görülmemiş şekilde koordineli olarak
faizleri düşürürken, AB ve diğer bazı ülkeler bankalardaki mevduat garantisini
artırırken, bazıları ise tam güvence getirdi. AB içinde kendi bankalarına yüzde
100 mevduat güvencesi sağlayan ilk ülke İrlanda oldu
ABD 700 milyar dolarlık finans sektörü kurtarma paketi
uygulamaya soktu. Almanya tüm banka hesaplarını güvence altına aldı, en büyük
ikinci kredi sağlayıcısı Hypo Real Estate ve ikinci büyük bankası BayernLB
kurtarıldı. İngiltere mortgage bankası Bradford Bingley’e el koydu. 350 milyar
dolarlık bankacılık destek paketi devreye sokuldu. İspanya’da 30 milyar euroluk
fon oluşturuldu. Hollanda’da Fortis kısmen kamulaştırıldı. İzlanda’da ise
devlet ülkenin üçüncü büyük bankası olan Glitnir Bank’ın yüzde 75 hissesini
devraldı. Bu krizde Rusya borsası 2/3 oranında değer kaybederken, 1998’de de
serbest piyasa ekonomisine geçtikten sonra kısa vadeli dış borçlarını ve hazine
kâğıtlarını ödemekte zorlanmıştı. Rusya’da başta yolsuzluk, gelir dağılımı
dengesizliği ve işsizlik olmak üzere sorunlar gün geçtikçe artıyor.
1970’lerden sonra başlayan aşırı üretim ve kapasite
fazlası, finans sektörünün devreye girmesi (aşırı sermaye birikimiyle Avrupa ve
Japonya’da) ve ABD Merkez Bankası’nın (Fed) sistemin hakimi haline gelerek
piyasalara faiz yoluyla müdahale etmesiyle krizler peş peşe başlamıştı. ABD
merkezli kapitalist sisteme entegre olmuş yoksul veya az gelişmiş ülkelerin
etkilenmeyeceğini öne sürmek (decoupling hipotezi) inandırıcılıktan yoksundur.
Ekonomik Krizin asıl kurbanları her defasında yoksullar ve orta sınıf oluyordu.
Meksika, Arjantin, Türkiye, Asya, Rusya vs arka arkaya krizler yaşamıştır.
Türkiye’de 2006’dan itibaren büyüme azalırken tüketim
harcamaları düşmeye başlamıştır. TEPAV (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma
Vakfı) gibi kuruluşlar krizin Türkiye’yi de vuracağını açıklamıştı. Örneğin
TEPAV’a göre kriz; kredi, portföy, tüketici davranışları ve dış ticaret olmak
üzere Türkiye’yi dört koldan vuracaktır (2007 – 2008 Küresel Finans Kriz ve
Türkiye: Etkiler ve Öneriler Raporu - TEPAV). Türkiye bu krizin de asıl altında
kalacak ülkeler arasında gösterilmektedir. Krize karşı henüz ciddi bir önlem
paketi açıklanmamıştır. İlk aşamada ise küresel kriz Türkiye’ye ihracatın
azalması, yabancı ülkelere döviz aktarımı (sıcak para akışıyla portföyün
boşaltılması), büyümede gerileme, kredi kaynaklarının tıkanması ve işsizlik
artışı olarak yansımıştır.
(2)
Atlas Dergisi’ndeki (Sayı 101 / Ağustos 2001) bir soru
dikkat çekiyordu. “Daha zengin ve yalnız bir insanlık mı düşlerdiniz yoksa daha
çok paylaşan ve daha mutlu bir insanlık mı?” Üniversite yıllarında
hocalarımızın bizden yanıtını beklediği başka bir soruyu daha anımsıyorum:
“Teknolojinin geliştiği günümüzde mi, yoksa ilkçağlardaki insanlar mı daha
özgürdü acaba?” Aslında bu soru insanlığın ilk çağlardan beri tartıştığı temel
sorunlardan bir tanesini “egemenlik” ve “çelişki” kavramının ortaya çıkmasında
vardığı aşamayı ortaya koymaktadır.
Ramazan çadırları ve toplu iftar yemekleriyle işareti
verilen sadaka kültürü AKP’nin kömür torbaları ve erzak kolileriyle
şirazesinden çıkarak sadaka dağıtan bir devlet modeli ortaya çıkarmıştı.
Mustafa Balbay bir yazısında “sosyal devlet yerini sadaka sistemine bıraktı”
diyordu.
Kısaca hatırlatayım. MÖ 7.Yy’da yaşayan Yunanlı bilgin
Hesiod başlangıçta insanların sade ve basit bir yaşam sürdüklerini ifade eder.
MÖ.4.Yy’da yaşayan Empedokles ise Hesiod’a katılarak “Altın (mutlu) Dönem”de
hatta insanlarla hayvanlar arasında bile düşmanlık olmadığını çünkü doğanın
bütün canlılara yeterli kaynağı sağladığını belirtiyordu. Bu dönem doğanın
nimetlerinden beraber yararlandıkları hiç kimsenin kimseye egemen olmadığı
henüz savaşlar ve çelişme (mücadele) olmayan bir dönemdir, fakat para ile
servetin ortaya çıkması Demir (karmaşa) dönemini yani tahakküm ve cebir
dönemini de başlatmıştı.
Bu görüşe karşı çıkan Demokritos altın dönemden demir
dönemine bir geçişin söz konusu olmadığını insanların tersine daha olgun
dönemlere ulaştığını ileri sürüyordu. Tarih içinde insanlar medenileştikçe
karmaşa ve güçlüklerden de uzaklaşıp daha müreffeh bir hayata ulaşmıştı.
Demokritos’un yaşadığı dönem Yunan felsefesinde "kozmolojik dönem"
olarak adlandırılan M.Ö. 600'den 450'ye kadar süren ilk dönemdir. M.Ö. 450
civarı kısmen erken Yunan felsefesinin iç dinamiklerinden kısmen de siyasî
koşullardan kaynaklı, Atina'da bir değişimin yaşandığı demokrasinin de
başladığı dönemdi. Egemenlik kavramı medenileşme sonucuydu Demokritos’a göre.
Bu konuya eleştiriler Fredy Perlman ve John Zerzan gibi anarko-pritimitivistlerden
gelmiştir ancak John Moore’un “A Primitivist Primer (Primitivist Okuma
Kitabı)’nda da belirttiği gibi nüfus konusunda bile anarko-primitivistler
arasında bir fikir ve oy birliği yoktur. Anarko-primitivistler modern teknoloji
ya da uygarlığa değil güç ilişkilerini biçimlendirdiğini ileri sürdükleri bütün
sistemlere karşıdır.
Marks Engels’le birlikte kaleme aldıkları Alman
İdeolojisi’nde ise geçim araçlarının üretimini yaşamı sürdürmek için
gerçekleştirilen tarihsel ilişkiler ya da toplumsal faaliyetin temeli olduğunu
ifade etmektedir:
“Ama yaşamak için her şeyden önce içmek, yemek, barınmak,
giyinmek ve daha bazı başka şeyler gerekir. Demek ki, ilk tarihsel eylem, bu
gereksinmeleri karşılayacak araçların üretimi, maddi yaşamın kendisinin
üretimidir, ve bu, binlerce yıl önce olduğu gibi, bugün de salt insanlar
yaşamlarını sürdürebilsinler diye günbegün, saatbesaat yerine getirilmesi
gereken tarihsel bir eylem, bütün tarihin temel bir koşuludur”.
Hesiod'a göre tarih, sürekli bir dönüşün hareketidir.
Yani tarih, altın dönemden başlayarak demir döneminden geçtikten sonra yeniden
altın dönemine dönen bir yol izler. Demokritos’a göre ise insanlık tarihi
sürekli bir gelişimdi. İnsan, tarihin akışı içinde, başlangıçtaki hayvan
yaşamından sürekli uzaklaşarak daha iyi bir yaşama kavuşmuştu. Karl Marks’ın
1841'de hazırladığı doktora tezinin başlığı da “Differenz der Demokritischen
und Epikureischen Naturphilosophie (Demokritos İle Epikuros'un Doğa
Felsefeleri)” adını taşımaktadır…
Günümüzde insan nüfusu ve etkisi hızla artarken doğanın
yok oluş süreci hızlanmıştır. Tarım Devrimi, Sanayi Devrimi, Bilgi ve İletişim
Devrimi gibi süreçlerden sonra doğal süreç modernite sonrası kullanıma açılan
coğrafya ile birlikte insan sayısının çoğalmasına karşılık diğer canlı türleri
ve doğal yaşamı hızla tüketmeye başlamıştır…
İşsizlik, açlık, yoksulluk ve gelir dağılımı
adaletsizliği toplumun başat sorunları. Yoksulluk özellikle doğu ve güneydoğu
bölgesi olmak üzere bütün yurda yayılmış durumda. 8 milyon aileye kömür
milyonlarca insana gıda paketi dağıtımının konuşulduğu bir ülke haline geldik.
Her dört kişiden birinin açlık veya yoksulluk sınırında yaşadığı çalışma
hakkından yoksun bırakıldığı bir ekonomik sistemle toplum yoksullaşıp iktidara
kucak açar hale getirilmiştir.
İşte bu manzaranın fotoğrafı kısa bir süre önce
gazetelere Adana’da da yansıyordu. Doğu ve Güneydoğu illerinden göç edenlerin
yaşadığı yoksul mahallerin çocukları karınlarını doyurmak için semt
pazarlarında atılan sebze ve meyveleri topluyordu. Pazar esnafına göre böyle
çocuk sayısı son 1 yılda 3’e katlanmış.
Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan bir araştırmaya göre
Türkiye’de 06-14 yaş arası her 10 çocuktan birisi yoksulluk nedeniyle
ilköğretim hakkından yoksundur (10 Eylül 2008). Öte yandan paralı eğitim
sistemi ve eğitim alanında uygulanan özelleştirme politikası nedeniyle ilk ve
orta öğretim gibi temel eğitim basamağındaki dengeler bile bozulmakta.
Aslında dışa bağımlılık ve yoksulluk, toplumun cehaleti
ve çaresizliğini kullanarak fonlanıyor. Dün çeteleri finansa eden sömürgeci
anlayış günümüzde öz varlıklarımıza teker teker el koyarken bir yandan da
açıkça yanlış hükümet politikalarını destekliyor. Türkiye’de şirket kurtaran
TMSF ile kömür, gıda vs. yardımı yapan belediyeler de dahil olmak üzere aslında
bütün kurumlar hazineye, hazine de dış ülkelere borçludur. Borçlandırma
politikası ilk başta bütün devlet kurumlarında yaygınlaşıp aşağıdan yukarıya
doğru bir silsile izler görünse de en nihayetinde toplumun alt kesimlerini
sürekli yutmaya hazır dev girdaplara benziyor…
Kriz yüksek piyasa aygıtlarıyla (faiz, döviz, borsa vs.)
işleyen küresel ekonominin aşırı üretim ve tüketim dengesizliğinin de bir
sonucudur. Türkiye ticaretinin en önemli payını tekstil ve hazır giyim sektörü
karşılamakta ve ihracatın (DTÖ verilerine göre) yüzde 83’ü ekonomik kriz
sonucunda "derin ve uzun süreli" bir durgunluk içine gireceğini
bildiren AB'ye yapılmaktadır. TÜİK’e göre 2007’de ihracatın ithalatı karşılama
oranı yüzde 63.1’di. Buna karşın dışarıdan başta petrol, demir ve çelik olmak
üzere kara taşıtları ile bunların aksesuar ve parçalarını, değerli süs
taşlarını ithal eden Türkiye’nin 2007 yılındaki ihracatı 107 milyar dolarken
ithalatı 170 milyar dolar olmuş, 2007 yılında dış ticaret açığı, 2006 yılına
göre, yüzde 16.3 artarak 62 milyar 833 milyon dolara yükselmiş ve 1 Temmuz
2007- 30 Haziran 2008'i kapsayan bir yıllık dönemde 72.1 milyar dolara
ulaşmıştır…
Krizin vahameti anlaşıldıkça Başbakan’ın söylemleri de
değişmekte. Krizle ilgili tartışmalar yerel seçim öncesi yarısı AKP’ye yandaş
Türk medyasınca dile getirilmekten zaten kaçınılmıştı. Ancak Başbakan’ın
“Küresel ekonomik kriz dünyada ciddi bir etki yarattı. İnşallah bizi teğet
geçecek ve biz bunu en az zayiatla atlatacağız” (Radikal, 19 Ekim 2008) gibi
sözlerine rağmen bir ciddi krizden dışa bağımlı Türkiye’nin etkilenmemesi
beklenemezdi. Din üzerinden yapılan siyasetin sonucunda geldiğimiz, önce
yoksullaştırılan sonra sadakaya alıştırılan ve teşhir edilen yardım
kuyruklarındaki kalabalık ve izdiham manzaralarını anımsayalım. Sosyal devlet
uygulamalarını sulandıran yöntemler sonucunda Deniz Feneri, Mercimek olayı vs.
yargı konusu olmuşken de Şükran Soner Cumhuriyet Gazetesindeki köşesinde haklı
olarak soruyordu: “Ya AKP’nin propagandasında da kullanılan devlet
kaynaklarıyla yapılan yardımlarda yasal suç da işleniyor olmasının sorgulaması,
hesabı olmayacak mı?” …
Sosyal yardım ve güvencenin tarihçesine baktığımızda
çıkan yasa ve uygulamaların sınıfsal karakterli olduğunu ve fabrika sanayi
kapitalizminin gelişmeye başladığı 17.Yy’da başladığını görürüz. Kapitalizmin
temel ihtiyacı olan işgücü için çıkarılan ilk düzenlemelerin ortaya çıktığı
ülke İngiltere’dir. 1601 tarihli yoksul yasası yoksulları güçsüz ve aciz
yoksullar, düşkünler evi (almshouses) veya yardım evleri dışında verilen
yardımlar (outdoor reliefs) aracılığıyla yardım edilen, çalışamayacak durumda
olan hasta ve yaşlı kimseler ile çalışabilir acizler (paupers) diye iki
kategoriye ayırmaktaydı.
Kamu kaynakları üzerinde yük olarak görülmeye başlanacak
ve yoksul yasalarının temel ilkelerinden biri olan “hak eden” eden “hak
etmeyen” yoksul ayrımı, sosyal politika tarihinde modern sosyal güvenlik
sistemleri kuruluncaya kadar sürekli tartışılan bir konu olacaktır. Özellikle
liberallerin 1834’te çıkan yeni yoksul yasası üzerindeki baskı ve
düşüncelerinin etkisi büyüktü. 18 Yy. liberalleri başta Adam Smith yoksullara
yardım için yapılan yasal düzenlemelere sert biçimde eleştiriler getirip karşı
çıkıyordu. İkamet yasasını piyasa ekonomisi için gerekli olan emeğin serbest dolaşımını
ortadan kaldırdığı için engel olarak gören Smith’e göre emeğin dolaşımının
olmaması aynı zamanda da mal dolaşımının da kısıtlanması anlamına gelmekte idi
(Adam Smith, An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of
Nations-Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Sebepleri Üzerine Bir Soruşturma),
1776). İngiliz kilisesi rahiplerinden Joseph Townsend ise 1786’da yazdığı “A
Dissertation on the Poor Laws”da nüfusun açlık ile kontrol altına
alınabileceğini ileri sürüyordu. Townsend'ın "ve toplumda en aşağılık, en
pis ve en bayağı işlerin yapılabilmesi için daima bazı kimselerin bulunmaları
bir doğa yasasıdır” şeklinde savunduğu görüşleri Marks, bunu da, özellikle
yoksullar arasında faal olan nüfus ilkesinin sağladığını “sefaleti, zenginliğin
zorunlu koşulu diye, zalim bir biçimde göklere çıkarmıştır.“ Kapital (Cilt-I)
diyerek eleştirmektedir.
Karl Marks’a göre “Doğal nüfus yasası" denilen şeyin
temelinde yatan kapitalist üretim yasasından başka bir şey değildi. Emeğin
sömürülmesi kapitalist birikim sağlamak ve yeniden-üretimi için ücret artışının
altta tutulmasını gerektiriyordu. Sermayenin kendisini genişletmesi için
gerekli olandan çok daha fazla bir emekçi nüfusu, nisbi artı-nüfusu kendi
enerjisi ve büyüklüğü ile doğru orantılı olarak durmadan üreten şey (emekçileri
serbest duruma getirme işlemi) kapitalist birikimin ta kendisi idi. Büyük
sanayi yedek bir sanayi ordusunun bulunmasını zorunlu bir koşul olarak
görüyordu. Thomas Robert Malthus ise 1798’de “Nüfus ilkesi Üzerine Bir
Deneme”de yoksul yardımlarının nüfusu artıracağını savunmuştu. Tarımsal
üretimden imalat sanayine geçiş döneminde köylerden kasabalara ve kentlere akan
nüfus çoğalmıştı. 1834’de çıkan yoksul yasasının hazırlanmasında faydalananlar
açısından ahlâki dejenerasyona neden olacağını ileri süren Jeremy Bentham gibi
liberallerin etkisi olmuştur. David Ricardo ise ücretleri düşürerek, yoksulluğu
şiddetlendirdiğini iddia etmiştir. Modern kapitalizmin iyice oturması için
(ekmeğin fiyatı artmıştı) 1846 yılında buğday ticaretini engelleyen yasa
yürürlükten kaldırılmıştır. Bu dönemde yardımsever kuruluşlar ile işçi
örgütlenmelerinin sayısında önemli oranda artış gerçekleşmişti.
Alman sosyal politikasının ve sosyal devletin gelişiminde
iki aşama yoksul yardımları ve işçi politikasıdır. 1870 tarihli yardım
bölgeleri yasasında (Relief Residence Law) yoksul yardımlarının yerel
otoriteler tarafından yapılmasına karar verilmişti. Yoksul yardımları temelde
sosyal düzensizliği engellemek ve çalışma etiği oluşturmak, çalışabilir durumda
olup da yardım alanlara gözdağı vermek, nüfusun iç hareketliliğinin önündeki
engelleri kaldırmak gibi amaçlar için uygulanmıştır. Bismarkyan paradigma (işçi
politikası) ise 1848 sonrasındaki örgütlü sosyalist hareketlenmeyi bertaraf
etmek, Alman bürokrasini harekete geçirmek gibi amaçları için uygulanmıştı.
“Sosyal” kavramının ortaya çıkışı ile kapitalist üretim biçimi ve üretim
güçlerinin ortaya çıkışı aynı paralellikte olmuştur. Kapitalist üretim için
merkezi bir öneme sahip emek gücünün üretime katılımının devamlılığı, sosyal
politika ve sosyal güvenlik gibi politika biçimleri kullanılarak
gerçekleştirilmiştir. Almanya’da sosyal güvenlik olgusuna hem kendi içindeki
sınıf mücadelelerinin hem de uluslar arası alanda yeni gelişmekte olan yapıya
karşı uyguladığı korumacı ekonomi politikalarının sonucu olarak bakılabilir.
Ülkemizde ise İmparatorluktaki sosyal güvenlik
uygulamaları aile içi yardımlaşmalar, dinsel yardımlar, meslek kuruluşları
olmak üzere üç kategoride toplanabilir. Dinsel kural ve geleneklere dayanan
hayır kurumları Osmanlı’da yoksulların korunması açısından önemli rol
üstlenmişlerdi. Zekât, fitre, sadaka ve bağışlar yoluyla yoksullara yardım
yapılmıştır. Vakıflar ise daha organize sosyal yardım kuruluşları olmuştur.
İmparatorluğun son dönemlerinde Darülaceze, Darüleytam ve Kızılay gibi kurumlar
sosyal yardım açısından önem kazanmıştı.
Sosyal sigortalarla ilgili ilk yasa 27 Haziran 1945 tarih
ve 4772 sayılı İş Kazaları, Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortaları
Kanunu'dur. Bu yasaya paralel olarak 16 Temmuz 1945 tarihinde İşçi Sigortaları
Kurumu Kanunu çıkarılmıştır. 2 Haziran 1949 tarihinde 5417 sayılı İhtiyarlık
Sigortası Kanunu çıkarılmış, daha sonra 1957 yılında Maluliyet, İhtiyarlık ve
Ölüm Sigortaları Kanunu kabul edilmiştir. 1950 yılında Hastalık ve Analık
Sigortaları Kanunu çıkarılmıştır. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki
dönemde dünyada sosyal güvenlik alanında ortaya çıkan gelişmelere ayak
uydurmaya çalışmıştır. 10 Aralık 1948 tarihli “İnsan Hakları Evrensel
Bildirisi” 6 Nisan 1949’da Bakanlar Kurulu’nca kabul edilmiş; 7 Nisan 1948
tarihli Dünya Sağlı Örgütü (WHO) Anayasası, 9 Haziran 1949 tarih ve 5062 sayılı
yasa ile onaylanmış ve Türkiye Dünya Sağlık Örgütü üyesi olmuştur. Bu
sözleşmeler Türkiye’ye sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında yükümlülükler
getirmiştir.
1961 Anayasası’nda sosyal güvenlik ve sağlık kavramları
birer hak olarak tanımlanmış ve bu hakların sağlanmasının devletin görevi
olduğu kabul edilmiştir. 5 Ocak 1961 tarihli 224 Sayılı Sağlık Hizmetlerinin
Sosyalleştirilmesi Yasası bu alanda önemli bir adım olmuştur. Bu yasa bütün
sağlık hizmetlerinin finansmanının genel bütçeden karşılanmasını ve sağlık
hizmetlerinin, yasal süreci izleyen herkese ücretsiz olarak verilmesini
öngörmektedir. Yasaya göre “sosyalleştirme” uygulaması tüm illerde
tamamlandığında, aynı zamanda herkesi içine alan bir sosyal sağlık güvencesi
modeli de ortaya çıkmış olacaktır.
12 Eylül 1978’deki Alma-Ata Konferansı’nda aralarında
Türkiye’nin de bulunduğu Dünya Sağlık Örgütü üyesi 134 ülke, “2000 Yılına Kadar
Herkese Sağlık” sloganıyla birlikte, kendi halklarını sosyal güvenlik kapsamına
almayı da kabul etmişlerdir. Oysa bu süreç ülkemizde daha 1961’den itibaren
başlatılmış ve 1978 Alma-Ata Konferansı’nda alınan kararlar bu sürecin önemine
vurgu yapmıştır. Ancak, “sosyalleştirme” uygulaması, 1984’te tüm yurtta birçok
aksaklıklarıyla birlikte tamamlanmış görünse de yasada belirtilen çoğu
hedeflere ulaşılamamıştır. Sosyal güvenlik alanında yoğun düzenlemelere gidilen
bu dönemde primli sistem açısından önemli bir gelişme, 1964'te kabul edilip
1965'te yürürlüğe giren 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu ile
gerçekleştirilmiştir. Bu yasayla dağınık haldeki mevzuat bir bütün haline
getirilmiştir. Bu gelişmeyi 1971 yılında kabul edilen ve esnaf, sanatkâr ve
diğer bağımsız çalışanlara yönelik olan 1479 sayılı Bağ-Kur Kanunu izlemiştir.
Yine bu dönemde Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ’nün 1952 tarihli 102 sayılı
“Sosyal Güvenliğin Asgari Normlarına İlişkin Sözleşmesi “ 29 Temmuz 1971 tarih
ve 1451 sayılı kanun ile onaylanmış, Bakanlar Kurulu’nun 1 Nisan 1974 tarih ve
7/7964 sayılı kararnamesi ile yürürlüğe girmiştir. Bu önemli sözleşme sosyal
güvenlik kavramının çağdaş tanımında da belirleyici role sahip olmuştur.
Sözleşmede 9 risk sayılmıştır. Bu riskler; hastalık, analık, sakatlık,
yaşlılık, işsizlik, iş kazası, meslek hastalığı, ölüm ve aile yükleridir.
10 Temmuz 1976 tarih ve 2022 sayılı yasayla, en geniş
kapsamlı kamu sosyal güvenlik harcaması olarak bilinen “65 yaş aylığı”
uygulamasının başlatılması, önemli bir sosyal güvence örneği olmuştur. Bu yasa
ile “65 Yaşını Doldurmuş, Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz TC Vatandaşları”na
karşılıksız aylık bağlanmıştır. 1980’li yılların başından itibaren kamu
kesiminde çalışan sivil ve askeri personele yönelik tazminat niteliğindeki ödemeler,
1983 yılında sosyal yardım hizmetlerini tek çatı altında toplamayı amaçlayan
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK)’in yeniden düzenlenmesi bu
alandaki öne çıkan gelişmelerdir. 1983 yılında yürürlüğe giren 2925 sayılı
“Tarımda Kendi Adına ve Hesabına Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanunu” ve 2926
sayılı “Tarım İşçileri Sosyal Sigortalar Kanunu” tarım kesiminde çalışanlara da
sosyal güvenlik sağlamayı hedeflemiştir. 7 Kasım 1980’de, 1968 tarihli Avrupa
Güvenlik Kodu’nun onaylanması, 1965 tarihli Avrupa Sosyal Güvenlik Şartı’nın 14
Ekim 1989’da onaylanarak 24 Aralık 1989’da yürürlüğe girmesi sosyal güvenlikle
ilgili olarak bu dönemdeki diğer gelişmelerdir. 7 Kasım 1980’de, 1968 tarihli
Avrupa Güvenlik Kodu’nun onaylanması, 1965 tarihli Avrupa Sosyal Güvenlik
Şartı’nın 14 Ekim 1989’da onaylanarak 24 Aralık 1989’da yürürlüğe girmesi de
sosyal güvenlikle ilgili olarak bu dönemde dikkat çeken gelişmelerdir…
Neo liberal politikalarla artan yoksulluk karşısında
özellikle 1980’den sonra Turgut Özal döneminde devlet eliyle yardımlara
meşruiyet kazandırılmış, 1986’da halk arasında “Fak-Fuk-Fon” olarak bilinen
Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu oluşturulmuştu. 2004’te de
Başbakanlığa bağlı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü kurulmuştur.
Herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna bağlı olmayan ve sağlık hizmetlerinden
ücretsiz yararlanan yeşil kartlı sayısının günümüzde 10 milyona ulaştığı
görülüyor.
Devlet sosyal yardım faaliyetlerini 1986 yılında kanun
ile kurulan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu kaynaklarıyla bu
Müdürlüğe bağlı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları kanalıyla
yapmaktadır. İlginçtir ki Başbakanın da önsözünü yazdığı Başbakanlık Sosyal
Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü 2009-2013 Stratejik Planı’nda Gümrüklerden,
Vakıflardan ve Sosyal Yardımlardan Sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Hayati Yazıcı şöyle demektedir:
“Ekonomik ve sosyal yönden güçsüz olanlar lehine,
toplumsal eşitsizlikleri ve sorunları giderici etkin ve yaygın sosyal politikalar
uygulanmak suretiyle, bu alandaki kaynakların toplumun en yoksul kesimlerine
ulaşması sağlanmıştır. Çünkü meselenin, ‘Balık vermek değil, balık tutmayı
öğretmek’ olduğunun bilincindeyiz”…
Başbakan ise “Toplum refahının artırılması, adaletli
gelir dağılımının sağlanması, ekonomi politikalarının etkili sosyal politikalar
ile uyumlu yürütülmesine, toplum desteğinin alınmasına bağlıdır. Hükümetimiz
döneminde ekonomik kalkınma politikaları etkili sosyal politikalarla dengeli
bir şekilde yürütülmüştür. Ülkemizin ekonomik büyüme oranındaki ve kişi başına
düşen milli gelirdeki artışların yanı sıra enflasyon oranının tek haneli
rakamlara gerilemesi; toplumda güven duygusunu artırmış, gelir dağılımı
üzerindeki olumlu etkiler toplumun her kesimine yansımış ve yoksul
vatandaşlarımız da geleceğe çok daha umutla bakmaya başlamıştır” demektedir.
Ancak Başbakan nüfus artışı konusundaki söylemleriyle
kendi Sosyal İşlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı ile de çelişki yaşıyor
görünmekte. AKP İzmir Milletvekili Nükhet Hotar Göksel daha önce nüfus artışı
konusunda “asıl olan sayısal bir büyüklükten ziyade, nitel büyüklüktür ki bu da
ilk planda eğitimle ilgili bir sorundur” demişti (Bakınız: Türkiye’de
Demografik Dönüşümün Sosyal Politikalara Etkisi, Prof. Dr. Nükhet Hotar Göksel,
20 Ekim 2005). Türkiye doğum ve ölüm oranlarında orta risk grubundadır. Bebek
ölüm oranı ise binde 37'dir.
Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu
bünyesindeki sosyal hizmet kuruluşlarındaki (çocuk bakımevi, huzurevi) dayak,
işkence gibi muamelelerin medyaya yansımasının ardından yaşanan skandallarla da
çelişki yaşanmakta.
Krizi fırsata dönüştürecek primi kimseye kaptırmak
niyetinde olmayan Başbakan öyle ki bu krizi fırsat bilerek “2009 yılı bütçesi
küresel finans krizinin Türkiye için fırsata dönüştürme bütçesidir” demekte ve
2 milyondan fazla aileye 7 milyon ton kömür dağıttıklarını saklamamaktadır.
Gelinen süreçte AKP’li belediyeler kanalıyla da bazı ailelere kömür ve erzak
torbası dağıtılması sık sık medyaya yansımaktadır.
Bu tür davranışların ilköğretim düzeyindeki çocuklar
tarafından bile örnek alınıp konuşmalarına yansıdığını, bir ilkokul sınıf
başkanlık seçiminde “Bana oy verirseniz 100 tane sakız alacağım”, “S ile
konuşmayana 1 milyon vereceğim” gibi sözlerine kulak misafiri olmuş bir
yakınımdan duydum. Yoksullar dilenci yerine konuyor, 3-5 günlük bazı
gereksinmelerin karşılanması vasıtasıyla en demokratik haklardan birisi olan oy
hakkına da ipotek konuyor. Bu ise düpedüz oy avcılığı değil midir?
Türkiye’de ücretler gıda harcamalarına bile
yetmemektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2006 yılında Türkiye'de 13
Milyon yoksul insan olduğunu açıklamıştır. Başbakanlığa bağlı bir kuruluş olan
TÜİK 2006 tarihli Yoksulluk Raporu’nda dört kişilik bir ailenin aylık açlık
sınırını 205 YTL, aylık yoksulluk sınırını ise 549 YTL olarak hesaplamıştır. 26
Aralık 2008’de ise yeni asgari ücret 527,13 YTL olarak tespit edilmişti.
Türkiye’de ödenen ücretlere bağlı olarak çalışanlar da yoksullaşmıştır. TÜİK’e
göre yoksullar (nüfusun en alt diliminde yer alan kesim) gelirlerinin yüzde
75’ini zorunlu ihtiyaçlarına (gıda, konut, kira ve ulaştırma) ayırmaktadır.
Türkiye’de yoksulluğa karşı erzak ve kömür torbaları ile
savaş verilmekte. Hükümet iktidarda olduğu dönemde (2003 - Nisan 2008) Sosyal
Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu kanalıyla 3.2 milyar YTL’lik yardım yaptığını
açıklıyordu. Haberlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın valilere “vatandaşın
kapısını çalın, gerekirse kömür kamyonunun şoför mahalline oturun, siz gidin
dağıtın” şeklinde tavsiyede bulunduğu belirtilerek “Ben dağıtıyorum, tabi ki
benim valim de dağıtacak. Bunu yaptığımız zaman büyüyeceğiz” dediği de ifade
ediliyordu. Seçim dönemlerinde özellikle varoşlardaki seçmene kömür ve gıda
yardımı yaparak oy toplamakla eleştirilen AKP hükümeti, son 5.5 yılda yaklaşık
6 milyon ton kömür dağıtmıştı. Dağıtılan kömürün değeri 1 milyar 86 milyon 958
bin YTL'ye ulaşırken, TKİ devletten 78 milyon 558 bin YTL alacaklı bulunuyor.
En çok kömürün özellikle 2004 ve 2007’de yani seçim dönemlerinde gerçekleştirildiği
27 Aralık 2008 tarihinde Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan bir haberde ise
ailelere belediyeler tarafından gerçekleştirilen kömür dağıtımının AKP’ye oy
vermeleri yönünde yapıldığı da ifade ediliyordu. Örneğin “İzmir’e 100 bin ton
kömür gönderildi” başlıklı haberlerde “Sokak aralarına dağılan kamyonetlerle,
listelerdeki ailelerin evlerinin önüne, üzerinde ‘TC Başbakanlık’ ve ‘Para ile
satılmaz’ yazılarının bulunduğu kömür torbaları indirilerek, teslim edildi. Her
aileye 25’şer kiloluk 28 torba olmak üzere 700 kilo kömür yardımı yapıldığı
öğrenildi” deniyordu...
Türkiye’de 12 Eylül’le birlikte bireyciliğin yaygınlaşıp
itibar görmesiyle sivil toplumcu kesilme bireysel özgürlükçü olmanın ve kendini
göstermenin yegâne ifadesi haline getirilmişti. 1980’li yıllarla beraber
Türkiye’de de kamusal alanın daraltılmasıyla yerini sivilleşme ve sivil toplum
gibi burjuvaziye özgü kavramlar doldurmaya başlamıştı. Sivil toplum kavramı
toplumsal örgütlenme biçimi olarak geliştirildi. Sosyal refah devletinden (sosyal
demokratik) sonra kapitalizmin yeni politik aşaması ve siyasal liberalizm ile
muhafazakârlığın sentezi olarak gelişen yeni sağ (yeni muhafazakârlık) akım,
eşitlik ilkesine devlet müdahalesini meşrulaştırdığı için karşı çıkıyor,
özelleştirme ve deregülasyonu (kamusal alanın daraltılması) savunuyordu.
Doğrudan siyasal katılımın aracı olan demokratik kitle örgütleri yerine
1990’lardan sonra sosyal devlet anlayışının terk edilmesiyle beraber
neo-liberal bakışla oluşturulan boşluk üçüncü sektör aracılığıyla doldurulmak
suretiyle kamusal alan yeniden örgütlenmeye başlamıştır.
Günümüzde özellikle ABD’de sivil toplum yerine üçüncü
sektör kavramı da kullanılmaktadır. Üçüncü sektör, ulusal düzeyde birinci ve
ikinci sektörleri etkilemek üzere bireylerin mal varlığını, dinamizmini,
etkinliğini ve yaratıcılığını gönüllü olarak kamusal alana yönlendiren bağımsız
vatandaşlar sektörü olarak tanımlanmaktadır. Burada sözü edilen birinci sektör
devlet, ikinci sektör ise özel sektördür. Beşinci Kuvvet olarak da gösterilen sivil
toplum örgütlerinin gelir kaynaklarının hemen hemen tamamı bağış ve
yardımlardan oluşmaktadır. Ülkemizde yardım kampanyası valilik izni ile
yapılabiliyor.
Türkiye’de 2008 Yılı başı itibariyle 5253 sayılı
Dernekler Kanunu’na göre faaliyet gösteren dernek sayısı 78 bin’i aşmış olup bu
derneklerin yaklaşık 15.000’ i Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği ve yine
yaklaşık 10 bin’i Gençlik ve Spor Kulübü derneğidir. Birçok dernek denetimsiz
olarak faaliyet göstermektedir.
Sadaka kültürü ve yardımlar konusunda dikkat çeken başka
bir husus da yargıya intikal eden bir takım yolsuzluk vakalarıdır. Yardım
toplayan kuruluşlar arasında yolsuzluğa karışanlar da bulunuyor. Yakın geçmişte
de siyasal partiler tarafından sürdürülen yardım kampanyalarında toplanan
trilyonların kişisel hesaplara aktarıldığı da anlaşılmıştı. 2860 sayılı Yardım
Toplama Kanunu ancak kişi ve kurumların sorumlu kurullarına kamu yararı
taşıması şartıyla yardım toplama yetkisi tanıyor, kanun gereği şirketler ve
siyasi parti teşkilatları ve bunların yan kuruluşları gibi tüzel kişilere
yardım toplama izni verilmiyor.
Almanya’daki mahkemeler bazı derneklerin “bağış bedeli”
altında yurttaşlardan topladıkları paraları bazı bürokratların hesaplarına
aktardıklarını ve siyasal partileri desteklemek amacıyla kullanıldığını
açıklamıştır. Oysa siyasal partilere yardım bir kapatma nedeni sayılıyor. Alman
savcılar YİMPAŞ adlı yeşil sermaye kuruluşu tarafından toplanan paraların
Türkiye’de AKP gibi partilerle dinci örgütlerin finansmanında kullanıldığını
vurgulamıştır. Geçmişte aynı çizgide YİMPAŞ, Kombassan ve Jet-Pa gibi
kuruluşlar yurtdışındaki yardımları hortumlamıştı. Özellikle hükümete yakın
sayılan bu holdinglerin daha da güçlendiği öz kaynaklarıyla sermayelerinin
katlandığı belirtilmektedir. 2000 yılında çıkarılan kanundan izinsiz halka arz
yoluyla yurt içi ve dışında 5 milyon euro’luk bağış toplayan yeşil sermaye
(İslâmi holdingler) kuruluşları da yararlanmıştır. YİMPAŞ, Kombassan, Sayha,
Endüstri ve İttifak gibi kuruluşların cezaları ertelenmiştir (Birgün Gazetesi,
18 Ocak 2006).
Yurt dışındaki vakıf ve dernek gibi örgütlenmeler
açısından en kapsamlı, en güçlü ve en organize İslâmi gruplardan birisi Milli
Görüş Teşkilatı. RP’nin Almanya’da büyük bir yapılanma içinde olduğu biliniyor.
1975 yılında kurulan Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’nın (AMGT) yaklaşık 25 bin
üyesi, 480 cami derneği ve 15 şirketi var. Yıllık resmi bütçesi 10 milyon euro
(Mustafa Balbay, Devlet ve İslam, 2007). RP’nin ise Bosna yardım paralarını
Süleyman Mercimek’in yüksek faiz getiren mevduat hesaplarına yatırdığı
anlaşılmıştır. Sultanbeyli’de kamulaştırılan bir arazinin parsellenip
satılmasından elde edilen paranın da Süleyman Mercümek’in hesabına aktarıldığı
ifade edilmiştir (Bakınız – TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem 1. Yasama Yılı
52. Birleşim, 15 Mayıs 1996).
RP’nin 1997 hazine yardımını da Süleyman Mercümek’in
faizli hesabına aktardığı ve sahte belgelerle harcanmış gibi göstererek
sahtecilik yaptığı da iddia edilmiştir (Bakınız TBMM Tutanak Dergisi 72.
Birleşim, 25 Mart 1997).
05 Mayıs 2005 tarihli Vatan Gazetesi’nde Veli Özdemir,
“Erbakan ve Kutan'ın da aralarında olduğu kapatılan RP'nin 88 yöneticisi
hakkındaki alacak davası ise sürüyor. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile
İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu hakkında da ‘özel evrakta sahtecilik’ iddiası
yöneltilmiş, ancak dokunulmazlıkları nedeniyle kurtulmuşlardı. Bu paranın
bugünkü karşılığı faizle birlikte 9.5 trilyon lira” diyor. Kanal 7’nin
kuruluşunda Necmettin Erbakan, Recep Tayyip Erdoğan, Zahit Akman ve Zekeriya
kahraman gibi isimler rol oynamıştı. Recep Tayyip Erdoğan, Melih Gökçek ve
diğer AKP’li belediyeler Erbakan’ın “cihadın sesi” diye nitelediği Kanal 7’ye
reklâm yayını için milyarlarca liralık para ödemişlerdi. Ayrıca Birgün’de yine
(28 Eylül 2005) Ankara Büyükşehir Belediyesi Su ve Kanalizasyon İdaresi (ASKİ)
‘den spor klübüne de dernekler yasası ve mevzuatta düzenleme olmamasına rağmen
trilyonlarca paranın aktarıldığı belirtilmişti…
(3)
Konfüçyus yüzyıllar önce (M.Ö. 5 ila 6.Yy) “Bir insanı
doyurmak istiyorsanız, ona balık verin; aç kalmamasını istiyorsanız ona balık
tutmayı öğretin” demişti ya Çinli yazgıcı-idealist düşünürün bu sözleri krizde
akla gelince balıklar hükümetin icraatlarına yönelik eleştirilerde de yer aldı.
Immanuel Wallerstein’ın “Tarihsel Kapitalizm” adlı kitap
kapağında Metis Yayınlarınca kullanılmış Pieter Bruegel’in “Büyük Balık Küçük
Balığı Yutar” adındaki 16.Yy’a ait ahşap baskısındaki bir detay küresel olguya
ışık tutuyor aslında. Bilindiği gibi büyük balıkları tutmak için balıkçılar
yakaladıkları daha küçük balıkları feda ederler. Küçük balıklar büyük balıklar
için yemdir çünkü…
1960’lı yılların sonlarından itibaren “Neo-Marksist
teoriler” ön plana çıkmaya başlamıştır. En önemlilerinden birisi de ABD’li
sosyolog İmmanuel Wallerstein’nındır. Dünya Sistemleri Analistine göre tarih
boyunca küçük toplulukları içeren mini sistemler, Dünya imparatorlukları ve
Dünya ekonomileri olmak üzere 3 temel sistem var olmuştur. Wallerstein’nın da
ifade ettiği gibi günümüzdeki dünya sisteminde güçler, çevre, yakın çevre ve
merkez olmak üzere zengin-fakir devletler şeklinde keskin çizgilerle
ayrılmıştır.
Immanuel Wallerstein “World-Systems Analysis: An
Introduction (Dünya Sistemleri Analizi Bir Giriş)”’te (Aram Yayınları - 2004)
“gerçek krizler sistem çerçevesi içinde üstesinden gelinemeyecek güçlüklerdir”
demekte kapitalist dünya-ekonomi olan içinde yaşadığımız modern
dünya-sisteminin 1968’deki toplumsal hareketlerle krizi iyice su yüzüne
çıkarmaya başladığını ifade ederek 45-50 yıl sürecek yeni bir geçiş süreci öngörmektedir.
Bu süreç toplumsal çatışmalara gebe olarak nitelenmektedir. Küreselleşme
yanıltıcı bir kavram zira küreselleşme olarak adlandırılan şey tarihsel
kapitalizm içerisinde 500 yıldır gerçekleşen şeyin adıdır diyerek
evrenselciliğin de altını çizen Wallerstein bu kavramı da bütün insanlığa eşit
şekilde uygulanan genel kurallara öncelik verilmesi olarak tanımlamaktadır.
Richard D. Wolff emperyalizmi bir ekonominin diğer
ekonomiler üzerinde uyguladığı kontrol araçları ağı olarak tanımlamıştı.
Wallerstein ise emek dahil her şeyin metalaşmasını dünya sisteminin temel
özelliği olarak görmektedir. 11 Eylül’den sonra ABD’nin yerine artık ulusları
aşan aktörlerin devreye girdiğini ifade eden Wallerstein, BM, Dünya Bankası,
Dünya Ticaret Örgütü, İMF gibi kurumların ABD’nin önderliğindeki batının
tekelci şirketlerine hizmet eden birer egemenlik aracı olduğuna işaret
etmektedir.
Çevre ülkeler ileri teknolojiye sahip olan merkezdeki
zengin ülkelere ucuz işgücü ve hammadde sağlamaktadır. Yarı çevre ülkeler ise Brezilya,
Rusya ve Çin gibi ülkelerdi. Günümüzde kısaca "BRIC Ülkeleri" diye
anılan, küresel ölçekte ekonomik ve diplomatik ataklarıyla öne plana çıkan dört
ülkenin arasında bulunduğu SB sonrası yeni kutuplu dünyada ABD, Avrupa ve
G-7’lere karşı güçlü ittifaklar oluşmaktadır. 1996'da bir araya gelen beş ülke,
Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan Şanghay
İşbirliği Örgütü (Shanghai Cooperation Organization) adını almış ve bu
yapılanma örgütün ilk toplandığı yerle anılarak (Şanghay Beşlisi) 2001'de
Özbekistan'ın katılımıyla üye sayısını altıya çıkarmıştı.
Rusya merkezli İran ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi
ülkelerle beraber Hindistan’ın da katıldığı Avrasya Birliği, ABD, İngiltere ve
İsrail’den oluşan koalisyon “Büyük Ortadoğu Projesi” ile Avrupa merkezli
bütünleşme sayılan AB’ye karşı günümüzde bu sürecin sonunda tartışılan yeni
jeopolitik kavramlardandır.
İtalyan sosyalist siyaset bilimci Giovanni Arrighi de
dünya sisteminin geleceği ve kapitalist evrim üzerine yazılar kaleme almıştır.
Güney ülkeleri, kalabalık (pazar) nüfusa ve üreten bir işgücüne sahiptir.
Arrighi bu yüzden Amerikan egemenliğinin Çin’in öne plana çıkmasıyla G. Asya’ya
kaydığını savunmaktadır.
Alman asıllı Marksist tarihçi ve sosyolog Andre Gunder
Frank Latin Amerika ülkelerindeki azgelişmişliği ise dünya kapitalizminin
gelişmesine paralel olarak uzun yıllardan bu yana dünya işbölümüyle bütünleşmiş
olmalarına bağlar. “azgelişmişliğin gelişmesi (development of
underdevelopment)” adını verdiği bu yaklaşıma göre azgelişmişlik, uydu
konumundaki geri kalmış ülkeler ile merkez konumundaki zengin ülkeler arasında,
kapitalizmin dünya çapında genişlemesiyle başlayan ve bugün de devam eden
ekonomik ilişkilerin tarihsel bir ürünüdür. Kapitalist ekonomik sistemden köklü
bir kopuşu öneren Frank, bu görüşüyle günümüz düşünürlerini de etkilemiştir.
Ulus-devlet içindeki metropol bölgelerin neo kolonileşmeye yol açarak
eşitsizliği daha da arttırdığını ve elitist bir yapı ortaya çıkardığını öne
sürerken D.L.Raby ise “Günümüzde Latin Amerika ve Sosyalizm” (Çeviri: Ertan
Günçiner) adlı kitapta sistemi yenmenin tek olasılığının “antiemperyalist
devrim” olabileceğini savunmaktadır…
Tekfir ve sekülerlik arasında çoğunlukçulukla
çoğulculuğun ayırtına varmak da olasıdır. Katı sınıflara ayrıldığı ilk ve
ortaçağlarda toplumun alt sınıflarına tinsel hazla yetinmek öğütleniyordu.
İlkçağlarda Antisthenes, Aristippos ve Aipikuroscu felsefeyle yer edinen
hazcılık Jeremy Bentham‘ın 18.Yy’da sistemleştirdiği pragmatist fikirler
perspektifinde geliştirilmişti. 19. Yy'ın sonuna doğru İngiliz refah devleti
inşa edilirken, deontologlar burjuva toplumda bireyin temel görevinin talihsiz
ve yoksul insanlara yardım eli uzatmak, iyilik yapmak, cömert olmak olduğunu
tartıştılar. Aile değerleri, çocukların ahlâki eğitimi, ticari sözleşmelere
riayet etmek, borcunu ödemek gibi konularla birlikte "meslek
kuralları" da deontoloji tartışmasına dahil oldu. İngiliz filozofu,
ekonomisti, liberalizmin öncülerinden, utilitarianism fikrinin babalarından
olan John Stuart Mill "insanlar kötülüğü arzuları güçlü olduğu için değil,
vicdanları zayıf olduğu için yaparlar" diyordu. Bentham‘ın ve Mill’in
yaklaşımlarının temeli tabiî ki bilimdışı, refahçı ve idealistti.
İtalyan Katolik tarikatı olan Fransiskenlik 13.Yy’da
yoksulluk ve acıyı olgunlukla yüceltip meditasyon yöntemlerine başvuruyor ve
azla yetinmeyi savunuyordu. Bu inanç günümüzde de Latin ve Doğu ülkelerinde
yaygınlaşmaktadır. Ancak 3.dünyanın ve doğunun edebiyat ve fikir çevrelerinde
fundamentalistlik kadar postkolonyal görüşler de yaygınlık kazanmıştı; Samir
Amin, Edward W. Said ve Amin Maalouf gibi doğu kökenli yazarlar doğu
toplumlarına ve 3.dünyaya ilişkin az gelişmişlik üzerine yaptıkları analizlerde
Frank’in bağımlılık teorisi ile Wallerstein’ın dünya sistemi yaklaşımına katkı
sunmuşlardı.
Samir Amin Wallerstein’in etkisinde 1988’de
“Avrupamerkezcilik” adlı bir kitap yazmıştır. Amin’e göre emperyalizm ve
küreselleşme birbirine sıkı sıkıya bağlıdır ve ABD’nin Irak işgalinin altında
başlıbaşına petrol kaynaklarına sahip olma isteği yatmaktadır.
Demokratikleştirme formülü ise sadece bir bahane bir masaldır. Edward Wadie
Said, 1978’de yazdığı “Oryantalizm” adlı kitabında kapitalizmin doğu
toplumlarındaki postmodernizm öncesi köksalma sürecine dair fikirler veriyordu.
Amin Maalouf ise romanlarında doğu halklarının neden geri kalmış olduğu
konusunda sürekli analizler ve tespitler yapıyordu…
İdeoloji bir sınıfa ait sistematik dünya görüşü olarak
kabul edilmektedir. Kapitalist sistemle tüm toplumsal ilişkiler meta ilişkileri
tarafından belirlenir hale gelmiştir. Karl Marks ve Friedrich Engels birlikte
kaleme aldıkları “Alman İdeolojisi”nde toplumsal bilinci materyalist tarih
anlayışının özü olarak kabul etmekte ve egemen sınıflara ait düşüncelerin
çarpıtılıp ezilen sınıflara benimsetilmesini yanlış bilinçlenme
(false-consciousness) olarak eleştirmektedir. Marks’ta “1844 Yazmaları”nda
(insan doğası kuramıyla) ve “Gotha Programının Eleştirisi”nde "emeğin
kurtuluşu, işçi sınıfının işi olmalıdır” sözleriyle aklın (bilinçlenmenin) önemine
vurgu yapılarak proletaryanın kendi farkındalığına varmak ve gerçeklik
kavraması olarak açıklık getirilen kavramlar Georg Lucas da yabancılaşma
(Entfremdung) kavramından yola çıkılarak reification (şeyleşme) kavramı
kullanılarak ifade edilmekteydi. Max Horkheimer ise meta kültürün (popüler
kültür) yabancılaşmaya insan psikolojisini aşındırarak yol açtığını
belirtmektedir. Burjuvazi bu kavramların gerçekleşmesi için çeşitli ayak
oyunlarına ve türlü türlü yöntemlere başvurmaktadır.
Stalin’e ve Sovyet yönetimine karşı kullanılan iki ünlü
simgeden biri soğuk savaş sırasında batıda özgürlük savaşçısı olarak tanıtılan
ve romanları bestseller yapan Nikita Kruşçev’in desteklediği Aleksandr
Soljenitsin’di. Sonuç olarak Soljenitsin’in Sovyetler Birliği dağıtıldıktan
sonra günümüzde kitaplarının yüzüne bakan bile kalmamıştı. Uyguladığı
perestroika (yeniden yapılanma) ve glastnost (açıklık) hareketleriyle ülkesinde
deregülasyon (kuralsızlaştırma) ve liberizasyon (özelleştirme) politikalarına
yol açan Gorbaçov ise son katıldığı 1996'daki devlet başkanlığı seçimlerinde
yüzde 1'den daha az oy alarak ağır bir hezimete uğramıştı.
Batı bir taraftan çeşitli destabilizasyon politikaları
üzerinden emperyalist politikaları realize etmeye çalışmış soğuk savaş dönemlerindeyse
bir taraftan çeşitli hileler ve propagandist yöntemlere başvurmuştur.
İşbirlikçi hükümetler muhayyel hadiselere tavassut ederek çıkarlarını
sürdürmüşlerdir. Bir yandan da egemen güçlerin güdümlü ekonomilerde
uyguladıkları rüşvet (kleptokrasi) ve kollamacılık devletin bürokratik yapısını
yıpratmıştı. Yörecilik (partikülarizm) ve akrabacılık (nepotizm) tipi güncel
patronaj ilişkilerle kirli sistem burjuva devletin bütün örgelerine adeta
kanserli hücreler gibi yayıldı. Konformizm ile kariyerizm salgın hastalık
haline gelerek doğru dürüst üretmeden tüketen “kısır sınıflar” peydahladı.
Avrupa’da reformcu sosyalistler (Eurocommunism yanlıları)
A. Gramsci’nin düşüncelerini baz alarak Kruşçev’in Stalin karşıtı
(destalinizasyon) politikalarına dayanan ve sosyalizme ancak seçimle
geçilebileceğini savunan bir model geliştirdi. Adına günümüzde aktüel sosyalizm
de denen demokratik sosyalizm ya da devrim restorasyon (pasif devrim) ılımlı
parti zaferi aracılığıyla toplumu dönüştürmeyi ifade eder. Oysa akılcılık,
toplumculuk ve bilimsellik gibi ilkelere dayanan bilimsel materyalizmin pratiğe
dönüşümünde Lenin’e göre temel Marksist devrimdi.
Dünya, devrim tarihini antikomünist Richard Pipes ve
Orlando Figes gibi Hitler Almanyasını kollayan Amerikalı ya da İngiliz
yazarlarından okumak zorunda kalıyordu. Ancak John Reed gibi devrimi günbegün
izleyip büyük bir doğrulukla ve bağlılıkla anlatanlar da yok değildi. Reed
“kavga sırasında sevgim bağımsız kalamadı. Ama bu büyük günlerin tarihini
yeniden yazarken, gerçekleri saptamaya uğraşan titiz bir tarihçi olarak
olayların üstüne eğildim” diyordu. John Reed’in yazdığı ve Grigori
Aleksandrov’un yönetmenliğini yaptığı “Dünyayı Sarsan On Gün” (Yordam Kitap)
1917 Sovyet Devrimi'ni olanca canlılığıyla yansıtan sarsıcı bir yapımdır.
Ülkemize Digital Kültür tarafından kazandırılan belgesel filmde, gerçek
tanıklar ve görüntülerle, Rus tarihinin çarlık despotizminden Bolşevik
Devrimi'ne doğru akan zaman dilimindeki tüm evreler ve olaylar olduğu gibi
anlatılmaktadır:
300 yıllık çar hanedanı 160 milyon insanı (dünyanın
altıda biri) kilise ile birlikte temsil etmektedir. Bütün kırsal arazi ve emlâk
çar ailesine aittir. İktidarını ve sömürüsünü Tanrıyla payandalayan çar tahtı
Tanrı tarafından bahşedilen bir nimet olarak görmektedir. Köylüler ölesiye
çalışırken hanedan ise eğlencelerle vakit geçirmektedir. Öte yandan okuma ve
yazmaya önem vermeyen kilise ve otokrat (buyurgan) rejim halk üzerinde baskı
kurmuş, çara bağlı askeri kuvvetler köylerle kasabalara baskınlar düzenleyerek
tutuklamalar ve sürgünler yapmaktadır.
Yüzyıllardır süregelen bozuk düzende köylülerin çalışma
şartları çok ağırdır. 1889-1893 yılları arasında Samara’da yaşayan Lenin bu
şehirde avukatlık yaparken açlık ve sefalete tanık olur, arkadaşları arasında
Marksizmi gizlice yaymaya çalışır. Politik tavrı nedeniyle yardım kuruluşlarına
katılmayı reddeden Lenin’e göre bu açlık ve sefalet kötü organize olmuş
toplumun sonucudur. Toplum değişmeden kaldığı sürece her zaman böyle
felaketlere açık kalacağını savunan Lenin tüm köylüleri kapitalist toplumun bu
tavrına karşı tepki göstermeye çağırır…
Dünya kapitalizmin büyük kriziyle henüz karşı karşıyayken
aynı yıl 1929’da Stalin “İktisat örgütlenmesinin sosyalist örgütlenme biçimi
olarak kollektif çiftlikler, eğer başlarında gerçek devrimciler, Bolşevikler,
komünistler bulunursa ekonomik inşa harikaları gerçekleştirebilirler” diyerek
SSCB’de zengin köylülüğün (kulakların) sınıf olarak tasfiyesine girişecek,
kollektivizasyon, endrüstrileşme ve planlı ekonomi politikasını devreye
sokacaktır. İç savaştan sonra uygulanan NEP ile çarlık dönemi ve feodal kölelik
(serflik) sisteminin tüm kalıntıları ortadan kaldırılmıştır. Fakat Stalin,
ülkenin kalkınması hem de emperyalistlere karşı daha güçlü olabilmek için hızla
sanayileşmeyi de hedeflemişti. Lenin’in demokratik halk devrimine sadık kalarak
Rus tarım programını da izleyen Stalin’in 1929’da başlattığı ekonomik ve sosyal
uygulamalarına karşılık ise 2.Dünya Savaşı öncesinde dünya siyaseti iki koldan
gelişmiştir.
1929’da New York borsasının çökmesiyle 1920’lerin hızlı
ekonomik gelişmesinin sona erdiği ABD’de iktidara geldiği aynı yıl F.Roosevelt
New Deal (Yeni Düzen) olarak adlandırılan programı devreye sokarken 1933-1945
arası dönemi kapsayan programla aynı tarihlerde Naziler ise P.Joseph
Goebbels’in propaganda bakanlığında savaş yanlısı politikalar izler…
Marks “insanlık tarihi sınıf çatışmalarının tarihidir”
diyerek dünyanın geçireceği toplumsal süreci üretim tarzı itibariyle aşamalara
ayırır. Bunlar ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum,
kapitalist/emperyalist toplum ve sosyalist/komünist toplum şeklindeydi. Günümüz
çok uluslu şirketlerin ve tröstlerin sultasındaki piyasalardan oluşmakta.
Lenin’e göre emperyalizm, kapitalizmin ileri aşamasıydı ve “Emperyalizm genel
anlamda, kapitalizmin bazı özelliklerinin gelişimi ve doğrudan doğruya devamı
olarak ortaya çıkmıştır”. Bu aşamanın en belirgin özelliği ise mali sermayenin
egemenliğidir.
1929’da olduğu gibi zaman zaman patlak veren büyük
ekonomik krizlerde ekonomik ve sosyal önlem paketleri ortaya sürülerek
emekçilerin tepkisi geçici olarak yatıştırılmaya çalışılır. 18.Yy’da gelişen
sanayi devrimi ve kentleşmenin hayırhah ahval doğurmayacağı anlaşıldığında
burjuvazi, üretim ve insan gücü (emek) ile ilişkilere bir çekidüzen vermek için
sosyal politikalar geliştirmek ihtiyacı duymuştu. 1.Dünya Savaşı’ndan sonra 17
devletin koptuğu ve düvel-i muazzama’dan (büyük devletler) biri olan Osmanlı
Devleti parçalanmış yerine ulus-devlet temelinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti
kurulmuştu. Büyük krizin ardından sahneye konan 2. Dünya Savaşı’na katılmayan
Türkiye doğrudan zarar görmemiş ancak dolaylı yoldan bütün ülkeler gibi
savaştan etkilenmiştir. Avrupa ülkelerinde feodalite yıkılıp yeni sınıflı
toplum ve sermayenin gelişmesiyle sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan
aydınlanma ve modernleşme hareketleriyle tipik antiklerikal ve akılcı ilkeler
de uygulanmaya başlamıştı. Cumhuriyet ilan edildikten sonra laiklik ve
çağdaşlık ilkelerini esas alan TC peş peşe uygulanan inkılâplar yoluyla saltanatı
ve hilafeti kaldırarak Batı’nın egemenlik (ulus) şekline uyum sağlamaya
çalışmıştır.
Osmanlı’dan devralınan ekonomik ve sosyal yapıyı
değiştirmek için kolları sıvayan TC bürokrasisi de devlet kapitalizmi
(devletçilik) yoluyla sanayileşmiş burjuva sınıflı bir toplum oluşturmayı
hedefledi. Kalkınmanın lokomotifi olarak görülen ağır sanayinin dışında ufak
tefek işler için özel girişimlere izin veriliyordu. 1930’ların sonuna kadar
uygulanan devletçilik siyaseti ile en hızlı kalkınan üç ülke (SSCB ve Japonya’dan
sonra) arasına girmeyi başaran Türkiye’nin Dünya ortalaması 119 iken 1929
yılında 100 olan dünya sanayi üretim indeksi, 1939’da 196’ya ulaşmıştı. 1927de
1000 olan milli gelir hızlı nüfus artışına rağmen, 1939’da 1625’e yükseldi.
Bir ekonomik politika olarak “devlet kapitalizmi”
yaklaşık kırk yıl 1920’den 1930’ların sonuna kadar uygulandı. Türkiye’deki
rejimin karakteri değiştikçe seçim sisteminin dayattığı iki partili siyasal
yapının devlet-parti görünümü de değişiyordu. CHP’nin yerine gelen DP devletçi
sistem yerine emperyalist ABD ile ilk güçlü ilişkileri kurmuş tekelci ve
işbirlikçi burjuvaziyi atağa kaldırmıştı. İlerleyen yıllarda Türkiye
ekonomisine biçilen rol ise montaj sanayii idi. Montaj sanayii, yabancı
sermayenin pazarı ele geçirmek, ucuz işgücü, hammadde ile taşıma giderlerinden
kurtulmak için egemen sınıflarla iş birliğine dayalı yarı sömürge
feodal-komprador ekonomik modeliydi.
1970’li yıllarda ortaya çıkan petrol krizinin de
etkisiyle dünya kapitalizmi değişim geçirmeye başladı. Batı sosyal devletçi,
sosyal demokratik kapitalizm modelin uygulamalarını rafa kaldırıyordu.
Toplumsal muhalefet ise diktatörlük öğeleriyle tahkim edilen devlet
aracılığıyla bastırılacaktı. Devletin ekonomideki korumacı rolü bitiyor vahşi
rekabet dönemi başlıyordu.
12 Eylül cuntası Türkiye’yi dünya kapitalizmine entegre
etmek ve burjuvaziyi tekelci emperyalizmin istediği doğrultuda yapılandırmak
için devreye sokulmuştu. 12 Eylül rejimiyle dışa bağımlı ekonomik bir yapı ve
ihracata dayalı gelişen güçlü bir işbirlikçi burjuva sınıf oluşturmak için
görev ANAP’a ve eski MSP’li Turgut Özal’a verilmişti.
Monetarizm aşırı sağcı noe-liberalist bir akım ve
kapitalizmin geldiği en son aşamadır. Milton Friedman 1976 yılında “Paranın
Miktar Teorisi Üzerine Çalışmalar” başlıklı bir kitap yayınlayarak monetarizmin
(parasalcılık) temel ilkelerini ortaya atmıştı. 1970 krizini ve ekonomideki
istikrarsızlığı Keynesyen uygulamalarla enflasyona bağlayan Friedman bunların
yerine “süper kapitalizm” olarak da adlandırılan bir model öneriyordu.
Friedman, sıkı para politikası ile devleti küçültme yanlısıydı ve sosyal
harcamaları kısarak devleti özel teşebbüslerin yönetmesini savunuyordu.
Monetaristler prensip olarak ekonominin hiçbir zaman tam istihdamda
olmayacağını kabul ederek işsizliği, eşitsizliği ve yoksulluğu da her hâlükârda
savunmuş oluyordu. 1970 sonrası Friedman’ın monetarist Chicago ekolü baş tacı
yapılarak Türkiye’de dahil uluslararası kapitalist sisteme bağımlı bütün
dünyaya model olarak 1979’da Thatcher ve 1981’de Reagan Hükümetlerince
pompalanmıştı. ABD emperyalizminin desteğini alan işbirlikçi oligarşi de
Türkiye’de monetarist modeli uygulamaya geçirmişti…
Literatüre “time-space compression (zaman-mekân
sıkışması)” terimini kazandıran David Harvey’dir. İngiliz neo Marksist kuramcı
ve coğrafyacı David Harvey 2003 ve 2005 tarihlerinde peş peşe “The New
İmperialism” ve “A Birief of Neoliberalism” adlı 2 kitap yazmıştı. Harvey, ABD
öncülüğünde neoliberalizm’in “zorla biriktirim” esasıyla finansal yöntemlere
başvurup aşırı kârı dayattığını, 1970 sonrasında New-Conservation (Yeni
Muhafazakârlık)‘a dönüştürülerek servetin üst sınıflarda toplanmasına aracılık
ettiğini belirtmişti. Postfordizme “esnek birikim” adını veren Harvey’e göre
iletişim ve küreselleşme, zaman ve mekân farklılığını ortadan kaldırıp hız ve
boyutu arttırarak kapitalist sistemin yayılması ve sermaye birikimini
kolaylaştırmıştı. Neoconservatizm de liberal ve serbestlik anlayışıyla
(permissiveness) gelişip yayılmıştır.
Neo conservatizm (yeni muhafazakâr) ve neoliberal program
taviz verilmeden Türkiye’de de sürdürülmüş, ANAP ve AKP gibi neoliberal
politikaların uygulamacısı kesilen yeni sağ partiler ekseninde bütün ulusal
varlıklar satılığa çıkartılmış emperyalist ülkelere aktarılmıştır. Tarım da
dahil olmak üzere dışa bağımlılık artmıştır. ABD dünya ticaretinin 1/5’ine
sahip bir ülkeyken Türkiye’nin ABD’ne ihracatı ise günümüzde yüzde 1 bile
değildir.
Türkiye’de ABD mandacılarının hedefi ulusal kurtuluşçu
mücadeleler döneminde dinsiz ve milliyetsiz bir devlet sayarak şu ya da bu
gerekçeyle Amerikan mandacılığında diretmek değil miydi, günümüzde
evangelistlerin ağırlıkta olduğu ABD emperyalizminin dini ve imanının da
paradan ibaret olduğu görülmedi mi?; ırkçı ve sınıfsal bir temele sahip olan
Neocon akım ABD’de tasarlanarak Leo Strauss’un Ortodoks Yahudi görüşleriyle
ekonomi ve siyaset bilimine izafe edilerek dünyaya yayılmıştır. Özellikle bu
görüş Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerde medya gibi kamuoyunu oluşturan güç
odakları tarafından kanalize edilerek Karl Polanyi’nin ifadesiyle toplumsal ve
kültürün içine yerleşmişliği (embeddedness) sağlanıp ekonomiye hâkim
kılınmıştır. 12 Eylül rejimi ile özellikle 1990 sonrasında neoconservatist
programlar aşırı milliyetçi ya da muhafazakâr sözde girişimci bürokrasinin (girokrasi)
uygulamaya geçirdiği aslında ulusal ekonomileri teslim almayı amaçlayan
emperyalistler için yeni bir taktik olmuştur sadece.
Türkiye günümüzde borçla borç ödeyen bir ülke konumuna
sokulmuştur. Dış borcun 50 milyar dolarlık kısmı 1 yıl içinde ödenmesi
gerekirken İMF’yle yapılması düşünülen stand-by anlaşması bunun tipik bir
göstergesidir. Türkiye son 10 yılda 54.5 milyar dolarlık dış borç faizi ödemek
zorunda bırakılmıştır. Öte yanda borçlanma politikası yanında özelleştirmeler
vasıtasıyla da öz kaynaklar elden çıkarılmaktadır.
Türkiye OECD’ye üye ülkeler arasında en adaletsiz gelir
dağılımı sıralamasında ikinci, BM’e üye ülkeler arasında sondan 21. sırada
bulunmaktadır. 9 bin dolar olarak gösterilen kişi başına düşen milli gelire
karşılık 52.3 kişi yoksulluk, 10 milyon kişi açlık sınırında yaşamaktadır…
Sosyal yardımların bir ayağı da konuttur. Sağlıksız
kentleşme ve özellikle konut sorunu sanayinin gereksinim duyduğu iş gücünü
sanayi bölgelerinde toplamasından kaynaklanıyordu. Özellikle 3.dünya ülkelerinde
zengin doğal kaynakların bulunduğu bölgelerde yaşayan batılılar kendilerini
yerli halkın yaşadığı fakir bölgelerden soyutlayarak özerklik (otonomi)
istemekte ya da yoksullar “gentrification (soylulaştırma)” gibi ırkçı ve
sınıfçı temelli politikalarla yurtlarından kopartılmaktadır. İskoçyalı Marksist
coğrafyacı Neil Smith’in üzerinde sıklıkla durduğu gentrification terimi yüksek
gelirli kesimlerin düşük gelirlilerin yaşadıkları mahallelere yerleşerek
buraları yenileyerek dönüştürmesini ifade etmektedir:
“Neil Smith'e göre, New York ve İstanbul'da olagelenler
aslında yeni tür bir şehirciliğin habercisiydi. 1974 mali krizinden sonra
değişen üretim coğrafyasının, merhalelerle şehirleri dönüştürmesinin sonucu
olarak bir zamanlar Batı şehirlerinde orta sınıf tarafından gerçekleştirilen
bir anomali olan soylulaştırma, özellikle şehir merkezi söz konusu olduğunda
evrensel bir hal almıştı. Küresel finans sektörü, üretim ağları zayıflamış
ulusal sınırlar içindeki merkezleri, daha çok finans ve ona bağlı örgütsüz
hizmet sektörünün yoğunlaştığı metropolleri, 'soylulaştırma' ve emlak
spekülasyonu vasıtasıyla yeni bir kapitalist artı değer üretme aracı olarak
değerlendiriyordu” (Ulus Atayurt, Birgün, 27 Kasım 2007).
Türkiye’de AKP’nin de “kentsel dönüşüm” adıyla uygulamaya
soktuğu projeler emekçileri ve yoksulları dışlayan bir “kentsel sürgün
(displacement)” örneğine dönüştürülmüştür. Popülist bir yaklaşımla konut
piyasasına el atan ve TOKİ’yi devreye sokarak bir siyasal rant aracına
dönüştüren iktidar hem inşaat sektörünü canlandıracağını hem de bir süre için
ekonomik durgunluğa çözüm bulacağını öne sürmüştür. Piyasa yaratılmaya
çalışılırken stratejik kuruluşlar bile yok pahasına satılmıştır. ABD’de bile
iflas etmiş sistemden (ipotekli satış) düşük gelir (ödeme gücü) ve yüksek
maliyet (girdiler) gibi nedenlerle başarı ummak hem saçmalık kamu mallarını
satışa sürerken bir yandan da devletin olanaklarıyla yoksul mahallelerinde
pahalı ve lüks konutlar üretmek hem büyük bir çelişkidir.
Siyasal liberalizmin babası Adam Smith’in kehaneti gerçek
mi oldu? Kendi başına buyruk her şeyin metalaştığı dünyada kapitalist toplum
kendini kendini yönetmeye mi başlamıştı. Karl Polanyi günümüzde piyasa
dizginlerini artık toplumdan kopartmış ve eğer düzenlenmezse kendini çevreleyen
toplumu ve doğayı da yok eder demişti. David Harvey, Neil Smith, Cindy Catz ve
Noel Castree gibi yazarlar çevre sorunlarının kökeninde de kapitalist iletişim
ve toplumsal sistemin yattığını ifade etmektedir.
Özgürlükçü yeni sol akımlarla post Marksist jenerasyonun
da kapitalist sisteme ilişkin eleştirileri var. Antonio Negri, Michael Hard ile
yazdığı “Empiere (İmparatorluk)” adlı kitapla postmodernist sürece ilişkin yeni
iktidar ve direniş teorisi gerçekleştirmeyi amaçlamıştır. Negri otonomi
hareketiyle işçi sınıfının özerkliğini savunarak dünyanın “çokluk” diye tabir
ettiği geri kalanının örgütlenmesiyle yeni muhalefetin oluşmakta olduğuna
işaret etmektedir. Negri’ye göre Dünyanın imparatorluğu sadece Avrupa’yla
sınırlı kalmayacaktı. Hardt’la 2004’te yine birlikte kaleme aldıkları
"Multitude: War and Democracy in the Age of Empire (Çokluk: İmparatorluk
Çağında Savaş ve Demokrasi)” adlı kitapta ise çokluk kavramını internet ve ağlı
toplumun değişen üretim yöntemleri ve toplumsal mücadelesi üzerinden geliştirmiştir…
P.Sweezy ve P.Baran’la birlikte çağımızdaki kapitalizmin
ekonomi politiği üzerine çalışmalar yapan ve Roosevelt döneminde Sovyet
casusluğuyla suçlanan Harry Samuel Magdoff, 1969’da “Emperyalizm Çağı: ABD Dış
Siyasetinin ekonomisi” adlı kitapta kapitalizmin günümüzdeki tekelci aşamasına
vurgu yapar. ABD’nin hegemonik güç olmasının nedenlerini de açıklar. ABD’nin
tek başına hegemon güç haline gelmesi süreci Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla
başlamıştır. “Küreselleşme” söylemi böylelikle ortaya çıkmıştır. Hindistan’lı
Marksist ekonomist Prabhat Patnaik ise yeni emperyalizm çağında kapitalist
egemenliği finansal sermayenin farklılaşmış yapısında görür.
Wallerstein’ın sözünü ettiği “dünya ekonomileri” dönemi
geniş siyasal örgütlerle devletlerin oluşturduğu tekelci dönemdir. Yönetsel
açıdan gelişmemiş ilk toplulukların (mini sistemlerin) birleşmesiyle Dünya
imparatorlukları (M.Ö.8 bin – M.S.1500 arası) ortaya çıkmış ve ekonomik
faaliyetler belirli merkezlerde toplanmaya başlamıştı. Modernizm kapitalizmin
bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı, ulus devlet ise ticaret burjuvazisinin
egemenlik sınırlarını çizmek ve kapitalist pazarı daha da fazla geliştirme
gereksinimi ile oluştu. Fransız tarihçi Fernand Braudel 19.Yy’a kadar Avrupa’da
modern devletin gelişememesini o dönemin kapitalizmden yoksun olmasına
bağlıyordu. Modernleşme kuramı Emile Durkheim ve Max Weber’in 19.Yy’da ortaya
attığı görüşlerle şekillenmişti. Başlıca temsilcileri Arthur Lewis, Marion J.
Levy Jr., James S. Coleman ve Wilt Whitman Rostow gibi ülkelerin az
gelişmişliğini kapitalist değerler (süreç) sistemine ulaşmamalarına ve
gelenekçi toplum yapısına bağlayan iktisatçılardı. Immanuel Wallerstein, Andre
Gunder Frank, Samir Amin ve Dos Santos gibi yazarlar tarafından savunulan
Bağımlılık kuramı (dependency) ya da Dünya Sistemi ise çok uluslu şirket
(yabancı sermaye) yatırımlarının ekonomik büyüme ve gelir dağılımını
iyileştirebileceğini ileri süren modernleşme kuramcılarına tepki olarak
doğmuştur.
Andre Gunder Frank metropol-uydu, S.Amin merkez-çevre
ilişkisi bağlamında ele almasına karşılık Fernando Henrique Cardoso bağımlılığı
salt dış etkenlere bağlamaz. Doğrudan yabancı sermaye yatırımları yerli
üreticileri ve işgücünü etkileyerek (reel sektör kronik kriz ve gelir dağılımı
bozukluğu) ulusal ekonomileri tahrip etmekte ve emek değerini düşürerek kâr
transferlerine sebep olmaktaydı. Dos Santos ise az gelişmiş ülkelerin
bağımlılık biçimlerini koloni bağımlılığı, teknolojik bağımlılık ve finansal
bağımlılık şeklinde 3’e ayırmıştı. İlki uluslar arası ticaretin (hammadde,
işgücü ve ithalat/ihracatın) kontrol edilmesi yoluyla bağımlılık, ikincisi
teknolojik mallara ithalat yoluyla bağımlılık ve üçüncüsü de bankacılık ve
finansal düzeni yoluyla tabi kılınan bağımlılıktı.
Emperyalist paylaşım savaşlarıyla sosyal refah devletinin
genişleme politikalarına sermaye birikim sisteminin sonucu olarak krizler de
eşlik etmiştir. BM’ye göre günümüzde ABD’deki bazı bölgelerde bile yoksulluk ve
çocuk ölümlerinin 3.dünya ülkelerinden fazla olduğu ve özellikle siyah ırkın ve
Hispanik Amerikalılar arasında sağlık hizmetlerinden yararlananların çok düşük
olduğu belirtilmektedir.
ABD medyasından yansıyan haberlere göre banka ve finans
kurumlarına devlet tarafından el konması, sokakta yatan milyonlarca insanın
yaptıkları gösterilerden sonra krizin boyutları da anlaşılmaktadır. Milyonlarca
Amerikalının evi haczedilmiş, tasarruflar erimiş, işsizlik artmış, düşük
ücretler ve aşırı tüketime dayalı küresel ekonomiye bağlı olarak mortgage
sistemi de iflas etmişti. Vurguncuların kalesi olarak bilinen Wall Street’in en
tanınmış bankalarından Goldman Sachs batmıştı. ABD’nin keynesyen politikalara
bağlı olarak işsizlik ve yoksulluğu önlemek amacıyla 1929’daki büyük buhran
sonrası konut piyasasına destek vermek için kurduğu Fannie Mae ve Freddie Mac
isimli iki dev mortgage şirketi bile devletleştirilmiştir.
Tek kutuplu sistemle başlayan ek borçlanma dönemi (Doğu
Avrupa ve Ortadoğu’daki turuncu ve yeşil vs. rejimleri ihdas etmesi, Kafkaslar
ve Afrika’daki yayılmacılık planları vs.) ve 150 yıl önce İngiltere’yle beraber
başlattığı anglo-sakson kapitalizmin iflası emperyalistleri finansa edecek
gücünün kalmadığını göstermektedir. Ancak ABD BOP adı verilen planla yeni
enerji kaynaklarını canlı tutmak istemektedir. BOP Leo Strauss ve Allan Bloom
gibi Amerikalı fikir babalarının ortaya attığı günümüzde ise Fransis Fukuyama
gibi neoconların savunduğu yeni sömürge aygıtıdır.
(4)
İngiliz stratejist Robert Cooper, feodalitenin yıkılması
üzerine kurulan modern sistemin ulus devletlerden oluşmakla beraber BM’nin
özellikle veto yetkisi olan büyük devletlerin çıkarlarını koruyan bir araç
haline geldiğini belirtmektedir.
Modern Avrupa Roma anlaşması ve Avrupa Konvensiyonel
Güçler Anlaşması (CFE) ile doğan AB Cooper’a göre postmodern sistemin en gelişmiş
örneği. Kapitalist sistemin küresel boyutta yaygınlık kazanmasıyla dünya
ekonomisini yönetmek üzere IMF, Dünya Bankası ve DTÖ gibi kuruluşlar
oluşturulmuştu. Supranasyonel (ulusların üstünde) değil ancak transnasyon
(uluslar arasında geçiş sağlayan) bir özelliği vardı. IMF ve OECD (Ekonomik
İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı) ise ekonomik denetleme sisteminin başında yer
alan postmodern kuruluşlardır.
Francis Fukuyama devletlerin yeniden yapılandırılması
gerektiğini öne sürmüş ve bu görevin ABD’ye düştüğünü ifade etmişti. Bir süre
sonra ABD’nin küresel soygununun içyüzü ortaya çıktığında sosyal demokratik
kapitalizminden sonra liberalizm ile muhafazakârlığın bir sentezi olarak
gelişen yeni sağcı akımının felsefesinin daha küçük ve yoksul devletleri küresel
baskı ve şiddet zoruyla hizaya sokmak demek olduğu anlaşılacaktı. Ulus devleti
savunur görünseler de neoconlara göre devletler küçültülecek hatta elverirse
eritilecekti. İMF, Dünya Bankası gibi küresel kuruluşlar vasıtasıyla ulus
devlet ve ekonomilerin güçleri zayıflatılmaktadır aslında. Birinci Dünya
Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Paris’te toplanan konferansta ABD Başkanı
Thomas Woodrow Wilson’un teklifiyle ve “Dört Büyükler” olarak adlandırılan ABD,
İngiltere, Fransa ve İtalya’nın kararıyla BM’nin temeli sayılan Milletler
Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) kurulmuştu. Emperyalist paylaşım anlaşması niteliği
taşıyan Versailles Barış Antlaşması ise 2.Dünya Savaşı’nın zeminini hazırlayan
anlaşma olarak kabul ediliyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen çok
uluslu sistem post modernin hegemonyası olarak görülebilir. Bu sistem Dünya
Ticaret Örgütü (WTO) ve İMF (uluslar arası Para Fonu) tarafından
yönetilmektedir.
Güçlü devlet döneminin (1648’den 1989’a) bitmiş
olmasından sonra post modern çağın 1989’da başladığını ifade eden Robert
Cooper’a göre Batı Avrupa’da hiçbiri tam olarak kontrolü elinde tutmayan
hükümetler, uluslar arası kurumlarla özel sektörün rolleri ve sorumluluklarının
giderek üst üste bindiği bir sisteme doğru gidilmesindendi. (The Breaking of
Nations: Order and Chaos in The Twenty-First Century - Ulus Devletin Çöküşü:
21.Yy’da Kaos ve Düzen, Türkçesi Berrin Karahan, Güncel Yayıncılık, 2005).
Samir Amin yeni emperyalist küreselleşme modelini önceki
küreselleşme modelinden de daha acımasız olarak nitelendirerek ABD, Batı Avrupa
ve Japonya üçlüsünün emperyalizmi olarak “kolektif emperyalizm” biçiminde
adlandırmaktaydı. ABD önderliği ve şemsiyesi altında oluşan emperyalist blokta
önceki dönemde her bir tekil sömürgeci-emperyalist gücün (metropolün) doğrudan
sömürgesi olan ülkeler de kolektif emperyalizmin kolektif sömürgesi haline
getirilmek istenmekteydi. 1945 ve 1968 arasındaki dönem ulus devlet yapısının
3.dünya ülkelerine taşınmasıyla beraber 66 ülke daha sömürge yönetimlerinden
bağımsızlığını kazanmış görünüyordu fakat Cooper’a göre Batılı sömürge
imparatorluklarının günümüzde de örneğin Kuveyt’i işgal eden Saddam Hüseyin’in
girişiminin tehdit olarak algılanmasında olduğu gibi eski sömürgelerini hala
kendi mülkleri olarak gördüğünü göstermiştir. Geniş siyasi ve kültürel örgütler
ve devletlerin oluşturduğu bir tekelci ortam olan dünya ekonomileri sistemini
Wallerstein’a göre kapitalist sistem ve işçi sınıfı ile burjuvazinin ilişkileri
belirlemekteydi.
Amerikalı yazar Robert J.C. Young 1994’teki "Egypt
in America: Black Athena and Colonial Discourse (Amerika’daki Mısır: Siyah
Atina, Irkçılık ve Sömürge Söylemi)" adlı metinde de “sömürge söylem
çözümlemesi, edebi ve kültürel kuram içerisinde akademik bir alt-disiplin
olarak Edward Said’in ‘Oryantalizm’ kitabıyla başlatılmıştı” demektedir.
İngiliz sosyolog Robert Miles ise kapitalizm ile ırkçılığı çözümlemede çağdaş
kapitalist devletin yapısını merkeze koymanın zorunlu olduğunu vurgular ve 18
ve 20.Yy arasında Avrupalıların sömürgeleştirme faaliyetlerinin askeri,
stratejik ve ekonomik güdülerle harekete geçtiğini belirtmektedir. İlk sermaye
birikimi Afrikalıların öteki ve aşağı tür varsayımı temelinde
gerçekleştirilmişti. İşgücünü ücret karşılığında satmaya zorlamak için nüfusu
üretim araçlarından yoksun bırakma süreci kapitalist üretim tarzına dönüşümün
genel özelliğidir ve zorunlu olarak zorlamanın çeşitli biçimlerine dayanır.
Fakat Marks’ın işaret ettiği gibi her zaman tarihsel olarak özgül bir biçim
alır (Derleyen: Işıtan Gündüz, Milliyetçilik Üzerine Ulussuz Devletler
Devletsiz Uluslar, Nesnel Yayınlar, 2008).
Yeni dünyanın yeni güvenlik sisteminin temeli teknoloji
ve korkulara dayanmaktadır. Batılılar uyuşturucu, salgın, mülteciler vs. sorun
olan bölgeleri hem kanunsuzluk ve suça teşvik eden kaos bölgeleri hem de
çıkarlarına bir tehdit olarak değerlendirmekte. İmparatorluklar çağı, ulus
devlet ve soğuk savaş gibi eski düzen döneminin ardından BM’nin aktif olarak
devreye girişiyle post modern devletler ve birinci körfez savaşıyla YDD kavramı
gelişmişti. Bu kavramı ilk dile getiren George W. Bush‘tur.
Emre Kongar 13 Ekim 2006 tarihli Cumhuriyet gazetesinde
“Ortadoğu’da ABD’den bağımsız bir politika yürütmek olanaksızlaştı” diyordu.
Bill Clinton’la başlayan Preemptive preeminence (önleyici vuruş) politikası
dünyanın herhangi bir yerine her an askeri müdahale etmesinin gerekçesini
oluşturmaktaydı. Ancak günümüzde Clinton’un ekonomik danışmanlığını yapmış olan
Joseph Stiglitz’in bile kabul ederek 2002’de yayınlanan kitabına da adını
verdiği gibi “Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı” yaratmıştı.
ABD eski devlet başkanlarından James Monroe 2 Aralık
1823’te İngiltere dışındaki ülkeleri Güney Amerika’dan uzak durması için
uyararak ABD’nin arka bahçesi kabul ettiğini bütün dünya’ya ifşa etmişti. Latin
Amerika’da günümüzde nüfusun yüzde 46’sı yani 200 milyon insan yoksulluk içinde
yaşamakta. 1980’den 1990’lı yılların ortalarına kadar (1991-1994) reel ücretler
Arjantin’de yüzde 14, Uruguay’da yüzde 21, Venezüella’da yüzde 53, Ekvador’da
yüzde 68 ve Bolivya’da yüzde 73 oranında düşmüştür. James Petras "Bugün
çok kutuplu bir dünya düzeni var. Kutuplardan biri ABD, diğeri Iraklı,
Afganistanlı, Latin Amerikalı insanların hareketleri, yani devletler artık tek
güç unsuru değil" diyordu. Latin Amerika’daki genelindeki Bolivarcı devrim
çizgisindeki gelişmeler Monroe Doktrini’nin artık ülke ülke iflas ettiğinin
işaretini vermektedir.
Arjantin’de “kirli savaş” olarak adlandırılan askeri
diktatörlük döneminin ardından iktidara gelen peronist hükümetler toplumsal
hareketleri ancak ılımlı tedbirlerle yatıştırabilmişti. Arjantin’de geniş halk
desteğiyle iktidara gelen Eduardo Duhaldo ile Néstor Kirchner hükümetinden
sonra son olarak Cristina Fernández de Kirchner hükümeti de İMY’ye bağımlı
politikalara çark edince kitle desteğini tamamen kaybetmiştir. Arjantin’de
muhalif hareketler polis gücü, medya desteği, sadakalar ve yardımlarla kontrol
edilmeye çalışılmakta.
Uruguay ve Ekvador’da sosyalist başkanlar görevdedir.
Arjantin ve Brezilya’dan bütün Güney Amerika’ya yayılan kriz 2002’de Uruguay’ı
da vurmuştu. IMF politikalarıyla tetiklenen ve nüfusun üçte birini yoksulluk
sınırının altına iten krizin çözümünü yine IMF kredilerinde arayan önceki
hükümet seçimleri kaybedince eski bir gerilla lideri olan Tabare Vazquez
Uruguay’da seçilen ilk sosyalist devlet başkanı oldu. Ekvador’da devlet başkanı
seçilen sosyalist ekonomist Rafael Correa ise 21.Yy sosyalizmi olarak devlete
merkezci rol veren, yabancı üsleri kapatan kararları içeren bir anayasa paketi
hazırlamıştı.
Bolivya’da MAS (Sosyalist Hareket) lideri Eva Morales
2005’te ilk seçilen yerli devlet başkanı oldu. Bolivya’da yerli halk anayasal
olarak haklarının artmasını, refahın adaletli dağıtımını ve başta enerji
kaynakları olmak üzere bütün doğal kaynakların kamulaştırılarak halk tarafından
denetlenmesini istemektedir. Köylüler, yerliler, öğrenciler ve çeşitli sol
fraksiyonların oluşturduğu kesim siyasal modelin iflas ettiğini düşünüyor ve La
Paz’da doğalgaz yataklarının bulunduğu zengin maden bölgesinin nimetlerinden
yararlanan çoğu Avrupa kökenli kodamanların özerklik istemesine karşılık
serbest piyasa ekonomisinin ve neo liberal uygulamaların halkı
yoksullaştırdığını, bir avuç seçkini zenginleştirdiğini ancak yerlileri
fakirleştirdiğini savunuyorlar.
Venezüella’da 1999’da seçilen MVR (Movimiento Quinta
República) lideri Hugo Rafael Chávez Frías partisinin seçim zaferinden sonra
2004’te ABD ve neoliberal politikalara karşı “antiemperyalist” ve “21.Yy
Sosyalizmi” ne bağlılığını ilan etmişti. İletişim sektörü devlet tarafından
kontrol altına alınan Venezüella’da Toprak Yasası ile köylülere, kamulaştırılan
şirketlerde işçilere ve eğitim ve sağlık alanında alt sınıflara öncelik veren
uygulamalar başlatıldı. 2006 tarihindeki seçimden de zaferle çıkan Chavistalar
2007’de doğrudan katılım ve halk meclislerini içeren neoliberalizme karşı somut
bir alternatif model devreye sokmaya karar verdi.
Burjuva medyanın bilgisayar ve cep telefonu üzerinden
yürütmeye çalıştığı sinsi kapitalist propagandaya karşın emperyalistler karşısında
Kübalılar dünyanın ezilen tüm uluslarına sosyalist umudu ve inancı aşılamakta.
Kırk yıllık ABD ambargosuna rağmen küresel kriz ve Bush’a yöneltilen
eleştirilerinde hız kesmeyen Fidel Castro, 28 Mart 2007’de ABD Başkanı George
W. Bush’un gıda maddelerinin yakıta dönüştürülmesi fikrine destek vermesi
üzerine, Küba Komünist Partisi yayın organı Granma gazetesinde yayımlanan bir
makalede “biyoyakıtların açlığa neden olacağı” uyarısında bulunarak Bush’a
cevaben yazdığı mektupta “Dünyada üç milyardan fazla insan açlık ve susuzluktan
dolayı erken yaşta hayatını kaybetmeye mahkum edilmiştir. Besin maddelerinin
yakıta dönüştürülmesi şeklindeki uğursuz fikrin, ABD’nin dış politikadaki
ekonomik bir eğilimi olduğu, 26 Mart’ta netleştirildi” diyordu.
Şili’de 11 Eylül 1973’te Amerikan destekli darbeyle
Pinochet cuntası tarafından devrilen Salvador Allende’nin son konuşmasının
sözleri sanki unutulmamış gibi. Allende “inanın ki er ya da geç özgür
insanların yürüyeceği o geniş caddeler daha güzel bir toplum kurmak için
açılacak” diyordu. Şili’de devlet başkanlığında şimdi 17 yıl hüküm süren
diktatör Pinochet’in hapishanelerinde yaşamını yitirmiş bir militanın kızı olan
Michelle Bachelet var. Sosyalist aday Bachelet seçimi halkın oylarının yarıdan
fazlasını alarak kazanmıştır.
Brezilya’da halk devrimini amaçlayan 1947’da yasaklanmış
olan Sovyet yanlısı Komünist Partisi (Parti Communiste du Brésil - PCB)
liderliğindeki güçbirliği emperyalist ve yarı feodal ülke ittifakına karşı
muhalif bir cephe oluşturmaktaydı. Fakat sendika, öğrenci örgütleri ve örgütlü
sol güçbirliği ile bütün sol fraksiyonlar ABD desteğindeki askeri darbeyle
bastırılmıştı. Askeri rejim altında dış borçlar hızla yükselmiş, GSMH düşmüş ve
gelir dağılımı bozukluğu ile refah eşitsizliği ortaya çıkmıştı. 1970’lerde
petrol krizleri ve enflasyonla beraber yeniden canlanan kitlesel direniş
hareketleri ile rejimin meşruiyeti yeniden sorgulanmaya başlamış ve siyasal
liberalizm sürecini başlatarak konumunu güvence altına almaya çalışan askeri
rejim ikinci petrol şokuyla ekonomik krizden ötekine sürüklenince egemen
sınıfların da güvenini yitirmişti. 1978’de metal işçilerinin grevi sendika
lideri Luiz Inácio Lula da Silva’ya yaramıştır. Orta sınıf ve işçi sendikaları
arasında bir parti kurma fikri ortaya atılınca 1980’de populizm, yolsuzluk ve
kayırmacılık gibi geleneksel hastalıkların gölgesinde Luna başlanlığındaki PT
(Brezilya İşçi Partisi) kurulmuş, Partido dos Trabalhadores lideri Luna ülkenin
yoksul kesimlerinin de oylarını alarak 2002’de başkanlığa seçilmişti. İktidarda
bulunduğu süre içinde kitlesel merkezi bir ulusal parti çizgisi izleyen Luna
ekonomik istikrarı sağlamanın yanı sıra, yoksulluğa karşı giriştiği Fome Zero
(Sıfır Açlık) kampanyasında da büyük bir başarı kazandı. Ancak 2002 ve
2006’daki seçimlerde yakaladığı başarıya rağmen radikal ekonomik ve sosyal
dönüşümlere yanaşmayan Luna popülist sosyal demokratik uygulamalarla bazı
grupların özel çıkarlarına hizmet etmeyi yeğleyince kitle desteğini de hızla
yitirdi. İşsizlik, düşük ücretler, gelir dağılımı dengesizliği, vaat ettiği
toprak reformuna yanaşmaması ve neo liberal politikaları sürdürmesi
sosyalistleri; Birleşik Sosyalist İşçi Partisi (PTSU) ve İşçi Platformu PSO’yu
Luna’ya karşı konumlandırmıştır. Rüşvet ve yolsuzluk skandalları ve hâkim sınıfların
etkisiyle değişime izin vermeyen ve giderek İMF’ye bağımlı sağcı bir parti
haline gelen Lula ve neoliberal Cardoso’nun PT rejimine karşı James Petras’ın
da belirttiği gibi özellikle bütün dünyada ilgiyle izlenen Topraksızlar
Hareketi (MST)’nin faaliyetleri artarak sürüyor.
Meksika’dan ABD’ye yayılan göçmen işgücü akımı ve kayıt
dışılık ABD için gelecekte büyük bir tehlike olarak kabul edilmektedir.
İhracatının yüzde 85’i ithalatının yarıdan fazlası ABD ile olan NAFTA üyesi
Meksika’da bile neoliberal kimlik 2006’daki seçimlerden sonra neoliberal
reformlarla beraber artan yoksulluk sebebiyle ciddi biçimde sorgulanmaya
başlamıştır. Meksika’da merkez sağ eksenli D.L.Raby’nin deyişiyle “liberal ve
muhafazakâr açık seçim yolsuzluklarıyla korunduğu” iki partili otoriter ve
militarist egemen sisteme karşı kitlesel hareketler ve toplumsal aktörler daha
belirgin ortaya çıktı. Muhafazakâr ve ABD yanlısı Milli Hareket Partisi (PAN)
ile Kurumsal Devrim Partisi (PRI) karşısında, Andrés Manuel López Obrador
liderliğindeki PRD (Demokratik Devrim Partisi), "la otra campaña"
(öteki kampanya) diye adlandırılan aşağıdan-yukarıya demokratik yapılar ve
ittifaklar inşa etmeyi amaçlayan ve sözcüsü Subcomandante Insurgente Marcos
olan EZLN (Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu) ve doğrudan demokrasi ile temsili
hedefleyen APPO (Oaxaca Halk Meclisi) yer almaktadır. 2003’te Porto Alegre’de
ve 2007’de Nairobi’de Dünya Sosyal Forumu’nda bir araya gelen alternatif
küreselleşme hareketi yanlılarının “Başka Bir Dünya Mümkün” sloganıyla EZLN yerli
halkın desteklediği etkili bir toplumsal harekete dönüştü. Bu üç sosyo-politik
hareket 2006’daki hayli tartışmalı ve çekişmeli başkanlık seçimlerinden sonra
görevi devralan Milli Hareket Partisi’nin (PAN) temsilcisi Felipe de Jesús
Calderón Hinojosa’nın neoliberal politikalarına karşı etkili bir cephe
oluşturmaktadır.
Arjantin’deki Piqueteros (İşsizler), Brezilya’daki MST
(Topraksız Köylü Hareketi), MTST (Evsiz İşçiler Hareketi), Bolivya’daki,
Uruguay’daki ve Güney Afrika’daki suyun özelleştirmesine karşı hareketlerde
olduğu gibi ekonomik ve sosyal taleplerle dile getirilen tepkilerin de örnek
olmalarıyla hızla kitlesel eylemlere dönüştükleri gözlenmekte. Gerardo Rénique
(Meksika) “Kapitalizmin üzerindeki hayalet bugün Latin Amerika’yı dolaşıyor. Bölgede
halen devam eden sosyo-politik başkaldırılar küresel sermayenin ve neoliberal
ideolojinin hegemonyasını tehdit ediyor” diyor (Latin Amerika’yı Anlamak
Neoliberalizm Direniş ve Sol, Hazırlayan Aylin Topal, Yordam Kitap, 2008).
Wallerstein özellikle Güney Afrika, Brezilya ve Meksika’da gelişecek sol
toplumsal hareketleri dünya çapındaki mücadeleler üzerinde büyük bir etkisi
olacak olan politik bir kavşak olarak görmektedir. Wallerstein’e göre Güney
Afrika’daki hareketler ve Latin Amerika’daki sol dalga hem neoliberal
politikalara karşı yükselen direnişlerin hem dünyanın geleceğini de
belirleyecekti.
Mıles devletin kapitalist üretim tarzının ve ulusun
yaratılmasında ve yeniden üretilmesinde hala esas olduğunu belirtmekte. Harry
Samuel Magdoff "emperyalizmin ortadan kaldırılması, kapitalizmin
yıkılmasını gerektirir" demekte. “Kapitalizmle demokrasi bağdaşmaz” diyen
Ellen Meiksins Wood ise kapitalizmin ulus devlet üstünde yürüyen bir döngü ve
ulusal ekonominin de küresel sistemin vazgeçilmezi olduğunu belirtmektedir.
Avrupa komünizmini sosyalizme geçişte burjuva demokratik biçimlerin
genişletilmesi ile sınıflar arası halk ittifakı şeklindeki bir doktrin olarak
tanımlayan Wood, “The Retreat from Class (Sınıftan Kaçış)” adlı kitapta
kapitalizmden kurtulmak için mücadelenin ulusal ölçekli bağımsız bir ekonomi ve
ulus-devlet temelinde de yürütülmesini öneriyor.
Montserrat Guibernau ulus’u ortak bir kültürü paylaşan,
sınırları tartışmaya yer bırakmayacak biçim ve belirlenmiş toprağa bağlı olan
ve ortak bir gelecek projesi ile kendini yönetme hakkı iddiasıyla topluluk
oluşturma bilincine sahip bir insan grubu olarak tanımlıyordu. Kapitalist
üretim tarzı ve ulusal devlet sosyal olarak oluşturulmuştu. Ulus devletlere
bölünen dünyada bu devletleri yöneten sınıfların ekonomik ve politik çıkarları
bir diğerininkine tehdit sayılmaktadır. Devlet şiddet araçlarının meşru olarak
kullanılmasını kontrol eder. İç ve dış egemenliği elinde bulunduran devletin
ordu ve polis gibi yasal sisteme ait kurumları ulus sınırlarının korunması
kadar sınıf çatışmasında da devreye girmektedir. Ancak Guibernau ulus devlet
yapısının Nijerya ve Kenya gibi ülkelerde ise günümüzde de süregelen etnik
çekişmeleri ve iç savaşları da ön plana çıkardığını ifade etmektedir.
18.Yy insanlık tarihinin en büyük sosyal değişimlerinin
sergilendiği çağdır. Eric J.Hobsbawm toplumsal araştırmanın çok üstün
örneklerinden biri olarak anılmaya değer dediği Engels’in “Die Lage der
arbeitenden Klasse in England (İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu)” adlı
1845’te kaleme aldığı kitaba ilişkin yazdığı sunuda proletarya sorununun yerel
ya da ulusal değil, açıkça uluslararası bir sorun olduğunun altını da çizer.
Özellikle buhar gücü ve yeni makinecilik (maşinizm), kömürün yakıt olarak demir
çelik üretiminde kullanılması, manüfaktürü modern büyük sanayi durumuna
dönüştürmüştür. İşçi sınıfının ortaya çıkmaya başladığı 19.Yy ortalarında
yazdığı Anti-Dühring’te Engels “Buhar ve yeni makinecilik (maşinizm),
manüfaktürü modern büyük sanayi durumuna dönüştürdü ve böylece burjuva toplumun
tüm temelini altüst etti” diyordu (1878). Kırlardan kentlere akın eden işgücü
emeğin değerinin düşmesine, emek arzının bolluğuna ve çalışma koşullarının
bozulmasına yol açmıştı. Louis René Villermé 1840’ta yazdığı “Tableau de 'Etat
Physique et Moral des Ouvriers employés dans les Manufactures de Coton, de
Laine et de Soie” adlı kitapta Fransa’daki 20 saatlik çalışmaları karşılığında
kazandıkları düşük ücretlerle sefalete sürüklenen erkek, kadın, hatta çocuk
yaşta emekçilerin hazin durumunu dile getirmişti. Eski manifaktür büyük
sanayiye dönüştükten sonra düşük maliyet ve yüksek kâr içeren çok kötü çalışma
koşulları yeni üretim güçleri ve sosyal sınıflar arasındaki çatışmayı da
körüklemiştir. Yedek sanayi ve rekabet yasası ile arzın talebi aşması, aşırı-üretim,
pazarların tıkanması, her on yılda bir bunalımlar ortaya çıkarmaya başlamıştı.
Karl Marks “Gotha Programının Eleştirisi”nde (1875)
sosyalist devrim, proletarya diktatörlüğü, kapitalizmden komünizme geçiş
dönemi, komünist toplumun iki evresi, sosyalizmde toplumsal ürünün üretimi ve
dağıtımı ve komünizmin bellibaşlı özellikleri, proleter enternasyonalizmi ve
işçi sınıfı partisi gibi, bilimsel komünizmin bellibaşlı konularına ilişkin
birçok düşünceleri formüle etmişti:
"Emek bütün zenginliğin ve bütün kültürün
kaynağıdır, işe yararlı emek, ancak toplum içinde ve toplum tarafından meydana
getirildiği için, emeğin geliri, tümüyle, eşit hakla, toplumun bütün üyelerine
aittir. Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre!”
“Modern Sömürgecilik Teorisi”nde ise “halk yığınlarının
topraktan mülksüzleştirilmesinin, kapitalist üretim tarzının temelini
oluşturduğunu görmüş bulunuyoruz” diyerek şunları ekler “Kapitalist üretimin
büyük güzelliği şuradadır: yalnız ücretli işçiyi durmadan ücretli işçi olarak
yeniden-üretmekle kalmaz, aynı zamanda, sermaye birikimiyle orantılı olarak
daima bir nispi ücretli işçi artı-nüfusunu da üretir. Emekçi artı-nüfus,
birikimin ya da kapitalist temele dayanan zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir
ürünü olduğu gibi, artı-nüfus, her an el altında bulunan yedek bir sanayi
ordusu oluşturur” (Kapital Cilt 1). Kapitalizmin gelişmesi, üretim araçlarından
yararlanamayan, işgücünü ücretle takas etmek zorunda kalan bir sınıf ve üretim
araçlarını elinde toplayan işgücü arayan sınıf yaratmak için aktif
mülksüzleştirme ve zenginliğin bir yerde toplanması sürecine dayanmaktadır.
Marksist tarihçi ve yazar Eric J.Hobsbawm’a göre ulusçuluk burjuvazinin sadece
bir toplum yaratma düşü değil sermaye birikimi ve proterleştirme süreçlerinin içinde
gerçekleşebileceği coğrafi sınırları yaratma anlamında da bir birleşme
ideolojisiydi. Hobsbawm ulus devletin oluşumunda kültürel olarak farklı
nüfusları genişleyen bölgesel sınırlar yaratmak kadar her zaman kuvvet
kullanımının var olduğunu savunmakta ve bu katma işlemini haklı göstermek için
tarihe dayanan efsane ve geleneklerin aktif olarak yaratıldığını
belirtmektedir.
18. Yy sonlarında liberal düşüncenin egemen olduğu modern
ulus devletin kuruluşuna ön ayak olan düşünce biçimi merkantilizmdi. İhracatı
ve dış ticareti teşvik eden merkantilizm iktisadi milliyetçiliğin temeliydi. Ev
ekonomisinin yaygın olduğu merkezi devlete geçiş döneminde etkili olan
merkantilizm ticareti ekonomik düzenin esası kabul ederdi. Pazar kavramını
geliştiren merkantilistler ulusların zenginliğini sahip olduğu değerli
madenlerin miktarı ile ölçerek yeni sömürge yoluyla değerli maden girişinin
artmasını savunmuştu.
Ticari kapitalizminin gelişmesiyle beraber emek-sermaye
arasındaki çelişki de keskinleşmiştir. İşgücü tamamen ücret karşılığı alınıp
satılabilen bir metaya dönüşerek giderek Engels’in belirttiği gibi büyük sanayi
maşinizmi, işçiyi makine düzeyinden bir makinenin yalın bir yardımcı parçası
düzeyine düşürmüştür: "Bir ve aynı aleti yaşam boyu kullanmanın verdiği uzmanlık,
şimdi bir ve aynı makineye yaşam boyu hizmet etmenin verdiği uzmanlık durumuna
gelir. Makine işçiyi, ta çocukluğundan başlayarak, parça-makinenin bir parçası
durumuna sokmak amacıyla kötüye kullanmıştır”. İşçi hareketlerinin ortaya
çıkışındaki etken feodalite sonrası sanayileşmenin farklı bir kölelik düzenini
dayatmasıydı. Kapitalizm emekçiler için başlı başına bir kriz kaynağı idi.
Devlet müdahalesini savunan görüşlerin temelinde ise kapitalist sistemin
değişimi yerine krizin ötelenmesi yatıyordu.
Klasik ve liberal iktisatçıların tutumundaki yumuşamayla
reformist görüşlerin hareket noktasındaki temelde sanayi kapitalizmiyle
makineleşmenin toplumsal refah düzeyindeki tahribi ve yarattığı kitlesel
sefalet yatmaktadır. İngiltere’de hükümet tarafından görevlendirilerek 1941
yılında çalışmalarına başlayıp, çalışma sonuçlarını 20.11.1942 yılında
açıklayan Sir William Beveridge başkanlığındaki komisyonun hazırladığı ve
“Beveridge Raporu” olarak anılan belge sosyal güvenlik hakkının içeriğinin
belirlenmesi açısından dikkat çekicidir. Rapora göre, soyut bir özgürlük
anlayışı insan hayatı için bir garanti değildir. Çünkü insan, beş canavarla
karşı karşıyadır; yoksulluk, hastalık, bilgisizlik, pislik (sefalet) ve
işsizlik. İnsanı bu savaşında destekleyecek olan iktidar bunu ne bahşiş, nede
sadaka olarak yapacaktı. Vatandaş bunu bir hak olarak isteyebilecektir. Bu
hakkın adı da sosyal güvenliktir demektedir. Jean Charles Léonard de Sismondi
ise devletin sosyal politikalar geliştirmesini savunurken John Maynard Keynes
tam istihdam ve işsizlik sorununa dikkat çekmiştir. Kapitalist sistemin yıkıcı
etkisine karşılık gelişen “sosyal refah” kavramını tanımlayan Walter
A.Friedlander:
“Kişi ve grupların verim kabiliyetlerini
geliştirebilmeleri, aileleri için doyurucu bir hayat ve sağlık standardına
ulaşmaları, aynı zamanda kişisel ve sosyal ilişkilerini dengeli olarak devam
ettirmelerini sağlamak amacıyla sosyal hizmetler ile sosyal kurumların organize
edilmiş bir sistemidir” demekteydi.
Neil Smith kitabı “American Empire”de ABD’nin küresel güç
kalma çabasını 3’e ayırır. İlk aşamada Birinci Dünya Savaşı sonrası işçi
sınıfının mücadelesinin yükseldiği dönemdir. İkinci aşama BM’nin önderliğine
geçen ABD bloklaştırma (antagonizma) politikası izleyerek günümüzdeki küresel
egemenlik kurmak (hegemonluk) hedefini gerçekleştirmek istemişti. Ancak son
aşamada da bu defa 11 Eylül ve Irak politikası başarısızlığa uğramıştır.
19. yüzyılda Avrupa’nın sanayileşmesinde başı çeken
İngiltere’nin ünlü tarihçisi Arnold Toynbee 1939’da yazdığı “Bir Tarih
İncelemesi” adlı yapıtında modernizmin birinci dünya savaşıyla sonaerdiğini ve
ikinci dünya savaşından önce post modernist dönemin başladığını belirtmişti.
Postmodernizm terimi ilk kez bu dönemde yani 2 dünya savaşı arasında ifade
edilmiştir. 1972’de Missouri’deki işçilere ait toplu konutların yıktırılması
postmodernizmin fiili başlangıcı olarak kabul edilir. Marks’ın Engels’le
birlikte kaleme aldıkları “Alman İdeolojisi”nde de kentlerin sosyal sınıfların
çatışma alanı olduğu ifade ediliyordu. Endüstrileşme ve kentleşmenin en büyük
ivmelerini kazandığı modern çağla ilgili dönemleri ele alarak inceleyen
Marksist tarihçi Eric J. Hobsbawm ise büyük kentlerin Engels'e göre
kapitalizmin en tipik yerleşim yerleri olarak kabul edildiğini ve sınırsız sömürü
ve rekabeti en çıplak biçimiyle ortaya çıkardığını hatırlatır:
“Çoğu zaman, sanayi-öncesi bir geçmişten gelen
göçmenlerin oluşturduğu yeni proletaryayı kapitalizm bir toplumsal cehenneme
küreler; o cehenneme takılıp kalırlar, düşük ücret alırlar ya da açlık
çekerler, gecekondularda çürümeye bırakılırlar, ihmal edilirler, hor
görülürler; yalnızca, rekabetin kişisel-olmayan gücünün değil, ama bir sınıf
olarak burjuvazinin de zorbalığıyla yüzyüze gelirler; burjuvazi onları insan
olarak değil nesne olarak görür; insani varlık olarak değil ‘emek’ ya da ‘el’
olarak görür (İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu).
Engels’e göre “Düzeni çok iyi bir toplumda bu gelişmeler
yalnızca mutluluk kaynağı olurdu; herkesin herkesle savaşında ise, bireyler
yararı kendi ellerinde topluyorlar ve çoğunluğu, geçim araçlarından
yoksunlaştırıyorlar. Makinelerdeki her iyileştirme, işçileri işsiz bırakıyor ve
ilerleme arttıkça, işsiz sayısı daha çoğalıyor; bu çerçevede, her büyük
ilerleme, bir miktar işçi üzerinde ticari bunalım etkisi yapıyor; yoksunluk,
sefillik ve suç üretiyor”du.
Dünya’daki kapitalist sistemden kaynaklanan değişim ve
gelişmelerden A.Smith’in de sözünü ettiği gibi en fazla işçi sınıfının
etkilediğinden kuşku var mı? Fukuyama’nın son kitabı “State Building (Devlet
İnşası)”de belirttiği gibi zayıf devletlerin yarattığı sorunlara bağlanan
bakışla ABD'nin Irak’ta İsrail’in Filistin’de uyguladığı işgal politikasıyla
yaratılan uluslar arası meşruiyetle 2.Dünya Savaşı’ndan sonra başta ABD ve
İngiltere gibi sanayileşmiş ülkelerin metropollerinde ortaya çıkan kentsel
soylulaştırmayla büyük sermayeye açılan sanayileşmenin ve emperyalizmin
kentlerde yarattığı yoksulluk ve yozlaşma sonucunda emekçilerin yaşadıkları
alanların yağmalanması arasında herhangi bir fark tabiî ki yoktur.
John Steinbeck 1939’da yazdığı “Gazap Üzümleri” adlı
romanda ABD’deki hızlı ve vahşi bir sanayileşme süreci sonucunda ortaya çıkan
1929 krizinin etkilerini gerçekçi ve eleştirel bir dille anlatmıştı. 19.Yy
boyunca müthiş bir büyüme sergileyen ABD’de yaşanan ekonomik ve sosyal çöküntü;
bir yanda sermaye birikimi, toplumsal gelişme, eğlence, lüks ve gelişmiş banka
güvencesi isteyenler bir yanda işsiz kaldıkları için topraklarından göç eden
tarım işçileri. Emekçilerin İstedikleri tek şey yiyecek ve topraktır. Borsada
varını yoğunu yüksek kazanç umarak kaybedenler, bankaların ve tefecilerin eline
düşen küçük üreticiler, yoğun göç sonucunda yollara düşen, işsiz tarım
emekçilerinin büyük toprak sahipleri tarafından sömürülmesi, açlık ve sefaleti.
Değişim karşısında verilen umutsuz hayat mücadelesi karşısında, düzeni bozuk ve
dayanışmadan yoksun toplumda kazanılmış tek şey ise yozlaşma ve yoksulluktur.
Steinbeck, “hükümet bu insanlara yiyecek ve ilaç yardımı yapmaya çalışıyor. Ama
bu yardımları, çıkarcı faşist gruplarla çıkarcı bankalar ve yardımı sabote
etmeye çalışan, dengeli bir bütçe için kıyamet koparan büyük üreticiler
aracılığıyla yapıyor” diyordu ('Gazap Üzümleri'nin öyküsü, Sennur Sezer,
Radikal, 06 Mayıs 2005)
Neoliberalizmin savunucuları neoliberal “reformların” ya
da “yapısal düzenlemelerin” eşi görülmemiş ekonomik büyüme, teknolojik
ilerleme, yaşam standartlarının yükselmesi ve parasal refahı beraberinde
getireceklerine dair söz vermişlerdi. Gerçekte ise dünya ekonomisi neoliberal
dönemde durgunluk sarmalına hapsolmuştur. BM Gelişme Raporu’na göre, dünya
nüfusunun en zengin yüzde 1’i, en yoksul kesim olan yüzde 57’yle aynı gelire
sahiptir. En zengin yüzde 20 ile en yoksul yüzde 20 arasındaki gelir uçurumu
1960’da 30’da 1’iken bu oran 1990’da 60’da 1’e ve 1999’da 74’de 1’e çıkmıştır.
Bu oranın 2015’de 100’de 1’e yükselmesi beklenmektedir.
İnsanlığın içinde bulunduğu bu tablo her açıdan hiç de iç
açıcı değil. Bir tarafta kolektif emperyalizmin dayattığı içte ve dışarıda
şiddete dayalı bir sömürü, irredantizm ve yağma politikaları diğer yanda
dünyanın çoğunluğunun yaşadığı açlık, adaletsizlik ve sefalet. Emekçilerin
vatanı ve zincirlerinden başka kaybedecekleri şey yoktur, kazanacakları ise
koskoca bir dünya var. Çelişkilerin iç içe geçtiği ve keskinleştiği 21.Yy’da,
eşitsizliklerin ortadan kalkması için gösterilecek çaba kesinlikle
antikapitalist ve antiemperyalist içerikli bir mücadeleyi gerektiriyor…
ALINTI YAPMAK İÇİN
- Yazarlarımızın makaleleri ve Sayın Günay Tulun'a ait şiirlerin, "Radyo-TV ile diğer basın ve yayın organlarında" yayım ilkesi: Önceden haber verme, eserin aslına sadık kalma, eser sahibiyle alıntının yapıldığı yer adlarını anlaşılır bir açıklıkla belirtmektir. Yayın öncesi bildirim imkânının bulunamadığı aniden gelişen durumlardaysa nezaket gereği, [sessizliginsesi.tr@gmail.com] adresine yayın sonrası bilgi gönderilmesini rica eder; tüm yayınlarınızın başarılı geçmesini dileriz.
ESER EKLEMEK İÇİN
- "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm basılı ya da dijital yayın sayfalarında halkımızın geniş dünya ilgisine uygun olarak her türlü konuya yer verilmiştir. Yayınlanan fotoğrafların büyük bir kısmı "Kadim Okurlarımız" tarafından gönderilmiştir. Fotoğraf ve çizgi resimlerde "İlişkinlik-Telif Hakkı" konusunda tereddüt oluştuğunda bu eserleri yayından çekme hakkımız saklıdır. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"na ait tüm gazete, dergi, site, blog gibi yayın araçlarında yayınlanan makale ve diğer yazı türleriyle fotoğraf, resim, yorum gibi her türlü eserin; üçüncü şahıs, kurum ve kuruluşlara karşı her türlü sorumluluğu, bu eserlerin sahibi olan yazar, gönderici ve ekleyicilerine aittir. "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"nun yayın organlarına kayıt edilen ya da kaydedilmek üzere gönderilen eserlerin, telif hakları konusunda problemsiz olmaları önemli ve gereklidir. Yayın Kurulu, gönderilen eserleri yayınlamaktan vazgeçebileceği gibi, dilediği yayın organlarından birinde ya da hepsinde aynı anda ya da değişik zamanlarda yayınlayabilir, yayınlamak isteyen üçüncü şahıslara, tüzel kişiliklere ve kurumlara onay verebilir ya da onlar tarafından yayınlanmasını engelleyebilir. Yalnız şu unutulmamalıdır ki bu eserler, okura saygı kuralı gereği Türkçe kurallarına uygun olmalıdır. Yazılar yayınlandıktan sonra, yazar ya da ekleyicisi; istifa, uzaklaştırılma, çıkarılma dâhil herhangi bir nedenle yazı göndermesi sonlandırılmış olsa dahi "Sessizliğin Sesi Grubu"yla "Yazarlar ve Ozanlar Grubu Yayın Kurulları"nın oy birliği içeren onay kararı olmadan eserlerinin kayıtlarımızdan ihracını isteyemez, istediği takdirde bunun reddedileceğini en baştan bilmelidir. Gönderici ve yazarlarımızın bu konuya önceden dikkat etmeleri, ileride ihtilaf doğmaması için baştan eser göndermemeleri gerekmektedir. Yayın organlarımıza ekleme yapanlar, bu konudaki sorumluluklarını okumuş ve kabul etmiş sayılacaklardır. Uzun süre yazı göndermeyen ya da yazmayı bırakan köşe yazarlarımızın o güne kadar gönderdikleri tüm yazılar "Konuk Yazarlar" bölümüne aktarılarak yeniden yazı göndermeye başladığı güne kadar köşesi kapatılır. Köşeyi kapama ya da kapatılan köşeyi açıp açmama konusunda karar sahibi, "Sessizliğin Sesi Grubu" ile "Yazarlar ve Ozanlar Grubu"dur. İhtilaf durumunda, İstanbul'un Kadıköy Mahkemeleri yetkilidir.
YORUM YAZMAK İÇİN
Sayın Okurlarımız: Yorumlarınızı; Grubumuza ait "Google, Yahoo, Mynet, Hotmail, TurTc " ve diğer posta adreslerimize göndermek yerine, "Yorum bölümü açık olan sitelerimiz"deki; yorum yazmak istediğiniz yazının alt kısmında yer alan "Yorum", "Yorum Yapın", "Yorum Yaz" veya "Yorum Gönder" tuşlarını kullanarak doğrudan kaydetme olanağınız bulunmaktadır. Yazacağınız yorumlarınızın; gecikmeksizin, anında yayına girmesini dilerseniz bu yolu tercih etmenizi, saygılarımızla öneririz.