"KAYIP KITALAR SERİSİ 7"
Bir önceki sayfada değindiğim, tek yöne bakan heykeller konusuna dönelim.
HEYKELLER SESLENİYOR
Kaybettikleri ana yurtlarının ardından hüzünle “Mu” diye inleyen o heykellerin yönü, dünyanın her yerinde; bir gecede yok olan “Mu”ya doğru dönmüş. Bu bir gecede sözüme mim koyun lütfen!..
Mim koyun ki, sonradan yazacağım şeylerden birinin de bu olacağını hatırlayalım birlikte…
Ağızları, anlattığım o heykeller kadar dikdörtgen olmasa da Paskalya Adası’ndaki dev heykellerin de “Mu”yu ararcasına, batan ana vatanı görebilmek umuduyla gruplar hâlinde belirli yönlere döndürülmüş olması, o heykellerle Mu arasındaki ilişkinin, açık işaretlerinden yalnızca biridir. Polinezya Adaları bir zamanlar Mu kıtasının yükseltileri arasında yer aldığından, bugünkü adadan baktığımız her yön kıtaya ait topraklarla kaplıydı. Bu nedenle adanın çeşitli yerlerinde gruplar hâlinde sıralanmış heykellerin de belirli yönlere döndürülmüş olması akılcı ve tek doğru tercih.
Bugün, her biri tonlarca ağırlıktaki heykellerin baktığı yönlerin her birinde, uzayıp giden okyanustan başka hiçbir şey görünmüyor. Şu an için adada; 638′i sınıflandırılmış, toplam 974 Moai bulunmaktaymış. Neye dayanılarak söylendiği anlaşılmamasına karşın bir zamanlar 1000′den fazla heykel olduğuna dair bazı kayıtlara rastladım. İlk sayımından bu yana, arada eksiklik, yani kaybolanlar varmış. Bazıları 50 ton çeken devasa boyutlardaki bu heykeller nasıl kaybolabilir ki? Zaten volkanik bir kütle olan adanın yeni bir lav akıntısı saldığına, kül yağdırdığına ya da yeniden denize batan bir parçasının olduğuna dair hiçbir bilgi yok. Bir olumsuzluk olsaydı, bunu adada yaşayan az sayıdaki insandan da öğrenmek mümkündü. Kayıplar, bana bilmece gibi geldi.
Moailere örnek olarak seçilen insan tiplemesinin, batan bir kıtadan geldiği varsayılan Olmeklerin; dört ırkı temsil eden heykelleri arasında, hem de neredeyse aynı ustaların elinden çıkmışçasına bulunması da dikkatlerimizi çekmeye çalışan bir işaret gibi…
Dikdörtgen şeklin, kadim dillerde; bugünkü “M” harfinin atası olduğunu ve Mu dilinde okunuşunun “mu ve ma” olduğunu yazmıştım.
“Mu ile ma”nın okunuşlarının aynı sembollerle ifade edildiğini bilenler için çelişkili sayılmasa da bana ilginç gelen bir durum var. Bu kolonilerin gerçek adı; “Mu Ülkesi” anlamındaki, “Maya” mı “Muya” mı yoksa her ikisi de mi?
O zaman Mu kıtasının adı da Ma olarak telaffuz edilebilir mi?
Hemen bütün dünya dillerinde bulunan; “mum”, “ma, mam, mama, mamma, mammy, mater, maw, mum, mummy”, “mama”, mumya gibi sözcüklerin bu dikdörtgen şekille bir ilgisi var mı?
Ben, akılları karıştırmamak için sınıflandırma yapmadan anlamlarını yazayım; sizse üstünde düşünün.
Tırnak içinde yer alan ilk sözcük, mum; merkezde duran ve bulunduğu yerden ışık saçarak, çevresini aydınlatan bir aracı anlatıyor. Tıpkı Mu’nun çevresini bilimle aydınlatması gibi…
İkincidekiler, “anne, yavrusu olan kadın; vücudunun ürettiği gıdayı göğüsleri aracılığıyla yavrusuna aktararak onu besleyen, gelişmesine yardımcı olan anne” demek. Annenin anlamını ve neyi simgelediğini anlatmam gereksiz bir çaba olur.
Üçüncüsü; ikincide de bulunan sözcükle yani mama ile aynı, “bebekler için hazırlanıp onlara yedirilen yiyecekler” anlamında… Besleyip geliştirerek, büyüten anlamları açıkça görülüyor değil mi?
Dördüncüyse “çok sevilen bir varlığın ölmesi sonucu onunla ilgili anıların yaşatılması amacı güdülerek birtakım işlemler sonucu vücudunun korunup saklanması”. Bunun ne anlama geldiği de açıkça belli…
Ana yurt Mu’yla ilgili bilgi ve anıların canlı tutulması, orada elde edilen bilgilerin unutulmamasının sağlanması…
Dikdörtgen şeklin, kadim dillerde; bugünkü “M” harfinin atası olduğunu ve Mu dilinde okunuşunun “mu ve ma” olduğunu yazıp bugünkü dillerde taşıdığı anlamları tek tek anlattım ama sizlere bir şey sormadım. Şimdi soruyorum: Bu sözcükler, sizde ne tür çağrışımlar yaptı?
Kökenleri ve türeyiş şekilleriyle ilgili hangi tezleri öne sürersek sürelim, sözcüklerin doğumundaki özgün hâllerini ve nereden gelip nereye gittiklerini yüzde yüz bilmedikçe, tereddütler geçirmemiz, sözcüklerin evrimi hakkında şüpheye düşmemiz doğaldır, bence…
BİLİM ADAMLARINI ÖZGÜR BIRAKIP BİLİMİN PEŞİNDE BİZ KOŞALIM
Bu konulara masal gözüyle bakan, kendilerinin dünyanın gerçekleriyle uğraştıklarını iddia edip sizleri de yanlarına çekmeye çalışanlara aldırmayın siz. Evrendeki tek yaşam belirtilerinin Dünya’da olduğunu, batık kıtalar diye bir şeyin bulunmadığını söyleyen, yalnız gözünün gördüğüne inanan boş kafalı sahte bilimcilerden etkilenmeyin sakın.
Böyle yaparsanız; geçmişimizden bugüne miras bırakılan öğütleri göz ardı etmiş, onlardan faydalanma fırsatına sırt dönmüş olursunuz.
Halkın sıradan kesimleri olarak, biz sade insanların; günümüz bilim insanlarının birçoğunun gülünecek duruma düşme kaygısıyla kaçtığı bu tür konularda, güç birliği etmesi ve bilimin kurallarına uygun bir yaklaşımla gerçeği araması gerek.
İş başa düştü çünkü…
Geçmişten dersler çıkarabilmemiz için; bilimcilerin yerine bilimcilik oynamadan, onların çoğunun yaptığının tersine, kafa yapılarımıza ters düşen bilgileri hemen reddetmeden; şüpheci bir yaklaşımla araştırarak, inceleyerek, deneyerek, düşünceler geliştirerek akılcı sonuçlara ulaşmamız gerek.
Bacon’ın dediği gibi “bilim adamı ne ağını içinden çekerek ören örümcek gibi ne de çevreden topladığıyla yetinen karınca gibi davranmalıdır. Bilim adamı topladığını işleyen, düzenleyen bal arısı gibi yapıcı bir etkinlik içinde olmalıdır”.
Gerisi size kalmış.
MU KOLAYCA BİTECEK BİR KONU DEĞİL
Benim dileğimse; zaman zaman da olsa bu konulara birlikte el atabilmek için bu sayfalarda görüşmeye devam etmemiz.
Çünkü, “Mu”nun coğrafi konumundan başlamak üzere anlatacak o kadar çok şey var ki!
Şu an Allahaısmarladık deme zamanı ve diyorum da…
Hepiniz, yok olup gitmeyen korunaklı topraklar üzerinde yaşayın!
Allah’a emanet olun hepiniz!
Günay Tulun
“KAYIP KITALAR KİTABI" adlı serinin bir önceki yazısı "Mu?”
ve beş gün sonra yayına girecek yazısı "On İki Bin Yıllık Kent"i,
site ana sayfasındaki "*YAZILAR ARŞİVİ-Sayfa III"ten seçebilirsiniz.