Gene olaya dönecek olursak, Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer ile Başbakanımız Mustafa Bülent Ecevit arasında, bir süredir zâten var olan gerginlik doruklara çıkmıştı. Olaya bu açıdan bakarsak, son gelişme sürpriz sayılmamak gerekecektir. Biz bu konuda yorum yapmıyoruz. "Bana yapılan, Cumhuriyet târihinde görülmemiştir!" diyen Başbakan’ımızın sözüne gelince... İşte bu söz üzerine bir şeyler yazmak istiyoruz. Başbakanımız acaba unutmuş mudur, yoksa hiç mi öğrenmemiştir? Bunu bilemeyiz ama, "görülmemiştir" dediği şeyin pekâlâ da görüldüğünü bilmekteyiz!
Aşağıda anlatacağımız olayların ikisi de, Cumhuriyet'imizin kurucusu Atatürk'le başta O'nun en yakın yardımcısıyken, sonradan yolları ayrılan İkinci Adam İnönü arasında geçmiştir.
Birinci olay 1932 yılında, Yalova'daki köşkte ve Atatürk'ün ünlü sofrasında başlamış, ertesi gün aynı köşkte devam etmiştir. Bu sırada orada bulunan kişilerse; Ata'nın hemşehrisi ve yaşadıkça yakın dostu kalacak Nuri Conker Paşa, Ata'ya en yakın isimlerden Kılıç Ali, Yazar Yakup Kadri ve eşi, İktisat Bakanı Mustafa Şeref, o sırada Konya Mebusu olan Hamdi Bey diye biri, Ata'nın yâveri Sâlih Bozok ve son olarak gene Ata'ya en yakın isimlerden Âfet İnan Hanımdırlar.
Atatürk, hükûmet çalışmalarından hoşnut olmadığından başka, zaman-zaman da İnönü'yle ters düşmektedirler. Atatürk, yukarıdaki kişilerle birlikte yenilen yemekte, İktisat Bakanlığı’ndaki bir sorundan duyduğu rahatsızlığını dile getirmiştir. Üstü kapalı olarak İnönü'yü de bundan sorumlu tutmaktadır. Bunun, İnönü'ye ulaşacağından hiç kuşkusu olmadığı için, ertesi akşamın yemeğine onu da çağırmıştır. Herkesin hazır olduğu sofraya İnönü henüz gelmemiştir. Atatürk, önce canı sıkkın olarak ama sonra işi şakaya vurup beklemektedir. İnönü, ancak onbuçuktan sonra gelebilmiştir ve görünür bir biçimde de gergindir. Asık bir çehreyle oturduğu sofrada, ayrıca, eline aldığı bir gazeteyi okumak bahânesiyle yüzünü kapamıştır. Atatürk, İnönü'ye "Paşam" demiş, gönül alıcı sözler söylemiştir. Fakat İnönü somurtmakta ve cevap vermemektedir. İnönü nihâyet konuşmaya başlamıştır ama, kırgın ve sözleri de iğneleyicidir. O ana kadar büyük bir sabır gösteren Atatürk, kızmasa bile ciddîleşmeye başlamış, buna rağmen yemeğin sonuna kadar sabrını sürdürmüştür. Yemek sonunda İnönü'yü alıkoymuş ve birlikte yandaki bir odaya geçmişlerdir. Atatürk yüksek sesle konuşurken İnönü sâdece dinlemektedir. Atatürk'ün sözleri özetle şöyledir: "Neydi o sofradaki afra-tafranız Paşa hazretleri? Ne demek istediğinizi açıkça söyleyin bakalım! Ne demek hükûmet âzâsı?..Ya benim Devlet Reisi olarak görevim nedir? Yaa! Demek öyle! Siz, bildiğiniz gibi işleri yürüteceksiniz, ben de sizin işlerinizin mühürcü başısı olucam, öyle mi? Sen böyle mi anlıyorsun Başvekilliği?.. Memleketi böyle mi idâre edeceksin?.. Başvekil demek, lâyüsel (dokunulmaz) demek değildir! Elbette yaptığı işler tenkit edilecektir. Tenkit edeceklerin en başında da ben gelirim! Beğenmediklerimi söyleyeceğim; düzelteceksiniz! Sizin göreviniz budur! Siz yorulmuşsunuz Paşa!.. Sinirleriniz bozulmuş. Yalnız sinirleriniz olsa, yine de zarar vermez; ama düşünce selâmetini de kaybetmişsiniz! Acele dinlenmeye ihtiyâcınız var. Size izin veriyorum, yerinize kimin vekâlet edeceğini yarın ajanstan öğrenirsiniz!" Bu konuşma daha sürecektir. İnönü, arada bir, kısaca ve alçak sesle kendini savunursa da Atatürk dinlememektedir. Atatürk sözünü bitirir; İnönü de âdetâ bitmiştir! Açılan kapıdan perîşan bir durum da çıkıp-gider. Atatürk, sabahleyin çevresine şöyle konuşmuştur: "Kim şişiriyor bu adamı? Şimdiye kadar, sanki bir başına her işin üstesinden gelmiş gibi hükûmet, hükûmet diye tutturmuş!.. Hükûmet evet ama, ya ehliyet?.." Sonra, yâveri Salih Bozok'a şunu demiştir: "Sen yarın sabah beşte bana gel! Bir tebliğ hazırlayalım, ajans hemen yaysın; Başvekil İsmet Paşa sağlık sebebiyle görevinden çekilmiştir. Kimin vekâlet edeceğini de yarın söylerim."
İkinci olay, Celâl Bayar'ın Başbakanlık döneminde Ata'nın ölümünden bir yıl kadar öncedir. İst. Anadolu Kulübü asansöründe geçmiştir. Bir zamandır dargın olup görüşmeyen Atatürk ve İnönü, bu Kulübün çıkışında karşılaşmışlardır. Atatürk çıkarken İnönü Kulübe gelmektedir. İkisi de yalnız değildirler. İnönü, Atatürk'ü görünce şaşırmıştır, ne yapacağını bilemez hâldedir. Ancak. Atatürk Ona doğru yürümüş ve: "Merhaba İsmet, ne var ne yok, nasılsın? Mevhibe Hanım, çocuklar nasıl?" gibi sözlerle onu rahatlatmıştır. Sonra İnönü'nün koluna girip, Kulübe geri dönmüştür. Binâdan içeri girince, Atatürk'le İnönü asansöre binmişler, yanlarındakiler de merdivenlerden koşarak yukarı çıkmışlardır. Asansör yukarı çıktığında açılmamıştır. Atatürk içerde öfkeyle bağırmaktadır: "Seni mahvederim İsmet! Ben senin ne demek istediğini anlıyorum. Sen, ben başvekilken her işi kendim yapıyordum, sana bir şey bırakmıyordum, seni yormuyordum, diyorsun. Celâl ise, her işi bana danışıyor, beni yoruyor, değil mi?.. Sen bunu diyorsun! Seni mahvederim İsmet!"
Olayı ve konuşmaları epey bir kısaltıp-özetledik. Yoksa, ayrıntı daha geniştir. İnönü, hâtıralarında, Atatürk'le geçirdiği son on yılında bâzı anlaşmazlıklar olduğunu, fakat bunların olağan sayılmasını yazmakta, ayrıntılara girmemektedir. Aynı hatıralarda, Atatürk'ten sonrasına değinilmemektedir. Ancak... Cumhuriyet'in ikinci adamı İnönü Atatürk'ten sonra Cumhurbaşkanı olunca, kendine Millî Şef dedirtip devlet dâirelerine resmini astırdığı gibi, paralar ve pullardan Atatürk'ü kaldırıp kendi resimlerini koydurmuştur! Şu var ki, 104 yaşında öldüğü güne kadar "Atatürk'ü sevmek ibâdettir!" diyen, Yassıada Mahkûmu Celâl Bayar'ın 1950'den sonraki Cumhurbaşkanlığında, durum yeniden aslına dönecektir.
1960 sonrasıysa, Yassıada mahkûmu Celâl Bayar'ı günün Başbakanı İnönü hapisten kurtaracaktır!