Reha Muhtar hakkında tek kelime bile etmeyeyim diyorum ama hâlâ okuru olmakta inat ettiğim Vatan gazetesi, koca bir sayfayı doldurduğundan mıdır nedir, iyice kucak açtı ona...
Görme diyeceksiniz ama kapkara sayfalar arasından birdenbire çıkan o renkli sayfa, insanın gözüne batması için kurgulanmış gibi...
Yazılarını okursanız önce insanlara saldırdığını, sonra da masumları oynadığını görürsünüz.
Aman efendim bir de entelektüel ki!
Sağdan soldan derlediği "hayatları", sanki yakın şahidiymiş gibi hikâye bile ediyor.
Efendim, öğrenimi sırasında devrimciymiş, müthiş doğru bir insanmış, gazeteciliğin hasını yaptığı için örnekmiş; tam yerinde soru sorarmış, onun sorduklarını soramayanlar gazeteci olamazmış. O sorduğu için büyük gazeteci olmuş."Acı var mı acı?" sözlerini söylerkenki hâlini gözlerinizin önüne getirsenize.
Çoğu kez, başkalarının acısından zevk aldığı hissine kapılmışımdır.
Kendisi iki kişi arasında geçen bir olayı anlatırsa onun adı "gazetecilik"tir.
Aynı işi bir başkası yaparsa onun da adı ya "adam "satmak"tır ya da "ispiyonculuk".
Velhasılı kelam zor adamdır şu Reha Muhtar.
Papermoon denen ve hiç ilgimi çekmeyen yerin bedava reklamını da üstlenmiş, yazıyor da yazıyor. Vatan gazetesinin sahibi olsaydım, Papermoon konusunda ondan reklam ücreti isterdim.
Yazılarını okuyanlar bilir. Yeri geldiğinde de öyle güzel kışkırtıcılık yapıyor ki...
Mustafa Denizli, Rüştü Reçber, Hakan Arıkan, İbrahim Üzülmez olayını unutmadık hâlâ.
Aslında Reha Muhtar'la ilgili olarak unutmadığımız çok şey var.
Bunlardan biri, geçmişte Atina muhabiriyken TRT'ye bağlandığında ciyak ciyak bağırarak herkesin "Savaş Çıktı!" diye yüreğini oynatması...
En büyüğüyse yakını ölmüş, evi yanmış, hayatları kararmış ve derin acılar içinde kıvranan insanlara, "Şu an ne düşünüyorsun, ne hissediyorsun?" sorusunu sorabilecek kadar duygusuz olması.
Bugün, Vatan gazetesinin onun keyfine terkettiği sütunlarda bu duygusuzluğunu bile büyük gazetecilik olarak sunmakta.
Şaşıyorum. O gazetenin yöneticilerinden biri çıkıp da "Arkadaş! Bu köşeyi kendini övesin diye vermedik." diyemiyor, demiyor.
Onlar demiyor ama ben bıktım!
Yalnız ben mi bıktım? Hayır!
Bitti mi?
Ne gezer.
Del Bosque'yi kovdurmak için çalıştığı televizyon kanalını alet etmesi, programına çağırdığı insanları ve tüm izleyicileri bu yönde provoke etmesi unutulacak mı?
Yıldırım Demirören neden çıkıp da "Del Bosque'nin gönderilmesindeki en büyük etken sensin. Hadi bakalım, öde Beşiktaş'ın kaybolan paralarını, sebep olduğun zararı tazmin et!" diyemez, akıl sır erdiremem.
Bir de onu, Beşiktaş'ın bilmem ne komitesine almış.
Allah'ım, aklıma mukayyet ol!
Spordan uzak ya da her yazılana inanan biraz safça biri Reha Muhtar'ın yazılarını okuduğunda şu kanıya varır: "Hepsinin bir başkanı var ama aslında hem Türk futbolunu hem de Beşiktaş'ı Papermoon'daki bürosundan Reha Muhtar yönlendiriyor."
"Yönetiyor" demekten ar ettiğim için, "yönlendiriyor" dediğimi anlamışsınızdır mutlaka...
Bazen kendi kendime sorarım: Gazetecilik bir kamu görevi mi yoksa bazılarının eğlenmesi için oluşturulmuş bir meslek mi?" diye. Bu bazılarını gördükçe eğlenmek için oluşturulduğuna inanır gibi oluyorum.
Sonra dönüyor ve bugün işsiz olan "Necati Doğru" gibileri düşünüyorum.
"Hayır" diyorum.
"Gazetecilik; kamunun aydınlanması için yapılan onurlu bir meslek!
Dönem dönem Yecüc'le Mecüc tayfasının hücumuna uğrasa da onu eller üstüne yükseltecek birkaç kişi daima bulunuyor.""
Zaten ümidimiz de o tip insanlar değil mi?
Günay Tulun
İlk yazı: *Mustafa Denizli ve Beşiktaş ile Reha Muhtar Diye Biri
İkinci yazı: *Yine Bir Reha Muhtar Yazısı
Sayın Mete Esin'in yolladığı haberi yorumlar hanesinde yayınladık.