Arap yarımadası, Asya-Afrika çöllerini birbirlerine bağlayan kendisi de çölden ibâret geniş bir ülkedir. Burada, bilinen üçbin yıllık Arap târihi (daha öncesi bulanıktır) boyunca, şeyhlerin önderliğinde örgütlenmiş, birbirleriyle geçinemeyip, sık-sık çatışan bedevî (göçebe) kabîleler yaşamışlardır. Her kabîlenin kendine özel tanrılarıyla, Kâbe’deki Hacer-i Esvet (kara taş) gibi kutsal saydıkları taştan putları olmuştur. Mekke (Kâbe) o zaman da bir inanç merkezi durumundadır. Peygamberlerle onların kurdukları dinlerin de vatanı olduğundan, Bölge hakkındaki bilgimizin bir kısmını başta Tevrat olarak din kitaplarına borçlu bulunuyoruz. Bir kısım bilgilerimiz de, çevredeki ülkelerin târihlerinden sağlanmışlardır. MÖ’ki bin yıldan bu yanaysa, bizzat Arap kaynakları devreye girmişlerdir. MÖ’de, bölgede bâzı devletlerin kurulduğu bilinir, fakat bunlar hem küçük birliklerdir, hem de ciddî izler bırakmadan târih sahnesinden çekilmişlerdir. Ülke’nin Petra denilen kuzey alanı, MÖ 60 yılında Roma eline geçmiş ve burada bir Arabya eyâleti kurulmuştur. Roma’dan sonra Bizans ve Îran sahneye çıkacaklardır. Bunlarla Araplar, aralarında bâzen anlaşmışlar bâzen de savaşacak kadar bozuşmuşlardır. Dinlerin vatanı dediğimiz Arabistan’da, yaygın putperestlik yanında İslâm’dan önce tabiî ki Hıristiyanlık ve Musevîlik de görülmüşlerdir. Mûsevîler yâni İsrâil oğulları, İslâm öncesi ve özellikle Medine’de Arapların ta içlerinde yaşamışlardır. Zâten, İsrâil oğullarından Kuran’da da sıklıkla söz edilmektedir.
Hz. Muhammet 570 yılında işte buranın merkezi Mekke’de doğmuş, 612’de de vâhiylerini burada bildirmeye başlamıştır. Araplar, O’nun kurduğu birlik ve düzen içinde, daha sonraki bir dönemde târihlerinin en parlak günlerini görmüşlerdir. Ancak... Bu dönemdeki merkezin, Mekke’den uzaklaşarak Sûriye ve Irak ile Mısır ve Yemen yönlerine kaydığı da ayrı bir gerçektir. Arap saltanatı, içte ve dıştaki olumsuz gelişmelerle, XI.yy’dan başlayarak sönmeye yüz tutacaktır. Bağdat’a bu yy’da yerleşen Selçuklular, Arabistan içlerinde de görüleceklerdir. Arap ülkesi, Türklerin eline Kânûnî devrinde geçmiştir. Bu sıralarda, çevre denizlerde de Avrupalılar dolaşmaktadırlar. Türkler, Îranlılar ve Avrupalılarla Arabistan için çatışmalara girmişlerdir. Ne var ki, zaman Türklere karşı işlemiştir. XVII. yy’da, El-Humayd adındaki bir göçebe başkanı Osmanlı vâlisini devirip egemenliğini ilân etmiş, fakat Türklerin varlıklarına engel olamamıştır. Bir İslâm mezhebi olarak XIV.yy’da ortaya çıkacak Vehhâbîlik, XVIII: yy’da Arapları iyice bir karıştırıp bugünkü düzenin temellerini atmıştır. Yeniliklere karşı çıkmakla kendini ortaya koyan, bir benzerini şimdiki Afganistan’da gördüğümüz nispeten yeni olan mezhep, 1803’te Suûdî âilesi eliyle Mekke’yi ele geçirecektir. Türkler Mekke’yi geri alıp 1916’ya kadar Arabistan’da kalmış olsalar bile, İngilizlerle işbirliği yapan Suûdî düzeni buraya kalıcı olarak yerleşecektir. Günümüzde yönetim onların elinde olduğu gibi, Ülke halkı da gene onların adıyla Suûdî (Suudlu) diye anılmaktadır.
Suûdî Arabistan, 1930’da petrol bulunana kadar tam anlamıyla sefâleti yaşamıştır. Şimdi ise, dünyâ rezervlerinin beşte birine sâhip zengin bir petrol ülkesidir. Ama ülkenin bütün varlık ve zenginliği bununla sınırlıdır. Anglo-Amerikan şirketleri eliyle çıkarılıp-işlenen bu mâdenden sağlanan gelir, Suûdî için her şeydir. Bunun dışında kalan tarım-hayvancılık sektörüyse son derecede cılız ve verimsizdir. Ülke’nin ekilebilen alanı yüzde birden azdır! Buradan sağlanan ürünün kendi ihtiyaçlarına cevap verebilmesi bile söz konusu değildir. Suûdîler Îran gibi ve fakat nispeten farklı bir şeriatla yönetilmektedirler. Riyad başkentli Ülke’nin dışa kapalı (hatta içe de kapalı!) bir toplum yapısı vardır. Halk petrol varlığından pay alıyor olsa bile, bu varlığı asl’olarak derebeyi tipindeki âileler (şeyhler) ellerinde tutmaktadırlar.
Osmanlı, Avrupa ülkelerinden düzenli olarak haraç alırken, Arabistan’a Birinci Dünya Savaşına kadar her yıl Surre-i Hümâyûn adıyla yardımlar (para ve hediyeler) göndermiştir. Türkler ele geçirdikleri her yerde olduğu gibi, Arabistan’da da bâzı eserler bırakmışlardır. Bunlardan biri, Araplar’ın birkaç gün önce yıktıkları Mekke’deki Ecyad (uzun boyunlular) kalesidir. Târihteki değeri bir yana, fotoğraflara göre üstelik güzel de bir mîmarlık örneği olan kale, tam barbar bir anlayışla artık yıkılmış bulunmaktadır. Bu bize bir anımızı düşündürmüştür. Yazalım; bakalım ne diyeceksiniz?
Gençliğimizde, Avrupa’nın değişik ülkelerinden mektup arkadaşlarımız olmuştur. Biri de, Macaristan’ın güneyinden adını artık hatırlayamadığımız bir Macar’dır. Arkadaşımız, mektuplarının birinde bir de kart göndermiştir. Bu, yaşadığı yerin bir fotoğrafıdır. Artık kaybolmuş bu fotoğrafta, bir caddenin yarısıyla bunun kaldırımı görülmektedirler. Fakat, kaldırım üstünde otomobil ölçeğinde bir duvar parçası vardır. Bu nedir? diye kartın arkasına baktığımızda, matbû olarak şunları okumuşuzdur: Türklerden kalan bilmem hangi binânın duvarı... Arkadaşımız da kendince şunları eklemiştir: Türkler burada yüzelliiki yıl kaldılar. Bu, sizin için ne kadar gurur ise, bizim için o kadar kahır vesîlesidir!
İşte!.. Bize onlarca yıl vergi ödeyen Macar, kendisine ancak kahır anlatan duvar hurdasına, târihe olan saygı ve uygarlık duygularıyla sâhip çıkarken, Suudîler, dörtyüzelli yıl boyunca düzenli yardım aldıkları Türk’ün güzelim kalesini, gerek bizden ve gerekse UNESCO’dan giden bütün îkaz ve îtirazlara rağmen yıkabilmiştirler.
İşte size uygarlık ve işte de işte barbarlık!
Mete Esin